Şimdi kısaca Ehl-i sünnet’in inanç esaslarını açıklayalım. Daha sonra inançlarımızı buna göre düzeltip bizi bu çizgi üzerine sabit kılması için Allah Subhânehû’ya yalvaralım.
Allah’ın Varlığı ve Sıfatları
Allah (c.c) zâtıyla mevcuttur ve varlığının başlangıcı yoktur (kadîmdir). O’nun dışındaki her şey onun yaratmasıyla mevcut olmuş ve bu sayede yokluktan varlık sahnesine çıkmıştır. Allah Sübhânehû’nun varlığının sonu yoktur, ezelîdir. O’nun dışındaki her şey hâdistir, sonradan meydana gelmiştir. Ezelî olan her şey ayın zamanda ebedîdir. Sonradan meydana gelen her şey aynı zamanda fânidir; yok olmaya mahkûmdur.
Allah Sübhânehû tektir; ne varlığının zorunluluğu konusunda ne de ibadet edilmeyi hak etme konusunda eşi ve ortağı yoktur. Varlığı zorunlu olmak ondan başka hiçbir şeye yaraşmaz. Ondan başka hiçbir şey kendisine kulluk yapılmayı hak edemez.
Allah Sübhânehû’nun kâmil sıfatları vardır. Hayat, ilim, semi’ (işitmek), basar (görmek), kudret, irade, kelam ve tekvin (meydana getirmek) bu sıfatlardandır. Bu sıfatların her biri ezelî olup Allah’ın zâtıyla kaimdir. Bu sıfatların sonradan ortaya çıkan (yaratma, görme, diriltme, öldürme, rızık verme…) gibi özellikleri o sıfatların ezelî olmalarına zarar vermez. Sıfatların ilgili olduğu şeylerin yaratılmış olması, sıfatların ezelî olmasına mâni değildir. Felsefeciler akıllarının kıtlığı, Mu’tezile mensupları da sapkınlığı sebebiyle yaratanın yaratılmış olanla ilişkisinin, ilişkide olan sıfatın hâdis olduğuna delil saymış ve Allah’ın kâmil sıfatlarını inkâr etmiştir.
Felsefeciler bundan başka, sonradan yaratılmışlık (hudûs) alameti gördükleri, değişime yol açtığı için Allah’ın cüz’iyyâtı (tikelleri) bilemeyeceğini savunmuştur. İki grup da gerçekte İlâhî sıfatların ezelî olduğunu fakat bu sıfatların sonradan olan yaratılmışlarla ilgili ilişkisinin hâdis olduğunu bilememiş, sıfatların kendileriyle bu sıfatların ilişkilerini birbirinden ayırt edememişlerdir.
Allah Sübhânehû noksanlık ifade eden her türlü vasıftan uzaktır. O cevher ve cisimlere ait özelliklerden ve bunların gerektirdiği şeylerden münezzehtir. Allah’ın yüce zâtı hakkında zaman, mekân ve yön gibi şeyler söz konusu olamaz. Bütün bunlar Allah’ın yaratmasıyla var olmuş şeylerdir.
İşin özünü anlayamamış bir cemaat, Allah’ın arşın üstünde olduğunu ifade etmiş ve Allah’ın yukarıda olduğunu ileri sürerek yön isnadında bulunmuştur. Arş ve arşın içine aldığı her şey sonradan meydana gelmiş olup Allah’ın yarattığı şeylerdir. Sonradan yaratılmış bir şeyin ezelî yaratıcının mekânı ve karargâhı olması nasıl düşünülebilir?
Şu var ki, arş Allah’ın yaratıkları arasında en şerefli olan ve en fazla nuraniyet ve berraklık ihtiva eden şeydir. Bu nedenle arş, yaratıcının yüceliğini en açık biçimde yansıtması için aynalık hükmüne layık görülmüştür. Nitekim bu yansıtma özelliği sayesinde ona Allah’ın arşı deyimi kullanılmıştır. Yoksa arş ve diğer şeyler Allah’a nisbetle birbirine eşit olup hepsi Allah’ın yaratıklarıdır. Şu kadar var ki, arşın başka şeylerde bulunmayan yansıtma kabiliyeti vardır (Bu da Allah’ın arşın üstünde olduğu fikrini doğrulamaz).
Nitekim insan aynaya bakıp kendisini aynada gördüğü zaman, o insanın aynaya girdiği söylenemez. Bilakis bu insanın aynayla olan ilişkisi karşısına geçtiği diğer şeylerle olan ilişkisiyle eşittir. Bir farkla ki, ayna insanın görüntüsünü yansıttığı halde diğer şeyler onun görüntüsünü yansıtamaz.
Allah Sübhânehû ne cisimdir ne de cisimden oluşmuştur. O araz veya cevher de değildir. O’nun varlığının ne bir sının ne de bir sonu vardır. O uzun, kısa, enli ve dar olmaktan münezzehtir. Evet, Allah geniştir (vâsi’dir) fakat bu bizim akıllarımızın idrak ettiği anlamda bir genişlik değildir. O her şeyi kuşatıcıdır ancak bu akıllarımızın aldığı bir kuşatma anlamına gelmez. O yakındır fakat bu yakınlık bizim anladığımız türden bir yakınlık değildir. Allah Teâlâ bizimle beraberdir ancak O alışageldiğimiz anlamıyla beraberlikten uzaktır.
Bizler Allah’ın geniş, kuşatıcı ve yakın olduğuna ve bizimle beraber bulunduğuna inanırız. Ama bunların şekil ve keyfiyetini bilemeyiz. Bunlarla alakalı olarak aklımıza gelen bütün keyfiyetler Mücessime mezhebine ait düşüncelerdir.
Allah Sübhânehû hiçbir şeyle özdeşleşmediği gibi (ittihat) hiçbir şey de Allah Sübhânehû ile özdeşleşmez. Bunun gibi hiçbir şey Allah’a hulûl edemez (içine giremez), Allah Teâlâ da hiçbir şeye hulûl etmez. Bölünmek ve parçalara ayrılmak, bir araya gelmek veya çözülmek gibi durumlar Allah için düşünülmesi imkânsızdır.
Allah’ın ne bir dengi ne de bir benzeri vardır. O’nun eşi veya çocuğu yoktur. Allah Sübhânehû gerek zâtı gerekse sıfatları itibariyle nitelik, benzeri ve dengi olmak gibi özelliklerden yücedir. Bizim O’nun hakkında en son bilebileceğimiz şey şudur: Allah Sûhhânehû vardır, O kendisini vasfettiği ve övdüğü bütün kâmil isim ve sıfatların sahibidir.Fakat yukarıda da geçtiği gibi Allah, bu sıfatlarla ilgili olarak zihnimizde oluşabilecek her türlü tasavvurun ötesindedir.
“Gözler O’nu idrak edemez.Fakat O gözleri idrak eder.O en gizli şeyleri bilir ve her şeyden hakkıyla haberdardır” (En’âm,103)
Akıl ve kavrayış sahipleri, Onun var olduğu ve kendinden başka ilâh olmadığı dışında bir şey söylememiştir.
Allahın isimleri ayet ve hadislerle bilinebilir. Yani Allaha isnat edeceğimiz ismi şeriat sahibinden duymuş olmamız gerekir. Şeriatta kullanıldığı bilinen her ismin Allah için kullanılması caizdir. Aksi takdirde Allah’a isim isnadında bulunmamız doğru değildir. Mesela “cevad” (cömert) ismi eğer bir yetkinlik ifade ediyorsa bu ismi Allah için kullanabiliriz, Zira şeriatta bu isim Allah için kullanılmıştır. Fakat aynı anlama gelen “sulu” (cömert) ismini Allah için kullanamayız. Çünkü şeriatta bu ismin Allah için kullanıldığı bilinmemektedir.
Allah’ın Kelamı: Kur’ân-ı Kerim
Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın kelamı olup harf ve ses elbisesi içerisinde Resûlullaha (s.a.v) indirilmiştir. Allah Subhânehû Kur’an aracılığıyla kullarına bazı hususları emretmiş, bazı şeyleri de yasaklamıştır. Biz insanlar, içimizde tasarladığımız manaları dilimiz aracılığıyla harf ve ses elbisesi içerisinde dışa vurur ve bu yolla duygu ve düşüncelerimizi insanlarla paylaşırız. Allah Sübhânehû da ağız ve dil gibi araçları kullanmadan yetkin kudretiyle dilediği manaları harf ve ses düzeni içerisinde açığa çıkarır, bu düzen içerisinde emir ve yasaklarını insanlara ulaştırır. Bu bakımdan gerek nefsi (iç) gerekse lafzı (sözlü) kelamın her biri Allah’ın kelamıdır.
Allah’ın kelamı dendiği zaman bu iki kelamın kastedilmeği mecazen değil, hakikat yönüyledir. Tıpkı bizim nefsî kelamımız ile lafzı kelamımızın hakiki anlamda olduğu gibi. Yoksa birincisi mecazi, İkincisi hakiki manada söylenmiş değildir. Çünkü mecazi mananın reddedilmesi mümkündür. Oysa lafzî kelamı reddedip bunun Allah Teâlâ’ya ait olduğunu inkâr etmek küfürdür.
Peygamberimizden önce gelen diğer peygamberlere indirilen ilâhı kitap ve sahifeler de böyledir. Bunların hepsi de Allah’ın kelamıdır. Kur’an’da ve geçmiş İlâhî kitaplarda yer alan sözler, Allah’ın, zamanın şartlarına göre kullarına uymasını emrettiği hükümleri ifade ederler.
Rü’yet
Müminlerin cennette yön, karşı karşıya bulunma, nitelik ve kuşatma olmaksızın Allah’ı görmesi (rü’yet) haktır. Ahirette olacak bu görme işinin gerçekleşeceğine iman ederiz; fakat nasıl olacağı konusunda kafa yormayız.
Allah’ın görülmesi hadisesi keyfiyet dışı bir şeydir. Bu dünyada keyfiyet ve misal erbabı olan bizler bu sırrın iç yüzünü keşfedemeyiz. Bu gerçeğe inanmaktan başka nasibimiz yoktur. Felsefeciler, Mu’tezile ve bazı bid’atçı fırkaların vay haline! Onlar ilâhı lütuftan mahrum kalmaları ve basiretlerinin kapalı olması sebebiyle Allah’ın ahirette görülebileceği gerçeğini inkâra kalkışmış ve gayb âlemine ait olan durumları mevcut âleme kıyas ederek bu dinî esasa iman şerefine erememişlerdir.
Kulların Fiilleri; Hayır ve Şer
Allah Sübhânehû kulları yarattığı gibi onların işlerini de yaratmaktadır. Kulların işlerinin hayır ya da şer olması bu gerçeği değiştirmez. Bütün işler Allah’ın takdiriyle olmaktadır. Şu kadarı var ki, hayır ve şer Allah’ın dilemesiyle olduğu halde, Allah hayırlı işlerden razı olmakta, şerli işlerden razı olmamaktadır. Şu da unutulmamalıdır ki, Allah’a karşı takınacağımız edep gereği tek başına şerri Allah’a isnat etmekten sakınmalı; Allah Sübhânehû hakkında “şerri yaratan” yerine “hayrı ve şerri yaratan” ifadesini kullanmalıyız. Nitekim âlimler edebi gözeterek Allah Sübhânehû hakkında “hınzırları ve pislikleri yaratan” ifadesi yerine “her şeyi yaratan” ifadesini kullanmışlardır.
Mu’tezile tercih ettiği ikicilik (düalist) eğilimi gereği kulların, kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu ileri sürmüş ve hayır ya da şer bütün işleri kullara nisbet etmiştir.
Oysa Mu’tezile’nin bu yaklaşımı hem akıl hem de din yönünden tutarsızdır. Gerçi Ehl-i sünnet âlimleri de kulların kudretinin yaptığı işlerde bir katkısının olduğunu kabul etmiş ve buna kesp ismini vermiştir. Zira titreme ile iradeli hareket arasında, biri kudret ve kesp dışı, diğeri kudret ve kesple meydana gelmiş olması bakımından apaçık bir fark vardır. Nitekim iki hareket arasındaki bu kadar bir fark kulların yükümlülüğüne ve iyi işlerden dolayı mükâfat alırken kötü işlerden sorumlu tutulmasına yol açmıştır.
Fakat birçok insan kulda kudret, kesp ve iradenin varlığı konusunda tereddütten kurtulamamış ve kulun âciz ve mecbur olduğunu düşünmüştür. Görünen o ki, bunlar âlimlerin maksadım yeterince anlamamışlardır. Zira kulun kudret ve irade sahibi olduğunu söylemek, onun dilediği her şeyi yapabileceği veya dilemediği hiçbir şeyi yapmayacağı anlamına gelmez. Konuya böyle yaklaşmak kulluk gerçeğiyle bağdaşmaz.
Halbuki kulun kudret ve irade sahibi olduğunu söylerken âlimlerin maksadı, kulun sorumlu tutulduğu her şeyi yerine getirme kudretine sahip olduğudur. Yani kul günde beş vakit namaz kılmaya, malının kırkta birini zekât olarak vermeye, on iki ay içerisinden bir ayı oruçla geçirmeye gücü yeter. Bunun gibi binek ve azık imkânı olduktan sonra ömründe bir defa hac yapabilecek güçtedir. Diğer bütün şer’î hükümler de bunlar gibi olup bunların hepsinde Cenâb-ı Allah kulun zayıflığını bildiği için engin rahmeti gereği kendilerine kolaylık göstermiştir.
Bu hususa işaretle Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:
“Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez” (Bakara 2/185).
“Allah sizin (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır” (Nisâ4/28).
Yani Allah Teâlâ, size zor gelen emirleri ve yükümlülükleri hafifletecektir. İnsanın zayıf olarak yaratılmış olması da, arzularına karşı koyamaması ve zorlu görevlere tahammül gösterememesi anlamına gelir.
Peygamberler ve Vazifeleri
Peygamberler insanları Allah’a davet etmek ve onlara hidayet yolunu göstermek için gönderilmiş ilâhı elçilerdir. Davetlerini kabul edenleri cennetle müjdeler, reddedenleri de cehennemle korkuturlar. Peygamberlerin Allah katından insanlara ilettikleri her şey haktır, doğrudur. Bunların hiçbirinin gerçekleşmeme şüphesi yoktur.
Peygamberlerin sonuncusu bizim sevgili Efendimiz Muhammed’dir (s.a.v). Onun getirdiği din bütün dinlerin geçerliliklerini ve hükmünü ortadan kaldırmıştır. Onun kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm bütün kitapların en üstünüdür. Onun şeriatını neshederek yürürlükten kaldıran hiçbir şeriat yoktur ve onun şeriatı kıyamete kadar yürürlükte kalacaktır. İsa (a.s) yeryüzüne inip sevgili Pevgamberimiz’in şeriatına göre hükmedecek ve onun ümmetinden olacaktır.
Ölüm, Kabir Hayatı, Kıyamet ve Şefaat
Kabir azabı, kabrin ölüyü sıkması, Münker ve Nekir adlı iki meleğin kabirde kullan sorgulaması haktır. Kâinatın yok olması, göklerin yarılması, yıldızların dağılması, yerlerin ve dağların köklerinden koparak parçalanması mutlaka gerçekleşecektir. Haşir, neşir, ruhların tekrar bedenlere dönmesi, kıyametin şiddetli sarsıntısı, kıyamet sırasındaki dehşetli olaylar yaşanacaktır.
Amellerin sorgulanması, insanın uzuvlarının yapıp ettiklerine dair tanıklık etmesi de haktır. Herkesin ne işlediğinin bilinmesi için iyiliklerin ve kötülüklerin yazılı olduğu amel defterlerinin dağıtılması ve buna göre iyilikleri fazla gelenlerin kurtuluşa ermesi, kötülükleri fazla gelen kimselerin hüsrana uğraması gerçektir.
Mahşerde amelleri tartan terazinin ağırlık ve hafifliğinin -mahşerdeki terazilerde yukarı kalkan kefe, bu dünyada ise aşağı inen kefe ağır geldiği için- dünyadaki terazilerin ağırlık ve hafifliğine benzememesi de haktır. Sevgili Peygamberimiz’in bu gibi ahiret halleriyle ilgili olarak getirdiği haberlerin hepsi doğrudur.
Peygamberlerin ve salih kulların, din gününün sahibi olan yüce Allah’ın izniyle, birinci ve ikinci derecede asi müminlere şefaatte bulunması haktır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler için olacaktır”(Tirmizi,nr.2435)
Cehennem üzerine sırat köprüsünün kurulması da haktır. Müminler bu köprüden geçerek cennete girecek, kâfirler ise ayakları kayarak cehenneme düşeceklerdir.
Müminlere mükâfat olarak hazırlanan cennet ve kâfirlere ceza olarak hazırlanan cehennem şu anda yaratılmış vaziyette olup sonsuza kadar bâki kalacaklardır. Müminler sorgulamadan geçip cennete girdikleri zaman orada devamlı kalacak ve asla cennetten çıkartılmayacaklardır.
Aynı şekilde kâfirler de hesaba çekilip cehenneme girdikleri andan itibaren orada devamlı kalacak ve cehennemde sonsuza kadar azap göreceklerdir. Onlara azabın hafifletilmesi mümkün değildir. Zira Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:
Artık ne azapları hafifletilir ne de onların yüzlerine bakılır” (Bakara 2/162).
O gün kalbinde zerre kadar iman bulunup da işlediği günahlar sebebiyle cehenneme girenler, günahları kadar azap gördükten sonra cehennemden çıkartılacaklardır. Onlar imanları hürmetine, kâfirler gibi cehennemde yüzleri kararmayacak ve kendilerine zincir ve bukağı vurulmayacaktır.
“Allah’ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen, emredileni yerine getiren…” (Tahrîm 66/6).
Melekler Allah’ın kulları olup üstün varlıklardır.
Meleklerin dişilik ve erkeklik gibi özellikleri yoktur. Evlenmek ve çoğalmak gibi durumlar onlar için söz konusu değildir. Allah Sübhanehü meleklerin bir kısmını kendisine elçi olarak seçmiş ve bunları vahyi tebliğ vazifesiyle şereflendirmiştir.
işte peygamberlere kitap ve sahifeleri ulaştıran melekler bunlardır. Meleklerin işlerinde hata ve aksaklık baş göstermez. Onlar düşmanlarının hile ve tuzaklarından emindirler. Onların Allah katından ilettiği her şey doğrudur ve bunlarda asla hata ve karıştırma ihtimali söz konusu değildir. Bu yüce varlıklar Allah Sübhanehunun azameti karşısında titrer ve sürekli O’nun emirlerini yerine getirmek için çırpınırlar.
İmanın Artıp Eksilmesi
İman, bizlere tevatür yoluyla ulaşan dinî esasları, gerek topluca gerek tafsilat düzeyinde kalp ile tasdik ve dil ile söylemekten ibarettir. Azalarla yapılacak olan ameller imanın bir parçası değildir, Fakat ameller imanın kemalini artırır ve ona güzellik katar.
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe (rh.a) imanda artma ve eksilme bulunmayacağını savunur. Zira kalp ile tasdik, kalbin kesin inancı demektir. Bu hususta amellerin imanın artması veya azalmasına etkisi yoktur. Eğer fazlalık veya noksanlıktan söz edilebilirse bu zan ve vehim dairesinde söz konusu olur.
İmanın kemalinin artması ve eksilmesi itaat ve iyiliklere göredir, İtaat arttıkça imanın kemali de artar. Bu bakımdan sıradan bir müminin imam peygamberlerin imanına eşit değildir. Çünkü peygamberlerin imanı, üzerine eklenen itaatle birlikte kemalin zirvesine varmıştır. Sıradan müminlerin imanı kemalin zirvesi şöyle dursun, kemalin kendisine dahi varabilmiş değildir. Ama şurası bir gerçektir ki, peygamberin imanıyla sıradan bir müminin imanı yalın tasdik konusunda eşittir. Ne var ki peygamberlerin imanı üzerine eklenen itaatler sayesinde bir başka hakikat daha kazanmıştır ki bu bakımdan sıradan bir müminin imanı sanki bu imanın bir ferdi olamamaktadır.
Bu bakımdan sıradan bir müminin imanıyla peygamberlerin imanı arasında ne bir eşitlik ne de ortaklık bulunur. Nitekim,sıradan insanlar peygamberlerle insan olma konusunda eşit olmakla beraber peygamberlerin sahip olduğu kemalat onları yüksek mertebelere ulaştırmış ve onlara bambaşka bir mahiyet kazandırmıştır. O kadar ki, neredeyse peygamberler diğer insanlarla ortak oldukları hususiyetlerinden sıyrılmış ve gerçekle asıl kendileri insan olurken, diğerleri hayvan hükmüne düşmüştür.
İmamı Azam Ebu Hanife (r.ha), “Ben gerçekten müminim” derken, İmam Şâfiî (rh.a), “Ben inşallah müminim” demeyi tercih etmiştir. Her birinin elinde kendisini haklı kılarak gerekçesi vardır. Nitekim şimdiki zamanı düşünerek ele aldığımızda, “Ben gerçekten müminim” demek doğrudur. Konuya son nefesimizi düşünerek yaklaştığımızda, “Ben inşallah müminim” demek de doğrudur. Şu halde, “Ben inşallah müminim” demek caizdir; fakat her ne açıdan söylenirse söylensin yine de bu konuda “inşallah” kelimesini kullanmamak daha yerindedir.
Büyük Günah Meselesi
Mümin, büyük de olsa günah işlemekle imandan çıkmaz ve kâfir olmaz. Rivayete göre bir gün İmâm-ı Âzam Ebû Hanife (rh.a) bir grup âlimle birlikte oturmaktaymış. O sırada bir şahıs gelerek, “Babasını haksız yere öldürüp başını keserek kafatasından şarap içen, daha sonra annesiyle zina eden günahkâr bir mümin hakkında ne dersiniz, bu kimse hâlâ mümin midir yoksa kâfir midir?” diye sormuş. Mecliste bulunanların her biri bir şey söylemişse de hiçbiri isabet edememiş.
Bunun üzerine İmâm-ı Âzam, “O kimse mümindir” demiş ve işlediği günahların onu imandan çıkarmayacağını savunmuş.
İmâm-ı Azamın bu tesbiti bir arı için yanında bulunan âlimlere ağır gelmiş ve bir müddet kendisini eleştirmişler; fakat daha sonra hepsi ımâm-ı Azam’a hak vererek görüşünün isabetli olduğunu itiraf etmişler.
Günahkâr bir mümin, can boğaza gelmeden önce tövbe etmeye muvaffak olursa, tövbesinin kabul edileceği vaadine dayanarak onun kurtuluşa ereceğini umarız. Eğer tövbe şerefine eremezse onun işi Allah’a kalmıştır; dilerse onu affederek cennete koyar, dilerse de cehennem ya da başka bir şeyle kendisini günahı kadar cezalandırır. Ama eninde sonunda o kurtuluşa erer ve cennete girer. Zira ahirette Allah’ın rahmetinden mahrum kalmak sadece kâfirlere aittir. Fakat zerre kadar imanı bulunan kimse, işlediği günahlar sebebiyle başta olmasa bile eninde sonunda rahmet ve mağfirete nail olacaktır.
“Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme, bize katından bir rahmet ver, kuşkusuz sen çok bağış yapansın” (Âl-i İmrân 3/8).
İmamet ve Hilafet Konusu
İmamet ve hilafet konusu Ehl-i sünnet’e göre akaid konulan arasında değildir. Ancak Şia’nın bu konuda bazen ifrata bazen tefrite varan görüşlerine karşılık Ehl-i sünnet âlimleri tarafından bu konu kelam kitaplarına alınmış ve meselenin gerçek yüzü ortaya konulmuştur.
Ehl-i sünnet’in belirttiği gibi Peygamberimiz’den (s.a.v) sonra hakiki anlamdaki halife Hz. Ebû Bekir hazretleridir. Ondan sonra Hz. Ömer el-Fârûk, daha sonra Hz. Osman-ı Zinnûreyn daha sonra da Hz. Ali b. Ebû Tâlib’dir. Allah Teâlâ hepsinden razı olsun. Bu sahabilerin üstünlük derecesi de hilafet sırasına göredir.
Başta İmam Şafiî olmak üzere büyük imamların naklettiğine göre Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in üstünlüğü konusunda sahabe ve tabiînin icması vardır. Nitekim Ehl-i sünnet’in öncüsü olan Ebü’l-Hasan Eş’arî, ilk iki halifenin ümmetin diğer fertlerine olan üstünlüğünün kesin olduğunu ve buna ancak cahil veya mutaassıp kimselerin karşı çıkacağını ifade etmiştir.
“Ebû Bekir ve Ömer bu ümmetin en üstün şahsiyetleridir. Beni onlardan üstün gören kimse iftira suçu işlemiş olur ki kendisini iftira cezası gereği kırbaçlarım.” (Ahmed, Fezâilü’s-Sahâbe, 1/182, 300, 336)”Ebû Bekir ve Ömer bu ümmetin en üstün şahsiyetleridir. Beni onlardan üstün gören kimse iftira suçu işlemiş olur ki kendisini iftira cezası gereği kırbaçlarım.”Ahmed, Fezâilü’s-Sahâbe, 1/182, 300, 336)Hz. Ali de şöyle demiştir:
Şeyh Abdülkadir-i Geylânî’nin, el-Gunye adlı eserinde naklettiğine göre Peygamberimiz şöyle anlatır:
“Miraç gecesi Allah Teâladan, benden sonra Ali b. Ebû Tâlib’in halife olmasını istedim. Bunun üzerine melekler bana şöyle dedi:
– Ey Muhammedi Daima Allah ‘ın dilediği olur. Ama senden sonra halife Ebû Bekir olacaktır. ”
Şeyh hazretleri Hz. Ali’den şu sözleri nakleder: “Resûlullah (s.a.v) dünyadan ayrılırken benden söz aldı ve kendisinden sonra Ebû Bekir’in, sonra Ömer’in, daha sonra da Osman’ın halife olacağını ve en sonunda da benim halife olacağımı bildirdi.”
İmam Haşan, İmam Hüseyin’den daha faziletlidir (r.anhü- ma). Ehl-i sünnet âlimleri ilim ve içtihat konulannda Hz. Aişe’yi Hz. Fâtıma’dan (r.anhüma) daha üstün görmüşlerdir. Abdülkadir-i Geylânî (k.s) el-Gunye adlı eserinde Hz. Âişe’yi Hz. Fâtıma’- dan (r.anhüma) üstün tutmuştur.
Bu fakire göre Hz. Âişe (r.anha) ilim ve içtihat konularında Hz. Fâtıma’dan (r.anha) üstün olduğu gibi, Hz. Fâtıma da (r.anha) zühd ve inziva konusunda ondan daha üstündür. Bu sebepledir ki Hz. Fâtıma (r.anha) Betûl diye anılmıştır. Bu kelime “kendini tamamen dünyadan çekip Allah’a veren” anlamındadır. Hz. Âişe (r.anha) sahabenin fetva mercii idi. Hz. Âişe’de (r.anha) sahabenin İlmî konularda karşılaştığı bütün problemlerin çözümleri bulunmaktaydı.
Sahabe Arasındaki Olaylar ve Görüş Ayrılıkları
Cemel ve Sıffın Vakası gibi sahabe arasında cereyan eden bazı hadiseleri değerlendirirken hüsnüzan sahibi olmalı ve bu olayları iyi niyetle açıklamalıdır. Sahâbe-i kirâmı nefsanî arzulardan ve kör taassuptan uzak görmelidir. Zira bu yüce şahsiyetli kimseler, Peygamber Efendimiz’in sohbeti sayesinde nefsanî arzuların girdabından kurtulmuş, taassuptan arınmış şahsiyetlerdir.
Onlar herhangi bir konuda barış ya da sulh yaparlarsa bunu hak uğruna yaparlar. Eğer tartışırlarsa bunu da hak uğruna yaparlar. Birbiriyle savaşan her iki taraftaki sahâbe-i kirâm da kendi içtihadına uymuş ve muhaliflerine karşı cephe alırken hevâ ve taassubun etkisiyle hareket etmemiştir. İsabetli içtihatta bulunanlar iki -bir görüşte on- sevap alırken, hata edenler bir sevap almışlardır. Onların hata edenleri de isabet edenleri gibi kınanamazlar. Onların hata edenlerinin de mükâfat alacağını umarız.
Fakat âlimler bu vakalarda Hz. Ali’yi (r.a) haklı görmüş, muhaliflerinin içtihadını hatalı bulmuştur. Buna rağmen onların kâfir veya fâsık olduğunu söylemek şöyle dursun, kendilerini yadırgamamız bile söz doğru olmaz. Nitekim Hz. Ali (r.a) kendisine muhalif olanlar hakkında bizzat şöyle demiştir:
“Onlar bizim kardeşlerimizdir ama bize isyan etmişlerdir. Kendileri açısından gerekçeleri olduğu için kâfir veya fâsık değillerdir.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 8/173)
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:
“Ashabım arasında cereyan eden hadiseleri dilinize dolamaktan uzak durun!” . (İbn Esîr, en-Nihâye, 2/445..)
Şu halde sahabenin hepsine hürmet göstermeli ve kendilerini hayırla yâd etmeliyiz. Onlar hakkında asla suizanda bulunmamalı ve onların kavgalarının başkalarının barışından daha hayırlı olduğunu düşünmeliyiz.
İşte gerçek kurtuluş yolu budur. Zira sahabeye duyulan muhabbet Peygamber Efendimize (s.a.v) duyulan muhabbetten; yine onlara duyulan nefret de Peygamberimize duyulan nefretleri kaynaklanmaktadır.
Nitekim büyüklerden biri der ki: “Sahabeye hürmet etmeyen kimse Peygamberimiz’e iman etmemiş demektir.”
Kıyamet Alametleri
Peygamberimiz’in haber verdiği kıyamet alametlerinin hepsi hak olup gerçekleşecekleri konusunda en ufak bir şüphe yoktur.
Güneşin olağanüstü biçimde batıdan doğması, Mehdi nin zuhuru, Hz. İsa’nın yeryüzüne inmesi, deccâlin zuhuru, Ye’cûc ve Me’cûc’un zuhuru, dâbbetü’l-arzın çıkması, gökyüzünden çıkıp bütün her yeri saran bir dumanın zuhur etmesi ve insanlara zor anlar yaşatması gibi olayların hepsi haktır. Öyle ki, insanlar yaşadıkları ıstırap ve sıkıntıdan dolayı, “Rabbimiz Bizden artık azabı kaldır çünkü biz artık inanıyoruz!” (duhân 44/12) diyecekler.
Kıyamet alametlerinin sonuncusu da Yemen’in Aden şehrinden zuhur edecek ateştir.
Bir cemaat cehaletleri nedeniyle Hint halkından mehdi olduğunu iddia eden bir kimseyi gerçek mehdi sanmışlardır. Onların iddiasına göre mehdi ölmüş ve bu âlemden göçmüştür. Bu cemaat mehdinin kabrinin Fereh’te olduğunu iddia ediyor. Halbuki konuyla ilgili meşhur ve hatta mütevâtir derecesine varan sahih hadisler bu kimseleri yalanlamaktadır. Bu hadislerde sevgili Peygamberimiz mehdinin alametlerini açıklamıştır. Söz konusu alametler iddia edilen kimsede bulunmamaktadır.
Mesela mehdiyle ilgili hadislerde mehdinin haşinin üstünde bir bulut parçasının dolaşacağı ve buluttan bir meleğin, “Bu kimse mehdidir, kendisine tâbi olun!” (Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, 2/71.)diye sesleneceği bildirilmektedir;
Bir başka hadiste Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur;
“Tarihte dört kişi yeryüzünün bütününde hükümran olmuştur, Bunlardan ikisi mümin diğer ikisi kâfirdir. Zülkarneyn ve Süleyman mümin olanları, Nemrud ve Buhtunnasr da kâfir olanlarıdır, Benim Ali beyt’imden beşinci biri daha (Mehdi) yeryüzünün tamamında hükümran olacaktır. “( İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 6/285)
Bir başka hadiste şu ifadeler yer alır:
“Dünyanın sonu gelmeden önce Allah Teâlâ benim Ehl-i beyt’imden birini gönderecektir. İsmi benim ismime, babasının ismi babanım ismine uyacaktır. Bu şahıs, zulüm ve kötülükle dolu olan yeryüzünü adalet ve güzellikle dolduracaktır. ” (Ebû Davud, nr. 4282)
Bir diğer hadis-i şerifte ise şöyle bildirilmiştir:
“Ashâb-ı Kehf Mehdi’nin yardımcıları olacaktır.”(İbn Hacer,Fethul Bari,6/503)
Mehdi’nin ortaya çıktığı dönemde Hz. İsa (a.s.) yeryüzüne inecektir. Mehdi, deccâle karşı savaşmak ve onu öldürmek için Hz. İsa (a.s) ile birlikte hareket edecektir. Onun hüküm sürdüğü dönemde astronomik hesapların tersine olağanüstü biçimde Ramazan ayının on dördüncü günü güneş tutulması ve yine bu ayın ilk günü ay tutulması olacaktır.
Şu halde insaf etmeli! Hiç Mehdi olduğu iddia edilen ve şu an ölmüş olan bu şahısta söz konusu alametler görülmüş müdür? Mehdi’nin Peygamberimiz’in haber verdiği üzere bunlardan başka daha birçok alameti bulunmaktadır.
Şeyh İbn Hacer el-Heytemî bu konuda bir risale kaleme almış ve beklenen Mehdi’nin 200 kadar alametini açıklamıştır. Mehdi konusu bu kadar açık olmasına rağmen bir cemaatin böyle sapkınlıkta ısrar etmesi cehaletin son kertesinden başka bir şey değildir. Allah kendilerini doğru yola iletsin!
Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya bölündüler. Bunlardan biri dışında diğerlerinin hepsi cehenneme girecektir. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların da biri dışında hepsi cehenneme girecektir.
Bunun üzerine sahâbe-i kirâm,
Yâ Resûlallah! Kurtuluşa eren bu fırka hangisidir, diye sormuş, Peygamberimiz (s.a.v) onlara şöyle cevap vermişti:
Onlar benim ve ashabımın yolunu takip edenlerdir. ” (Tirmizî, nr. 2641)
İşte Peygamber Efendimiz (s.a.v) tarafından kurtuluşa ereceği bildirilen fırka Ehl-i sünnet ve’l-cemaat fırkasıdır. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.v) ve sahâbe-i kirâmın yolunu onlar takip etmektedir.
Ey Allahım! Bizleri Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yolunda sabit kıl, onların zümresine mensup olduğumuz halde canımızı al ve bizi onlarla birlikte haşret.
“Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme, bize katından bir rahmet ver, kuşkusuz sen çok bağış yapansın” (Âl-i İmrân 3/8).
Bir müslüman öncelikle inanç esaslarını düzgün biçimde öğrenmeli. Bunu yerine getirdikten sonra mutlaka gündelik hayatla alakalı olan dinin emirlere uygun hareket etmeli ve Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmalıdır.
Müslüman gevşekliğe meydan vermeden günde beş vakit namazı cemaatle ve tadil-i erkânı gözeterek kılmalıdır. İslâm ile küfür arasını ayıran sınır namazdır. Sünnete uygun şekliyle namaza devam eden kul Allah’ın sağlam ipinden tutunmuş olur. Zira namaz İslâm’ın beş temel direğinden İkincisidir. Birinci direği Allah’a ve Resûlü’ne iman etmek, İkincisi namaz kılmak, üçüncüsü zekât vermek, dördüncüsü ramazan ayında oruç tutmak ve beşincisi Allah’ın evi olan Kâbe’yi haccetmektir.
İslâm’ın bu beş temel esasından birincisi inançla alakalı, diğer dört tanesi de amelle yani uygulamayla ilgilidir. Bütün ibadetler içerisinden en kapsamlı ve en faziletli olanı namazdır. Kıyamet günü kulun sorgusu namaz ile başlayacaktır. Namazın hesabını veren kimse için diğer dinî hüküm ve esasların sorgusu Allah’ın yardımıyla kolay geçecektir.
Allah’ın haram kıldığı şeylerden mümkün olduğunca uzak durmak gerekir. Allah’ın razı olmadığı şeyleri kendimiz için öldürücü zehir gibi görmeliyiz. İşlediğimiz kusurları devamlı hatırlayıp bundan dolayı mahcup olmalı ve pişmanlık duymalıyız.
İşte kulluk yolu budur. Allah Sübhânehû yegâne tevfik bahşedendir. Allah’ın razı olmadığı şeyleri işleyen ve bu halinden dolayı mahcubiyet duyup pişman olmayan kimse inatçı ve azgın biridir. Bu hali neredeyse kendisini dinden çıkartacak ve düşmanlar sınıfına sokacak kadar tehlikelidir.
Kaynak:
İmam-ı Rabbani – Mektubat-ı Rabbani,cild:2 – 67.Mektub
(Semerkand Yayınları)
0 Yorumlar