Sahabe Arasındaki İhtilaflara Genel Bir Bakış ve Tarihçilerin Durumu
İlk başta şu hususun altını çizelim.Ehli Sünnet alimleri, konu hakkında bilgi edinmek,Sahabeye dil uzatanların görüşlerini çürütmek, bu hususta yazılmış kitapları tedris etmek vb. ihtiyaç durumları hariç Sahabe arasında cereyan eden hadiselerde tafsilata girmekten kaçınmanın vacip olduğu görüşündedirler Bizim ise şu günlerde bu mevzuya grmemiz, biraz tafsilata inmemiz, Kitab ve Sünnet nasslarının İşaret ettiği şekilde, ayrıca doğru tarihi bilgiler ve muteber alimlerimizin görüşleri ışığında bu konuyu enine boyuna tahkik etmemiz bir zorunluluk arzetmektadlr, tabii bu makale çerçevesinde bunu gerçekleştirebilmemiz biraz zor olduğu İçin bu konuya genel bir bakış atfetmekle yetineceğiz. Tafsilata İnmek isteyenler Faslul Hitab fi Mevagıfl’l-Ashab İsimli eserimize başvurabilirler.
Alimlerimiz ve Sahabe Arasındaki İhtilaflar
Bu meseleyle ilgili olarak yüzlerce İslam âlimi, görüş-lerini genel bir çerçeve İçinde ortaya koymuşlardır ve bu görüşlerin mazmunu ve mahsulü belli bir noktadadır. Bu sebeple Ehl-I Sünnet’ln önde gelen âlimlerinden sadece üç kişinin görüşlerini nakille İktifa edeceğiz ki bunlar İmam el-Gazzalî, İmam en-Nevevfive imam Ibn Hacer el-Heytemidlr. Nitekim mezkûr âlimlerin görüşleri Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu konudaki görüşlerinin âdeta bir hasılası ve özü niteliğindedir.
İmam el-Gazzalî (r.aleyh), el-iktisâd fi’l-l’tikâd adlı kitabında şöyle der:
“Bil ki insanlar arasında Sahabe ve Hulefa-i Raşidîn hakkında çeşitli şekillerde sınırları aşanlar olmuştur. Kimi Hulefa-i Raşidîn’e övgüde o derece ileri gitmiştir ki neredeyse onların ismetini İddia eder bir noktaya varmıştır. Kimi ise ta’n u teşni’e girişip Sahabe’ye [pervasızca] dil uzatmıştır. Sen sen ol bu iki zümreden olma ve İtikatta orta yolu tut !
“Bil ki, Allah’ın Kitabı, Ensar ve Muhacir hakkında [nice] övgüler içermektedir ve Hz. Peygamber’in de (s.a.v) tevatür derecesine ulaşmış bulunan ve farklı ifadelerle/lafızlarla onları tezkiye ettiği birçok hadisi bulunmaktadır. Mesela bu hadislerden bazıları şun-lardır: “Ashabım yıldızlar gibidir onlardan hangisine tabi olursanız hidayete erersiniz.” “En hayırlı nesil benim dönemimde olanlar, sonra daha sonra gelenlerdir.” Onlar hakkında sahip olman gereken itikat budur. Yine onlar hakkında, hüsn-i zannın gerektirdiği hallere halel getirecek türden haberlerden ve su-i zandan uzak durman gerekir. Onlar hakkında rivayet edilen yergi türünden haberlerin çoğunluğu taassubun çocuğudur ve aslı astarı yoktur. Sahih bir şekilde sabit olmuş rivayetlerin ise mutlaka bir tevili de bulunmakladır, Tevilin olmadığı yerde de (insanoğlunun noksan ile malul olduğu kabilinden) akıl ve mantık bu kadar hata ve sürçmeyi tecviz eder.
“Muaviyenin Hz.Ali (Allah ikisinden de razı olsun) ile kıtali; Hz, Aişe’nln (r.anha) Basra’ya doğru yolu çıkması konusunda bilinegelen şudur: Hz, Aişe (r.anha) fitneyi dindirmek İsteğiyle yola çıkmıştır, ancak İşler yolundan sapmış ve kontrol kaybedilmiştir. Ne diyelim, bazen İşlerin akıbeti, öncesinde murad edilen İstikamette kalmıyor ve çığırından çıkabiliyor.
“Keza Muaviye’nln de, yaptığı işlerde, bir tevile tabi olduğunu, kendince hayırlı bir şeyleri hesab/murad ettiğini düşünmek gerekir. Bu minval haricinde rivayet edilegelen âhâd haberlerin doğrusu-yanlışı birbirine karışmıştır. Uydurma rivayetlerin çoğunluğunun kaynağında ise Rafiziler, Haricîler ve üstüne vazife olmayan meselelere dalmaya pek hevesli tufeyli tipler durur. Bundan dolayı sahihliği sabit olmamış her rivayet karşısında İnkârı kuşanman ve sabit olanlara da güzel bir tevil bulman gerekir. Tevile yol bulamayıp da tıkandığın an üzerine düşen, “Belki [bunun] bir tevili, meşru bir mazereti vardır da künhüne ben vakıf olamadım” demektir.
“Bil ki, bu makamda sen, ya bir Müslüman hakkında su-i zan besleyip, ona ta’n etmek ve yalancı konumuna düşmek ya da hüsn-i zan besleyip dilini ona ta’ndan uzak tutmak ve hatalı konumuna düşmekle karşı karşıyasın. Her halükârda Müslümanlar hakkında hüsn-i zanda bulunup hataya düşmek, onlara ta’n edip doğruyu ummaktan/bulmaktan daha selim bir yoldur. Mesela bir kimse Şeytan’a, Ebû Cehil’e, Ebû Leheb’e veya kötülerden herhangi bir kötüye ömür boyu lanet etmemiş olsa bile onun bu sükutu kendisine bir zarar vermez. Ama bir Müslümana, bir kerecik olsun, Allah katında beri olduğu bir şeyi isnad eder de ona dil uzatırsa kendisini helake arzetmiş olur. Üstelik insanlar hakkında bilinen kötü hasletleri dile getirmek cevaz bulmamış bir husustur. Zira şeriat gıybeti şiddetle menetmiştir. Dile getirilen şeyler, gıybeti edilen kişide muhakkak olsa bile bu durum yine de yasaklanmıştır.
“Bütün bu açıklamaları dikkatle okuyan kimse, tab(iyat)ında fuzulî işlere meyyal bir taraf yoksa, sükutu kendine düstur edinir ve ezcümle bütün Müslümanlar hakkında hüsn-i zannı elden bırakmaz, bütün selef-i salihin hakkında da dili ancak övgüye döner. Sahabe’nin geneli hakkındaki sözün/hükmün ana ekseni de bu çerçevededir.”
İmam en-Nevevî (r.aleyh), Şerh-I Müslim (15/144- 146)’da şöyle der:
“Osman (r.a)’ın hilafeti icmâ ile sahihtir ve mazlum olarak şehit edilmiştir. Onu öldürenler ise fasıktırlar. Zira katli gerektiren sebepler bellidir ve Osman’dan da katledilmesini gerektirecek hiçbir şey sadır olmamıştır; ayrıca Sahabe’den hiç kimse onun katline iştirak etmemiştir. Onu şehit edenler, birtakım seciyesiz kabile mensupları, birtakım rezil ve sefih kimseler ile barbar ayak takımıdır. Bunlar kendi aralarında hizipleşmiş ve onu öldürmek için Mısır’dan gelmişlerdir. Sahabîler onlara güç yetirememiş ve böylece Hz. Osman belli bir zaman muhasara altında tutulduktan sonra bu kimseler tarafından şehit edilmiştir.
“Hz. Ali (r.a)’ın da hilafeti icmâ ile sahihtir. Döneminin tek halifesidir ve ondan gayrı kimsenin [onun karşı-sında] halifeliği söz konusu değildir.
“Hz. Muaviye (r.a)’a gelince; adaletli, fazilet sahibi ve Sahabe’nin seçkinlerindendir. Hz Ali (r.a) ile aralarında vuku bulan savaş, her iki tarafın kendisine göre doğru yolda olduklarına inandıkları bazı sebeplere müstenittir. Allah hepsinden razı olsun, onların tamamı adalet sahibidirler. Aralarında vuku bulan şeyler, onların hiçbirinin adalet sıfatını düşürmemiştir. Zira onların hepsi ictihad etmiş/müctehid kimselerdir ve içtihada mahal olan noktalarda ihtilaf etmişlerdir. Bazı müctehidlerin bir takım kimselerin öldürülmesinin caiz olup olmadığı hususunda ve buna benzer meselelerde yaptıkları ictihadlar sonucu ihtilaf etmeleri gibi ki en nihayetinde bu durum onlara bir eksiklik getirmez.
“Şunu da bil ki, bu savaşların sebebi, [o günkü] hadi-selerin son derece karışık/kapalı, içinden çıkılmayacak derecede benzeşik olmasıdır. Bu kapalılık ve benzeşme sonucunda ictihadlarında ihtilaf etmiş ve sonuç olarak üç gruba ayrılmışlardır:
“Birinci grup; bunların içtihadına göre kendileri haklı-dırlar ve karşılarında duranlar ise baği taraftır. Bu durumda imamı destekleyip ona karşı çıkanlarla savaşmanın vacip olduğuna inanmışlar ve öyle de yapmışlardır. Nitekim bu düşüncede olan bir kimsenin adil imama yardımdan geri kalıp bağilere karşı savaşmaması inancı gereği caiz değildir.
ikinci grup; bunların tam tersine, hakkın kendi taraflarında olduğunu ve karşılarında duranların baği konumunda bulunduğunu, dolayısıyla onlarla savaşmanın vacip olduğunu, yine ictihadları sonucu, düşünenlerdir.
“Üçüncü grup; bu gruptakiler için mesele vuzuha kavuşmamış ve hangi tarafa katılmaları gerektiği noktasında işin İçinden çıkamayınca ne bu tarafa ne öteki tarafa katılmışlar, bilakis her iki taraftan da uzak durmuşlardır. Onların bu uzak duruşları/itizalleri onlar hakkında vacip olan bir durumdur. Zira bir müslümana karşı kıtale yeltenmek, ortada meşru ve apaçık sebepler olmadıkça haramdır. Şayet ictihadlarında iki taraftan birine katılmaları gerektiği sonucuna ulaşsalardı, haklı olan tarafa katılmak ve bağilere karşı savaşmaktan imtina edemezlerdi. Dolayısıyla Allah cümlesinden razı olsun hepsi mazurdurlar. Bu sebeple Ehl-i hak ve icmâ’ın kendileriyle akdolunduğu âlimler, onların şahitlikleri ve rivayetlerinin makbul, ayrıca adaletlerinin kâmil olduğu konusunda ittifak etmişler-dir. (İmam en-Nevevî’den alıntımız buraya kadardı.)”
Burada şu hususun altını çizmek isterim: Her iki tarafa katılmayıp fitneden uzak duran üçüncü grup Sahabe’nin kahir ekseriyetinin içinde olduğu gruptur. Nitekim Ibn Kesir el-Bidaye ve’n-Nihaye (7/265)’de Ibn Teymiyye Minhacu’s-Sünne (6/236)’da şöyle demişlerdir: Cumhur-u Sahabe’nin ve en faziletlilerinin fitneden uzak durduğu en sahih senedlerle sabit/malum olan bir husustur. Nitekim Muhammed b. Sîrîn’in şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Fitne ateşi tutuştuğunda, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Ashabı on bin kişi kadar idi; ancak savaşa karışanların sayısı yüz kişi, belki de otuz kişi değildi.”
Ibn Hacer el-Heytemî ise, es-Sevâiku’l-Muhrika isimli eserinde (214) şöyle der:
“Sahabe arasında meydana gelen hadiseler karşısında dilimizi tutmamız vaciptir. Bu hususta tarihçilerin mugalata nevinden haberlerinden ve özellikle de cahil Rafızîler ile bidat ehli bir takım kimselerin Sahabe’den herhangi birine ta’n amaçlı uydurmalarından olabildiğince uzak durmak lazımdır. Değil mi ki Hz. Peygamber (s.a.v): “Ashabım zikrolunduğu zaman dillerinize hâkim olun” buyurmuştur.
“Binaenaleyh bu konuyla ilgili herhangi bir şey duyan kimsenin, onu iyiden iyiye tahkik etmesi gerekir. Yoksa onlarla ilgili olarak bir kitapta bir şey gördü, ya da herhangi bir şahıstan bir şey duydu diye bunu hemencecik onlar hakkında sabit olmuş bir habermiş gibi kabul etmemesi, bilakis meseleyi iyice araştırması ve haberin sıhhati var mıdır yok mudur bundan emin olması lazımdır. [Sıhhatinden emin olduğu bir şeyi de] en güzel şekliyle tevil etmeli ve en güzel çıkış yollarına hamlet- melidir ki onlar, buna hakkıyla layık kimselerdir. Nitekim faziletleri ve emsalsiz hüsnühalleri söze hacet bırakmayacak derecede açıktır. Bu konuyu tafsil etmek ise hayli zaman ister.
“Aralarında vuku bulmuş münazaalar ve muharebelerin de elbet bir tevil ve tefsiri vardır.
“Onlara dil uzatmak, onlara ta’n etmek ise, eğer Hz. Aişe’ye (r.anha) iftira etmek veya babası Hz. Ebû Bekir’in (r.a) sahabîliğini inkâr etmek gibi kat’î delillerle sübut bulmuş durumlara muhalif ise apaçık küfürdür. Yok eğer bundan maada bir dil uzatma söz konusu ise o zaman da bu [ilk dillendirenin, sonrasında her dillendirenin günahına ortak olacağı türden bir] bidattir ve fasıklıktır.”
Tarihçiler ve Sahabe ile ilgili Asılsız Rivayetler
Tarih kitaplarında Sahabe’ye ta’n eden ve onların şanına halel getirebilecek türden rivayetlerin çoğu yalan olup asılsızdır. Bu hususla ilgili olarak ilerleyen sayfalarda tarihçileri üç kısma ayıracağız.
Dikkat edilirse İmam el-Gazzalî, Ibn Teymiyye, Ibn Hacer el-Heytemî gibi âlimlerden naklettiğimiz yuka-rıdaki ifadelerin, tarih kitaplarında yer etmiş olan Sahabe hakkındaki ta’n ve ayıplayıcı haberlerin çoğunun yalan ve itimat edilemez olduğu noktasında birleştiği görülür, özellikle bu noktaya vurguda bulunmuşlardır. Zira tarihçiler, naklettikleri rivayetlerin tümünde doğru ve sağlıklı bir yol takip etmemişlerdir. Onlardan hiçbiri de konuyla ilgili rivayetlerinin dosdoğru, arı-duru tarihî gerçekler olduğunu söylemiş değildir. Dolayısıyladır ki bu hususta tarihçileri üçe ayırmak gerekmektedir:
1- Birinci grup, dindarlığın ve Allaha yaklaşmanın âdeta Sahabe ve selef-i salihini istihkar edici, onları küçük düşürücü türden hadisler peydahlamakla tamama erebileceğine kani olanlardır. Ebû Mihnef Lut b. Yahya, Hişam el-Kelbî bu grubun ilk misalleri. Murucu’z-Zeheb müellifi el-Mes’udî’yi ve el- Ya’kubî’yi de bu gruba ilhak etmek mümkündür. Şiâ ve Rafızîlerin, Sahabe ve Sahabe tarihi hakkında kitaplarına dercettikleri haberlerin neredeyse tamamı bu kabildendir.
Yine el-imâme ve’s-Siyase adlı eser de bu kabil olup ibn Kuteybe’ye nisbet edilmesi, Faslu’l-Hitab isimli eserimizde de açıkladığımız üzere tamamen asılsızdır.
2- İkinci grup tarihçiler ise İmam İbn Cerir et-Taberî, İmam ibn Asâkir, el-Hafız Ibn Kesir gibi dini bütün, emanet ve insaf ehli, ilim sahibi kimselerdir. Bunlar her mezhep ve meşrepten tarihçilerin haberlerini derlemeyi insafın ve emanetin bir gereği olarak görmüşlerdir. Mesela fanatik bir Şiî olan Ebû Mihnef Lut b. Yahya ile mutedil bir Şiî olan Seyf b. Ömer el-lrakî’nin rivayetlerini [göz önünde bulundurulsun ve bilinsin diye] kitaplarına almışlardır.
Bu grup, hepsinde olmasa bile rivayetlerinin çoğunlu-ğunda rivayetlerin senedlerini de kitaplarında zikret-mişlerdir. Ta ki herhangi bir araştırmacı/okuyucu riva-yetiyle birlikte o haberi rivayet eden ravinin de kim ve ne hal üzere olduğunu iyiden iyiye tahkik edebilsin ve eleştirisini de somut bir şekilde ortaya koyabilsin, işte böyle yapmakla sorumluluğu kendi uhdelerinden çıkardıklarına ve “Sorumluluk ravinin uhdesindedir”; “Sana bir şey isnad eden sana sorumluluk yüklemiştir” kaideleri fehvasınca bu sorumluluğu ravilere yük-lediklerine inanmışlardır. Nitekim mütekaddim “hadis hafızları/âlimleri”, -ibn Hacer el-Askalanî’nin dedediği gibi- senedi zikretmeyi, haberin/metnin ne olup olmadığının beyanı [senedi, âdeta haberin aynası] ve [yer yer] içeriğine atf-ı nazardan müstağni kılacağını varsaymışlardır. Zira o dönemlerde “llm-i Isnad” kemalinin zirvesinde yaşamaktadır.
Yine bu grupta yer alan tarihçiler, nakletmiş oldukları tarihî haberlerde kesinkes doğruluk aramadıklarını açık bir şekilde ifade etmişlerdir.
Nitekim İmam et- Taberî tarih’inin mukaddimesinde şöyle demektedir: “Bu eserimde yer verdiğim geçmiş(tekiler)le ilgili, doğruluk namına aslı astarı olmadığı için okuyucuda nefret uyandıran, işitenin kulaklarını tırmalayan ve gerçekte doğruluk payı da bulunmayan bazı rivayetler, bilinmelidir ki bizim cenahımızdan gelmiş şeyler olmayıp, bilakis bazı nakilan-ı ahbardan tarafımıza ulaşmıştır ve biz de, bize her nasıl ulaştı ise öylece rivayet etmişizdir…”
Yine şöyle demiştir: “Bizim bu eseri telif ederken bu tür rivayetlere yer vermekliğimiz, ihticac ve istidlal kastına matuf değildir.”
İbn Kesir de Tarih’inde Ebû Mihneften çokça nakiller-de bulunmuş ancak şu ihtarı da gözler önüne koy-muştur: “Ebû Mihnef, bir Şiî’dir, ümmetin nazarınca hadis konusunda “zayıftır (daîfu’l-hadis).” “Rivayet ettiği şeylerde, özellikle de Şiîlik konusundaki rivayetlerinde son derece güvenilmezdir (müttehemun).” El- Bidâye ve’n- Nihaye (81202-274)
İşte bu sebeplerle Ebû Mihnef ve el-Kelbî gibi ravilerin tarih kitaplarında isimlerinin geçtiğini görmekteyiz. Bununla beraber bu ikinci grup tarihçiler, sık sık haberin sahihlik, zayıflık ve uydurma olma gibi durumlarına dikkat çekmişlerdir. Ibn Kesir bu hususta en fazla paya sahip olanlardandır. Zira bazı rivayetlerinde “Bunun sıhhati yoktur”, “Bu münkerdir”, “Bu Sahabe’nin adaletine muhaliftir” gibi uyarılarını görmekteyiz.Bu tereke bize, bizim tarihimizdir diye ulaş(tırıl)mış değildir. Bilakis tarihimizin içinden satır satır süzülüp çıkarılacağı zengin bir araştırma kaynağıdır.
3. Üçüncü grup tarihçiler, hiçbir araştırma ve tahkik zahmetine katlanmadan, doğru mudur yanlış mıdır endişesini taşımadan şuradan buradan kotardıkları rivayetleri, metinlerini senedlerinden kopararak ve bunları sanki de müsellem tarihî gerçeklermiş gibi kitaplarına derceden ve böylelikle de insanların -hatta bazen en değerli âlimlerin bile- hakikat noktasında kafasını karıştıran kimselerdir, öyle ki -bu pek hoş, nahoş mu demeliydik- maharetleri sonucunda çoğu doğruluktan zerre miskal nasibini almamış uydurmalar, insanlar arasında ve hatta yer yer İlmî ortamlarda dahi tartışma götürmez gerçekler haline dönüşmüştür.
Suyûtî’nin Târihu’l-Hulafâ’sı, Şeblencî’nin uydurma rivayetlerle dolu olan Nuru’l-Absâriı, Türk tarihçi Asım Köksal’ın büyük hacimli İslam Tarihi bu grubun içinde anılacaklardandır. Örneğin Asım Koksal, İslam Tarihi adlı eserine ne bulduysa koymuştur. İlmî tahkikten hiç nasiplenmemiş dense sezadır, özellikle de Kerbela Vakası’na ayırdığı bölüm bu kabildir. Binaenaleyh bu üçüncü grup tarihçilerin eserlerinden ve içindeki rivayetlere itimattan şiddetle kaçınmak gerekir.
Tarihçilerin bu şekilde taksime tabi tutulmasının sebebine ve bunun Sahabe’yle ilgili boyutuna gelince: Sahabe arasında cereyan eden ihtilaflar, savaşlar ve ilgili hallerin tedvini, yani bu olayların yazıya geçirilmesi geç bir döneme denk gelir. Bu olayları tedvin edenlerin geneli de bidat ehli kimselerdir. Nasr b. Müzâhim el-Minkarî, Ebû Mihnef Lut b. Yahya ve onun tabakasından olan emsalleri gibi ki bunlar, özel anlamda Hulefa-i Raşidîn tarihini ifsat eden, genel anlamda da Sahabe tarihini çarpıtıp bulandıran kimselerdir. Bunlardan sonraki dönemlerde el-Ya’kubî, el-Mes’udî ve el-lmame ve’s-Siyase adlı eserin sahibi ve benzerleri gelir.
İşte sözünü ettiğimiz batıl rivayetler onlar nezdinde âdeta sıhhat bulmuş, aksi de batıl addedilmiş, bu da yetmezmiş gibi bu rivayetlere eklediklerini de eklemişlerdir.
… Hadis rivayetlerinde olduğu gibi tarihî rivayetlerde de cerh ve tadil’in hakkıyla işletilmemiş olması, tarih-çiler hakkında işaret olunması gereken bir başka önemli eksikliktir…
Bu tarihçilerin başında da Ibn Cerir et-Taberî gelmektedir. Sıffîn savaşı ile ilgili “ehl-i heva”nın ekmeğine yağ sürecek türden rivayetlerin tamamını Tarihine koymuştur.
Ondan sonra gelen el-Kâmil fı’t-Tarih sahibi Ibnü’l- Esir ve benzeri çoğu eski ve yeni tarihçiler de Hulefa-i Raşidîn tarihini işlerken ekseriya Ibn Cerir’in Tarihinden istifade etmişlerdir. Ancak bu istifade işlene metin ne de sened kritiği yapmadıkları gibi, kimin hakkında ve neler yazdıklarını da sorgulamamış, mademki Ibn Cerir rivayet etmiştir, [öyleyse doğrudur] deyu rivayet edilen haberin ne idüğünü pek önemsememişlerdir.
Buraya kadar anlattıklarımız Sahabe tarihine musallat olmuş arızaların bir bölümüdür. Maalesef bir çok çağdaş müverrih de bu hatalara düşmüştür, örneğin Haşan İbrahim Haşan Tarihu’l-lslâm, Muhammed Hıdır Beg Tarihu’d-Devleti’l-Emeviyye ve Tarihu’d- Devleti’l-Abbasiyye ’de ve bunlar gibi birçok tarihçi sözünü ettiğimiz maluliyet sebebiyle mahza tarihî hakikatleri anlamanın önünde bir engel olmuşlardır.
Son olarak, muhakkik âlimlerin araştırmacılara tavsiyesi, tarih kitaplarında görüp okudukları her habere kani olmamalarıdır. Hafız muhaddislerin sözleri ve rivayetleri hariç ki, eğer rivayetin senedini ve ravileri- nin hallerini açıklamış iseler, yahut sikâ kimseler onlardan rivayet etmişse durum değişir.
Sözün özü tarih kitaplarını okuyan kişinin son derece ihtiyatlı ve uyanık olması gerekir.
Sahabe Arasında İlk ihtilaf Noktası
İslam tarihi kitaplarına muttali olanlar bilirler ki Sahabe arasında ihtilafa sebep olan ve bilahare tatsız hadiselerle sonuçlanan ilk olaylar, Hz. Osman’ın katli meselesi ve Hz. Ali’nin hilafeti karşısında bazı kimselerin ihmalkâr davranmasıdır. Buna sebep de Hz. Osman’ın kanının yerde kalmaması talebi ve katillere bir an önce hak ettikleri cezanın verilmesi isteği olmuştur.
Zira aralarında Hz. Aişe, Talha, Zübeyr, Muaviye ve başka kimselerin de olduğu -Allah hepsinden razı olsun- Sahabe’den bir grup Hz. Osman’ın katillerinin izinin sürülmesi ve bir an önce bulunarak Allah’ın emri gereği kendilerine kısas uygulanması gerektiğine inanıyorlardı. Sahabe arasında, Hz. Ali’nin Hz. Osman’ın katillerini koruduğunu ve onların kısas gereği öldürülmelerine engel olduğunu düşünenler de olmuştur.
Bunun yanı sıra Hz. Ali ve beraberindekiler ise bu işin bu kadar kısa bir sürede yapılabileceği kanaatinde değillerdi. Katillerin yakalanabilmesi için, buna güç yetirebilecekleri bir ortamın oluşması gerektiğine inanan Hz. Ali, kendisinden Hz. Osman’ın katillerine hemen kısas uygulamasını isteyenlere şöyle diyordu: “Bizim onlara değil, onların bizlere hâkim/baskın olduğu bir güruha neyleyim? İşte köleleriniz bile onlarla birlikte ayaklandı; bedevileriniz/köylüieriniz dahi onlarla birlikte sabitkademler. Aranıza karışmış durumdalar ve sîzlere diledikleri şekilde kötülük etmekten geri kalmıyorlar.” (Bkz. Ibn Esîr, el-Kâmil, 9/195)
… Hz. Ali kendisine biat edildikten sonra Hz. Osman’ın katilleri hususunda yapılması gerekeni, şu iki sebebe müstenit olarak geciktirmiştir:
1-Hz.Ali bu işi yapabilmeleri için insanların birleşmesi ve aralarında ittifakın tam olarak sağlanmasını beklemiştir. Zira Hz. Ali, isyancıların ve taraftarlarının sayıca çokluğu ve kendi ordusuna da karışmış oldukları gerçeğinden hareketle, bu işe hemen girişmesi halinde, Müslümanların birliğini ve düzenini sağlayan hilafet müessesesinin de sarsılacağına ve daha büyük zararlara yol açılacağına inanmıştır.
2-Hz.Ali, Hz. Osman’ın velilerinden birinin gelip onun kan hakkını talep etmesini ve böylece şeriatin hükmü neyi gerektiriyorsa öylece hüküm vermeyi beklemiştir. Zira yalın bir söz ya da tahkik edilmemiş bir fiil sonucu veya velinin/davacının şikâyeti olmadan, davalının da savunmasına kulak verilmeden ve deliller açık bir şekilde ortaya konulmadan hüküm vermenin İslam’da yeri yoktur.
Hz. Ali, kendisine biatin tamamlanmasından sonra illere valilerini tayin etmiş, ancak bazı bölge ahalileri onun gönderdiği valilere, Hz. Osman’ın katillerini öldürmeden size biat etmeyiz, diyerek biattan geri durmuşlardır.
Hz. Muaviye de Hz. Ali’ye biattan imtina edenlerdendir. Fakat onun biat etmemesinin sebebi, hilafet hususunda bir hak iddia ettiği, yahut Hz. Ali’nin halifeliğine karşı çıktığı için değildir. Zira hiç kimse Hz. Muaviye’nin böyle bir sebepten dolayı biattan kaçındığını rivayet etmemiştir. O ve kendisiyle birlikte Amr b el-Âs gibi bazı kimseler, ehl-i hail ve’l- akd olan Sahabelerin farklı beldelere yayılmaları ve çok azının bu biata katılmış olmaları nedeniyle Hz. Ali’ye yapılan biatin geçersiz olduğunu düşünmüşlerdir. Biat ise ancak ehl-i hail ve’l-akd’in tamamının ittifakıyla mümkündür…
Hz. Muaviye ve diğer bazı kimseler henüz daha Müslümanların bir kaos içinde bulundukları, öncelikte Hz. Osman’ın katillerinin hakkından gelinmesi ve daha sonra bir baş seçilmesi gerektiği kanaatini taşımışlardır. Yine Hz. Osman gibi bir insanın kanının yerde bırakılmasını ve katillerinin bulunması işinin geciktirilmesinin imamet/hilafet müessesesine halel getireceğini ve dileyenin dilediği zaman Müslümanların kanını akıtmaya cüret etmeye götüreceğini düşünmüşlerdir.
Bu görüş ayrılıkları, aynı zamanda Cemel ve Sıffîn vakalarının yaşanmasına bir mukaddime olmuştur.
Cemel Vakası
Kısaca Cemel vakası şöyle gelişmiştir:
Teşrik günlerinden sonra, Hz. Osman öldürüldüğünde, mü’minlerin anneleri olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in hanımları, fitneden uzak kalmak için o yıl hacca gitmişlerdi, insanlar arasında Hz. Osman’ın katledildiği haberi yayıldığında haclarını tamamlamış ve Mekke’den Medine’ye doğru yola çıkmış bulunan ümmehat-ı mü’minin, insanların ne yapacağını ve ortalığın yatışmasını beklemek üzere Mekke’ye geri dönmüşlerdir. Hz. Talha ve Zübeyr de Hz. Ali’ye biat edildikten sonra umre için kendisinden izin istemiş ve o da kendilerine izin verince Mekke’ye doğru yola çıkmışlar, büyük kalabalıklar da onların peşisıra hareket etmiştir. Yolda Hz. Aişe ile karşılaşmışlar ve Basra’ya gidip Müslümanlar arasında birliği sağlamak ve onları tek bir çatı altında toplayıp kargaşa sonucu birbirlerine karşı savaşmalarını önlemek ve bilahare Hz. Osman’ın kan hakkını talep etmek ve katillerini öldürmek üzere ittifak etmişlerdir.
Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr’in Basra’ya gittikleri haberi Hz. Ali’ye ulaşınca bunu kendi idaresine karşı bir hareket olarak görmüş: onlarla anlaşmak ve ittifak yapmak üzere Basra’ya gitmiştir. Basra’ya vardıkla-rında değerli sahabî el-Ka’ka’ b. Amr et-Temimî iki taraf arasında hakemlik ve arabuluculuk görevini üst-lenmiş, iki taraf da bunu kabul etmiş ve Hz. Osman’ın katillerine kısas uygulamak üzerinde anlaşmışlardır. Gönüller yatışmış ve o geceyi daha önce geçirmedikleri en hayırlı gecelerden biri olarak geçirmişlerdir. Aralarında Abdullah b. Sebe münafığının da bulunduğu Hz. Osman’ın katilleri olan fitneciler güruhu ise geçirebilecekleri en kötü geceyi yaşamışlardır. Bütün geceyi de tartışarak ve ne yapabileceklerini müzakere ederek geçirmiş ve en sonunda gizlice bir savaş çıkarmak hususunda anlaşmışlardır. (Bkz. Taberî, et- Tarih, 5/202); ibn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/38)
ibn Teymiyye, Minhacu’s-Sünne adlı eserinde şöyle demektedir: “Ehl-i ilim bilirler ki, işin başında ne Talha ile Zübeyr, Ali’ye karşı, ne de Ali onlara karşı savaşmak niyetindeydi. Ne var ki, Cemel vakası ne Ali’nin ne de onların iradesi doğrultusunda gelişti. Zira onlar sulh için bir araya gelmiş ve Hz. Osman’ın katillerine gerekli cezayı vermek üzere ittifak etmişlerdir.
Ne var ki Hz. Ali’nin ordusu içinde bulunan katiller, daha önce yaptıkları gibi tekrardan yeni bir fitne alev-lendirmek üzere kendi aralarında anlaşmışlar ve Talha, Zübeyr ve onlarla birlikte olanlara saldırmışlardır. Onlar da kendilerini savunmak amacıyla karşılık vermişlerdir. Fitneciler, Hz. Ali’ye, ilk saldırıyı Talha ve Zübeyr ile taraftarlarının başlattığı izlenimi vermişler, o da kendini savunmak amacıyla karşı tarafa hamle yapmıştır. Böylece iki tarafın da amacı kendini savunmak, saldırıları boşa çıkarmak olmuştur, savaşı başlatmak değil. Bu meseleyi Siyerle iştigal eden ilim ehli birçok kimse böylece nakletmiştir.”
İşte bu fitne böylece alevlenmiştir, ilk fitneyi Hz. Osman’ı öldürmekle çıkaranlar, bu olayın öncesindeki ve sonrasındaki fitnelerin de elebaşıdır. Cemel vakasının özeti budur.
Sıffîn Vakası
Hz. Ali (r.a) Cemel vakasından sonra Basra’dan Kufe’ye doğru yola çıkar ve 12 Recep Pazartesi günü Kufe’ye varır. Cerir b. Abdullah el-Becelî’yi, Şam’da bulunan Muaviye’ye gönderir ve onu itaate davet eder. Muaviye de Sahabe’nin önde gelenlerini, ordu komutanlarını ve Şam’ın ileri gelenlerini toplayıp Hz Ali’nin talebi konusunda kendileriyle istişare eder. Onlar da: “Hz Osman’ın katillerini öldürmediği ya da onları bizlere teslim etmediği müddetçe ona biat etme” derler. Cerir, bu haberle Hz. Ali’nin yanına döner. O da Kufe’de yerine Ebû Mes’ud Ukbe b. Amir’i bırakıp Şam’a doğru yola çıkar ve -Irak’tan gelirken Şam’ın ilk yolu- olan en-Nahîle mıntıkasında kamp kurar. Her ne kadar bazı kimseler Kufe’de kalıp başka binlerini Şam’a göndermesini salık vermiş olsa da Hz. Ali bunu kabul etmez. Bu arada Muaviye, Hz. Ali’nin hazırlık yapıp bizzat ordusunun başında onunla savaşmak üzere yola çıktığı haberini alır. Bazı kimseler, Muaviye’ye, onun da bizzat ordusunun başında yola çıkmasını salık verirler ve o da öyle yapar. Şam orduları Fırat nehrine yakın Sıffin nahiyesine varırlar. Hz. Ali de ordusuyla o bölgeye doğru yönelir ve savaş Hicri 36 senesi Zilhicce ayında başlar. Hicri 37 senesi Muharrem ayında sulh olur ve savaş son bulur.
Bu savaşın kayda değer en önemli özelliği her iki tarafın da savaştaki asil cesaretleri ve barış sonrası birbirlerine karşı gösterdikleri asil tavırlardır. Yine bu savaşta Hz. Ali tarafında olan Ammar b. Yasir de öldürülmüş ve onun ölümüyle birlikte Muaviye’nin hata üzere olduğu ortaya çıkmıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v) Ammar’a: “Seni baği topluluk öldürecektir” buyurmuştur. Ammar (r.a)’ın cenaze namazını her iki taraf da kılmıştır.
ibn Hacer el-Askalanî şöyle demektedir: “Ammar’ı baği taifenin öldüreceğine dair Hz. Peygamber (s.a.v)’den nakledilen hadisler mütevatir derecesin-dedir. Yine âlimler, Ammar (r.a)’ın SıffTn vakasında ve Hz. Ali taraftan olarak öldürüldüğü hususunda ittifak etmişlerdir.”
Daha sonra iki taraf tahkim hususunda anlaşmışlar; Hz. Ali tarafını Ebû Musa el-Eş’arî ve Hz. Muaviye tarafını da Amr b. el-Âs temsil etmiştir. Tahkim için Hicri 37 senesi Sefer ayının 13’ünde bir karar metni tahrir edilmiştir. Bu karara göre hakemler, Devmetu’l-Cendel bölgesinin Ezrah denen mevkiinde ve Ramazan ayında vermiş oldukları kararı açıklayacaklardır.
Hakemler anlaşılan yerde bir araya gelmiş ve iki taraf arasındaki şiddetli ihtilaflar sonucunda kararı Bedir Ehli’nden olan ve Sahabe’nin büyüklerinden diğer bazı kimselerin istişaresine bırakmak üzere anlaşmışlardır. Ebû Bekr b. el-Arabî’nin el-Avasım Mine’l-Kavasım’da; ibn Hacer el-Askalaninin de Fethu’l-Barî’de dediği gibi hakem olayı bu şekilde sonuçlanmıştır.
Tarih kitaplarında anlatılan, iki hakemin de Hz. Ali ile Hz. Muaviye’yi halifelikten azletmek üzere anlaştıkları, Amr b. el-Âs’ın, Ebû Musa el-Eş’ariye önceliği verip onun Hz. Ali’yi azlettiği ama Amr’ın Muaviye’yi azletmediği ve böylelikle hile yaptığı, Ebû Musa’yı kandırdığı şeklindeki rivayetler aslı astan olmayan yalanlardır. Bunlar da katmerli bir yalana olan Ebû Mihnef Lut b. Yahya’nın rivayetleridir.
İki Taife Hakkında Varit Olmuş Hadisler
Hz. Peygamber (s.a.v)’in Ashabının genel ahvaline; ihtilaf esnası ve sonrasında her iki taifenin birbirlerine karşı tavırlarına ve de Hz. Peygamber’in iki taifeyle ilgili varit olmuş hadislerine muttali olan kimse şunu hakkıyla anlar ki her iki taraf da, her ne yapmışlarsa bunu davalarına iman ile ve bütün ihlaslarıyla yapmış; yaptıklarından geri kalmanın caiz olmadığına, bilakis ifası gereken dinî bir vecibe olduğuna inanmıştır. Taraflardan hiçbiri de ne dünyevî bir menfaat ne de şahsî bir çıkar elde etmek garazıyla hareket etmiş değildir.
Aynı şekilde, her iki tarafa iştirak etmeyip savaşlardan uzak duran üçüncü taifenin de bunu imanları ve ihlasları gereği yaptıklarını ve bunu yaparken onların da dinî saiklerle hareket ettiğini anlar. Nitekim onların her iki taifeden de uzak duruşları ne korku ve korkaklıktan ne de güçsüzlük ve aczi- yetten kaynaklanmıştır.
Yine şunu da anlar ki her üç taife, bu kararlarına, doğru olduğuna inandıkları ictihadları sonucu varmış, ondan sonra dilleri ve duruşlarıyla bu kararlarını müdafaa etmişlerdir.
Son olarak da şunu anlar ki,her üç taifenin yeki diğerini ne tekfir etmiş ne de dalalet ve fısk ile itham etmiştir. Bilakis sadece hatalı olduğunu söylemiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v)’den bu konuda varit olmuş hadislerin bazıları ise aşağıdaki gibidir:
Hz. Hasan (r.a) hakkında Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Benim şu torunum bir sey- yid/efendidir. Umulur ki Allah Teâlâ onunla iki Müslüman taifenin arasını ıslah eder.” (Buharî, Kitabu’l-Fiten, Hadis no: 7109)
Hz. Hasan’ın aralarını ıslah etmiş olduğu iki taife ise Hz. Ali ile Hz. Muaviye’nin taifesidir. Hz. Peygamber (s.a.v) söz konusu bu hadisinde her iki taifeyi de Müslümanlar olarak anmış; onlardan herhangi bir taraf hakkında cerh’i çağrıştırır bir tanımlama kullanmamıştır. Oysa ki Haricîleri tanımlarken, diğer bazı hadislerde görüleceği gibi onların (okun yaydan çıkacağı gibi dinden) çıkacaklarını belirtmiştir. Yine Hz. Peygamber (s.a.v) bu hadisinde, sulha vesile olması, bunu gerçekleştirmesi dolayımında Hz. Hasan’ı övmüştür. Hz. Hasan’ın yaptığı ise halifeliği Muaviye’ye bırakmasıdır. Dolayısıyla hadis, halifeliğin Muaviye’ye bırakılması ve Muaviye’nin halifeliğine de bir övgü niteliği taşımaktadır… diyebiliriz.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v): “Davaları (davetuhuma) aynı olan iki büyük topluluk birbirleriyle büyük bir savaş yapmadıkça kıyamet kopmayacaktır” buyurmuşlardır. (Buharî, Hadis no: 7121) Bir rivayette ise “Davaları (davahuma)” şeklinde geçmektedir.
Âlimler bu hadiste geçen savaşı, Hz. Ali ile Hz. Muaviye toplulukları arasında cereyan eden savaşa yormuşlardır. Hadiste geçen “dava ya da davet” keli-melerinden murad ise her iki tarafın da kendilerinin hak üzere olduğu davasını gütmesi ve insanları buna davet etmesidir. Yoksa bundan murad, ibn Hacer’in de Fethu’l-Barî’de belirttiği gibi [bir taraf Müslüman diğer taraf kâfir şeklinde bir] Müslümanlık iddiası değildir. Eğer murad bu olsaydı Hz. Peygamber, “davaları aynı olan” demek yerine “dinleri bir olan” ya da yukarıda geçen Hz. Hasan’la ilgili hadisinde de olduğu gibi, “iki Müslüman taife…” derdi.
Diğer bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Müslümanlardan bir topluluğun ara-sından bir taife, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacak ve onu iki taifeden, hakka daha evla olan taife öldürecektir.” (Müslim, Hadis no: 1767) Ayrıca şöyle buyurmuştur: “Ümmetim iki gruba ayrılacaktır ve ara-larından okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkan bir taife zuhur edecektir ki o taifeyi hakka daha evla olan taife öldürecektir.” (Müslim, Hadis no: 1768)…
Hadislerde geçen ve dinden çıkacakları belirtilen topluluk Haricîlerdir. İki taifeden hakka daha evla, daha yakın olan, kısacası haklı taraf Hz. Ali ve beraberindekilerdir. Yine bu hadislerde Hz. Peygamber, Haricîleri dinden çıkmakla tavsif etmiş, ama diğer iki taifeyi böyle vasıflandırmamıştır. Bilakis bir tarafın hakka daha yakın olduğunu açık bir şekilde, diğer tarafın da bir parça haklı olduğunu zımnen ifade buyurmuştur. İşte Ehl-i Sünnet’in bu konudaki kanaati de budur: Yani haklı olan Hz. Ali taifesidir. Muaviye taifesi ise baği olan taraftır. Ancak baği olmalarının arkasında ictihadları yatmaktadır. Dolayısıyla onların baği olmaları, kendilerini ne küfre sokmuş, ne de din-den çıkarmıştır.
Hz. Ali’nin İki Taife Karşısındaki Konumu
Hz. Ali, her iki tarafa katılmayıp da savaştan uzak duran sahabîlerin konumlarını övgü ifadeleriyle anmıştır. Nitekim Sıffîn gecelerinde şöyle demiştir: “Abdullah b. Ömer ile Sa’d b. Malik [Sa’d b. Eb? VakkasJ’ın konumu ne güzel bir konumdur. Eğer doğru (birr) ise bu konumun sevabı şüphesiz ki çok büyüktür, yok eğer yanlış (ism) ise şüphesiz ki tehlikesi basittir.” (Bkz, Mecmau’z-Zevâid, 7/246; Taberanî, el-Mu’cemu’l-Kebir, 7/446)
Keza Hz. Ali’nin şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Bizim ve onların ölüleri cennettedirler. Akıbet iş/sorumluluk gelir bana ve Muaviye’ye dayanır.” (İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, 8/727; İbn el-Ca’d, Müsned, Hadis no:2092)
Başka bir rivayette Hz. Ali’nin şöyle dediği nakledilir: “Benim ve Muaviye’nin ölüleri cennettedir.” (Bkz, Mecmau’z-Zevâid, 9/353; Taberanî, el-Mu’cemu’l- Kebir, 19/1069)
İbn Teymiyye Minhacü’s-Sünne (4/467)’de şöyle der: “Hz. Ali ile Ammar [b. Yasir]’in, Şam ehlinin ölüleri hakkında, ‘onların hepsi Müslümandır, sakın ola ki savaştan kaçan birini takip etmeyin, yaralılara kötü davranmayın ve sakın ola ki hiçbir malı ganimet almayın’ dedikleriyle ilgili rivayetler son derece fazladır.”
Yine ibn Teymiyye Minhacü’s-Sünne (6/209)’da şöyle demektedir: “Hz. Ali (r.a), oğlu Hasan’a şöyle demiştir: “Hasan! Ey Haşan! Baban bu işin bu noktaya varacağını asla düşünmez idi. Baban diler idi ki bu günleri göreceğine yirmi yıl önce ölüp gitmiş olsun.” Benzeri sözleri, Cemel vakası sonrasında da söylediği rivayet olunmuştur.
Ayrıca Hz. Ali’nin Sıffîn’den döndükten sonra sözlerinin ve olaylara bakışının değiştiği de bilinmektedir.
Nitekim şöyle dediği nakledilir: “Muaviye’nin idareciliğini kerih görmeyin. Eğer onu yitirecek olsaydınız, başların omuzlardan nasıl uçuştuğunu da elbet görürdünüz.”
Abdullah b. Ahmed es-Sünne (223)’te rivayet etmiştir. Ayrıca bkz. ibn Teymiyye, Mecmuu’l-Fetava, 35/54.
Yine Hz. Ali’ye, Muaviye’nin idareciliği soruldukta: “Muaviye size galip gelecektir” dediği, kendisine: “Peki ona karşı savaşmayalım mı?” diye sorulduğunda da: “Hayır! iyi (birr) olsun kötü (facir) olsun Müslümanlara bir baş/emir mutlaka lazımdır” dediği rivayet olunmuştur. İbn Ahmed, es-Sünne, 223; Mecmau’z-Zevaid, 51779.
Hz. Ali’ye, iki taraftarının Muaviye’ye hakaret ve Şam ehline lanet ettikleri haberi ulaştığında onlara, “Bana haber edilen bu fiilinizden geri durun” diye haber gönderdiği, onların da Hz. Ali’ye gelip, “Ey müminlerin emiri! Biz, hak onlar ise batıl üzere değiller mi?” diye sordukları, Hz. Ali’nin de, “Evet, korunmuş [kutlu] Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki biz hak üzereyiz” dediği, onlar, “Peki, neden bizi onlara sövüp lanet etmekten menediyorsun?” dediklerinde ise Hz. Ali’nin, “Lanetçi olmanızı kerih gördüm, illa bir şey diyecekseniz, ‘Ya Rab! Kanlarımızın ve kanlarının dökülmesine mani ol, aramızı ıslah et, onları delaletlerinden döndür ki hak ile batılı birbirinden ayırabilsinler, fitneye karışmış olanları da pişman olup bundan el etek çekebilsinler’ deyin” dediği rivayet olunmuştur. (Bkz. el-Ahbaru’t-Tivâl, 155).
Diğer taraftan Hz. Ali’nin kunût(duasın)da Muaviye ile Amr b. el-Âs’a lanet okuduğu; Hz. Muaviye’nin de kunûtunda Hz. Ali, Haşan, Hüseyin ve ibn Abbas’a lanet okuduğu türünden rivayetler yalan dolandır, ibn Kesir böyle bir rivayetin akabinde şöyle der: “Bu kesinlikle doğru değildir.” Bunlar, katmerli bir yalancı olan Ebû Mihnef ve zayıf bir ravi olan şeyhi Ebû Cenab el-Kelbî’nin rivayetlerindendir.
Hz. Muaviye’nin Hz. Ali Karşısındaki Konumu
Hz. Muaviye, mü’minlerin emiri Hz. Ali’ye nihai derecede hürmet göstermiş ve onun üstünlüğünü hakkıyla bilmiş, takdir etmiştir. Biat meselesinde gecikmesi durumu hariç -ki bunun da sebebi Hz. Ali’nin, Hz. Osman’ın katillerine kısas uygulamada yahut onları kendisine teslim etmede gecikmesidir- ona karşı en güzel bir hal üzere olmuştur.
Yahya b. Süleyman el-Cu’fî, Ya’la b. Ubeyd’den, o da babasından rivayetle şöyle demiştir:
“Ebû Müslim el-Havlânî ve bir grup insan Muaviye’ye gelip, “Sen Ali ile rekabet mi ediyorsun, yoksa onun misli/dengi misin?” dediler. Muaviye ise onlara şöyle dedi: “Hayır vallahi, ben şunu hakkıyla bilirim ki o hem benden daha üstündür hem de hilafete benden daha ziyade layıktır. Ama bilmez misiniz ki Osman zulmen öldürüldü ve ben de onun amcaoğluyum ve onun kan hakkını taleb ediciyim (edecek olan da benim). Gidin kendisine bana Osman’ın katillerini teslim etmesini söyleyin ben de ona baş ile göz üzerine itaat edeyim.” Onlar gidip de Hz. Ali ile bu meseleyi konuştuklarında, Hz. Ali kendilerine Hz. Osman’ın katillerini teslim etmedi.” İbn Kesir, el- Bidaye ve’n-Nihaye, 8/128; Zehebî, Siyanı Alami’n- Nübelâ, 3/140’de bu rivayeti nakletmişlerdir ve siyer (ilmi) muhakkikleri, “bu rivayetin ravileri sika kimselerdir” demişlerdir.
Hz. Muaviye’nin Hz. Ali (Allah ikisinden de razı olsun) hakkındaki sözlerinden biri de, Ukayl b. Ebî Talib’in, Hz. Ali’nin takvasına dair bazı şeyler anlattığında ona söylemiş olduğu şu sözleridir: “İnkârı na-mümkün şeyler söyledin. Allah Hasan’ın babasına rahmet etsin. Kendisinden öncekileri geçti ve kendisinden sonra gelenleri de [takva konusunda ona ulaşmaktan] aciz bıraktı.” Yine şöyle demiştir: “Heyhat! Heyhat ki analar Ali gibisini doğurmaktan acizdir [artık].” İbn Ebi’l- Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belağa^10, 254-253.
Hz. Muaviye, Hz. Ali’nin zühdünü tarif ederken şöyle demiştir: “O ki beytülmalleri süpürür, oralarda namaz kılar ve o ki, ‘ey sim u zer, ey sim u zer! Gidin benden başkasını arayın (sizinle işim olmaz)’ der idi.” İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 8/73; İbn Asakir, Tarihu Dımeşk, 6/109.
Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a), Muaviye’ye: “Ben, Resûlullah (s.a.v)’in şöyle dediğini duydum: “Ali hakla beraberdir yahut (Ali ve hak) nerede olurlarsa olsunlar hak Ali ile beraberdir” deyince, Muaviye: “Bunu kim(ler) duydu?” diye sordu. Sa’d da: “Resûlullah bunu Ümmü Seleme’nin evinde söyledi” dedi. Muaviye derhal Ümmü Seleme’nin evine birini gönderdi ve bunu kendisine sordurdu. Ümmü Seleme: “Kuşkusuz Allah Resûlü bunu benim evimde söyledi” dedi. Bunu duyan Muaviye, Sa’d’a: “Bugün gözümde kınanmaya değer olduğun kadar hiç olamamıştın” dedi ve sözünü şöyle tamamladı: “Eğer bunu Resûlullah (s.a.v)’in (dediğini) daha önce işitmiş olsaydım ölünceye kadar Ali’ye hizmetkâr olurdum.” İbn Asakir, Tarihu Dımeşk, 59/142.
Rihle Dergisi/Sahabe Sayısı
Muhammed Salih Ekinci