Hz.Peygamber’e Sınırlamacı/Kısıtlamacı Yaklaşım

indir-7 Hz.Peygamber'e Sınırlamacı/Kısıtlamacı Yaklaşım

“İlahi iradenin hayata müdahalesinin son kez ve evrensel plan­da temsilcisi” olduğuna işaret ettiğimiz Hz. Peygamberin bu ko­numunu bir şekilde sınırlama anlamına gelen birtakım eğilim ve yaklaşımlara şahit olmaktayız. Hangi niyet ve etki altında olursa olsun bu tür yaklaşımlar, netice itibariyle, Kur’an-ı Kerîm’in tanıttı­ğı Hz. Peygamber’e aykırı olmakta birleşen yaklaşımlardır.

 

1-Zaman Yönünden Sınırlama /Tarihselci Yaklaşım

Hz. Peygamberi yaşadığı zaman kesiti ile sınırlandıran, sünneti güne taşıma ihtiyacı duymayan bu yaklaşım sahipleri, Hz. Pey­gamberi ancak tarihî bir gerçeklik olarak dikkate almakla yetin­mektedirler. Böyle bir yaklaşım, Hz. Peygamber’e yönelik saygı ve teşekkür borcunu yerine getirmiş olmak için bile yeterli olmama­nın ötesinde her devir için yalancı peygamberlere kapıyı açık tut­mak ya da davetiye çıkarmak demektir. Kimin peygamber olaca­ğına karar verme yetkisi olmayanların, peygambere hayatı ile sınır çizmeye kalkışması akla ziyan bir çelişkidir.

Böylesi bir sınırlamayı ve tarihselci yaklaşımı, kimi ilahiyatçıların da benimseyip savunmaya kalkışması, toplumda çok daha şaşkın­lık konusu olmaktadır.

Evrensel vahyin/mesajın, yalnızca tarihsel bir mübelliğ, mübeyyin, muallim ve mürebbisi olabileceğini düşünmek, herhalde her şeyden önce vahyin/mesajın mahiyetine yönelik cid- di bir kavrama probleminin mevcudiyetini ve karşıt kültür odaklarının İslam’a yönelik planlarının kurnazca uygulanmasını gösterse gerektir.

Hz. Peygamber’in sünnetini de zaman sınırları içine hapsetme ve günden uzak tutma anlamında olan bu zamansal sınırlamacı yaklaşım, onun nebevî izlerini hayattan silmeyi amaçlamakla kal­mamış, hayatı başka aktörlere ve izlere teslim etme girişimine de öncülük etmiş olmaktadır. Bu ise, baştan Hz. Peygamber’e karşı çıkmaktan, sadece onun hayatı çerçevesinde yani “belli bir zaman kesimi” için ayrılmak demektir. Böyle bir yaklaşımın kesinlikle nassî bir delili bulunmamaktadır. Evrenselliği, yerellik, yöresellik ve ta­rihsellikle sınırlamaya kalkışmanın anlaşılabilir bir tarafı aslâ bu­lunmamaktadır.

 

2-Vasıf Yönünden Sınırlama

Hz. Peygamber’i misyonuna yönelik vasıflarından soyutlama eğilimi, onun beşer olmasını aşırı derecede vurgulama yolunu seçmektedir. Nerede ise, boyu ve kilosunu da söyleyiverip onu tam anlamıyla sıradanlaştırmak istemektedir.

Bu yaklaşımın uzantısı ya da zemin hazırlayıcısı olarak değer­lendirilebilecek bir-iki düşünce ve iddiadan söz etmek mümkün gözükmektedir.

Şefaat’in olmadığı, dolayısıyla Hz. Peygamber’in de âhirette şefaat yetkisinin bulunmadığı, konuyla ilgili hadisler tamamen göz ardı edilerek ve âyetlerdeki “illâ bi-iznihi”,(Bakara,255) “illâ men ezine lehu’r- rahman”,(Taha,109) “illâ men ittehaze inde’r-rahmâni ahden”(Meryem,87) gibi Allah’ın şefaat yetkisi vereceği kimselerin bulunduğunu gösteren kimi is­tisna cümlelerini de dikkate almayan görüş ve yaklaşımlar göz­lemlenmektedir. Oysa “bu istisna cümlelerinin birinci muhatabı Hz. Peygamber’dir” diye düşünmek ve inanmakta herhangi bir tereddüt olmamalıdır.

Öte yandan yine “Allah, âlimü’l-ğaybtır. O, gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır”(Cinn,26-27) âyetine rağmen, “Peygamberin gayb bilgisi Kur’an-ı Kerim’deki gayb haberleriyle sınırlıdır” yaklaşımı sergilenmektedir. Tabiatıyla böyle bir sınırlayıcı iddianın nassî delili bulunmamakta­dır.

Bu iki konudaki yaklaşımlar esasen Hz. Peygamber’in de öte­sinde, konuya ait prensip belirleyen âyetleri delil gösterip istisna ifadelerini göz ardı ederek hâşâ Allah Teâlâ’yı sınırlandırmaya kal­kışmak gibi bir eğilimi yansıtmaktadır.

Son zamanlarda Hz. Peygamber’in âlemlere rahmet oldu­ğunu bildiren âyeti(Enbiya,107) bile “kendisinin değil, gönderilişinin rahmet olduğu” yorumuna tâbi tutma eğilimi de görülmektedir. Söyleşi bir yaklaşımın, geçmiş müfessirlerin tümüne muhalif olması yanında, Hz, Peygamberi misyonu bakımından en temel vasfından tecrit etmek/soyutlamaktan başka bir anlamı yoktur,özellikle bu son örnekteki yaklaşımı soyutlamacı veya indir­gemeci peygamber tasavvurunun güncel uzantısı saymak ve ‘ev­vel yok idî, iş bu rivayet yeni çıktı” demek zorundayız.

Vasıf yönünden sınırlamacı yaklaşımın uzantısı sayılacak bir başka tavır da “lâ raybe fîh” olmadıkları gerekçesi ile Hz. Pey­gamberin “beyan” görev ve yetkisinin ürünü olan Sünnet’in bilgi ve belgeleri niteliğindeki hadis-i şeriflere itibar etmemek’tir. “Kur’an İslâmî” merkezli söylem sahipleri,bir taraftan tümüyle hadisleri ihmal etmekte sakınca görmezken bir taraftan da kendi düşüncelerini destekleyen rivayetleri sıhhat durumlarına bakma­dan rahatlıkla delil olarak kullanma tutarsızlığını sergilemekten çekinmemektedirler. Söyleşi bir yaklaşım hiç şüphe yoktur ki ilmi değil, indî/keyfî’dir ve Hz. Peygamber’i beyan fonksiyonundan – netice itibariyle- soyutlayıcı bir tavırdır. “Düşüncemizi destekle­yen rivayeti uydurma da olsa alırız; anlayışımıza aykırı olanı da Buhârî rivayeti de olsa, bir kenara koyarız” diyebilen bir hadisçi bilim adamının bu yaklaşımını keyfilikten başka ne ile açık­lamak mümkündür?

İnceleyin:  Sünnet'in Günümüze Taşınması

Burada bir noktaya daha işaret etmekte fayda vardır:

Kimilerince Kur’an-ı Kerim’in, bütünlüğü, yeterliği, açıklığı, açık- layıcılığı gibi vasıfları gerekçe gösterilerek “Kur’an’la yerinme” çağrıları yapılmakta, yani “sünnetsiz İslâm arayışı”na kapı ara­lanmaktadır. Bu tür çağrı sahipleri her konuda âyet aramakta, âyet dışında kendilerini bağlı hissedecekleri bir başka delilin bulunma­dığını ileri sürmektedirler.

Bu anlayışın varacağı nihâî noktayı, Tirmizî şârihi Mübârekfûrî, erîke hadisinin şerhinde anlattığı bir olayda gözler önüne ser­mektedir:

“Bu hadis, peygamberlik delillerinden bir delil ve bir alâmettir. Zira, hadiste haber verilen durum aynen gerçekleşmiştir. Hindistan­’ın Pencap eyaletinde bir adam çıktı ve kendisini “ehl-i Kur’an” diye isimlendirip tanıttı. Hâlbuki onunla ehl-i Kur’an arasında dağlar kadar fark vardı Aslında o “ehl-i Kur’an” değil, ehl-i ilhâd idi (Ne acıdır ki) bu zat önceleri sâlihlerdendi, şeytan onu saptırdı azdırdı ve sırat-ı müstakimden uzaklaştırdı da ehl-i İslâm’ın söylemediği birtakım sözler söylemeye başladı Peygamberin hadislerini bütü­nüyle kesin şekilde reddetmeye kadar işi götürdü ve “bütün bunlar Allah adına uydurulmuş yalan ve iftiradan ibarettir, gerekli olan sadece Kur’ân-ı azîm ile ameldir, Hadislerle değil; isterse bu ha­disler sahih-mütevâtir olsunlar. Kim Kur’an’dan başka bir şeyle amel ederse, o, “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, kâfirlerin tâ kendileridir” âyetinin hükmü altına girer” dedi Daha buna benzer küfrü gerektiren birçok söz söyledi ve bir sürü cahil de ona tâbi ol­du, onu “imam” edindi..

Devrin âlimleri bu adamın küfrüne, ilhâdına ve İslâm çerçeve­sinden çıktığına dair fetvâ verdiler. Bize göre de durum, âlimlerin dediği gibidir.” (Tuhfetü’l-ahvezi, VII, 425)

Bir kez daha vurgulayalım ki Mübârekfûrî merhumun isim zik­retmeden verdiği bu çarpıcı örnek, Kur an la yetinme ya da “sünnetsiz İslâm arayışı” yanlılarının sonuçta ulaşacakları noktayı göstermesi bakımından fevkalâde dikkat çekicidir.

Bu çarpık yaklaşımın -maalesef- memleketimizde de şu veya bu şekilde gündeme getirilmekte olması, yeni yeni yerleşmekte olan İslâm bilincini ve bu alandaki bilgi birikimini temelden yaralayabilecek tehlikeli bir gelişmedir.

Unutulmamalıdır ki, içimizden seçtiği peygamberler aracılığı emr ve yasaklarını, kullarına duyurması nasıl Allah Teâlâ îçin hir acizlik ve eksiklik değilse, sünnetin varlığı da Kur’âni Kerîm’in eksik veya yetersizliği anlamına asla gelmez. Vahyi alıp öğrenmede peygamberin aracılığına insanların nasıl ve ne ölçüde ihtiyâcı varsa, Kur’ân’ı anlamakta da Peygamber’in beyanı­na, yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır. Tabiî ve doğru olan budur. Bunun dışındaki iddialar ne adına yapılırsa yapılsın, nasıl takdim edilirse edilsin, temelden yanlıştır.

İslâm ümmetinin kimlik ve kişiliğini dokuyan yorum, Hz. Pey­gamber’in yorumu yani sünnetidir. Bu sebeple sünnet, İslâm’ı anlama, kavrama ve yaşamada vazgeçilmez en doğru ölçü ve yorumdur. Onun verilerine yani hadislere yöneltilecek hiçbir tenkid, sünnetten uzak kalmayı haklı kılmaz, kılamaz. Bir başka ifade ile ne sünnetsiz müslümanlık olur ne de sünnete rağmen müslümanlık…

Neticede, bir taraftan birileri “Kur’an-ı Kerim’den öte bir pey­gamber” tasavvuru peşinde koşarken, diğer yandan başka birileri de “Kur’an-ı Kerim’e rağmen bir peygamber” tasavvurunu delillendirme çabası içindedirler. Bu anlayışlara taraftar olanlar, gerekçeleri ne olursa olsun, sonuçta gerçek zemininden ve konu­mundan saptırılıp uzaklaştırılmış bir peygamber anlayışını paylaş­mış olmaktadırlar.

İnceleyin:  Hz. Peygambere Uymanın Farz Oluşu

 

3-Muhatap Temelli Sınırlama

Son yıllarda gündeme gelen yeni bir sınırlamacı yaklaşımı da “Âhirette necâta kavuşmak ya da Cennet’e girmek için Ehl-i kita­bın Hz. Peygamber’e iman sorumluluğunun olmadığı” düşüncesi temsil etmektedir. Bu söylemi uzunca bir zamandan beri seslendi­ren bilim adamına, son zamanlarda yürütülen dinler arası diyalog girişimlerine yeni bir boyut ve imkân kazandırmak niyetiyle midir bilinmez, bir başka bilim adamı, küçük çaplı bir grupla yaptığı söy­leşide, “Kur’an-ı Kerim’de ehl-i kitapla ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, âhirete iman ve amel-i sâlih’tir. Kur’an bir çok âvette bunu söylüyor, yani “Peygamber’e iman edin” demiyor” Diye destek çıkmış, ona ortak olmuştur. Aynı söyleşi/sunum, “İs­lâm, ehl-i kitabı, tek seçenek olarak -son dinin mensubu olmak mânasında- müslüman olmaya çağırmıyor, hanîfiyyete (Hz. İbra­him çizgisindeki tevhide ve bu mânada İslâm’a) çağırıyor…” cüm­leleriyle[1] -anlayabilene aşk olsun dedirtecek şekilde- devam edip gidiyor.

Konuya ait İslâm bilginlerinin ileri sürdükleri üç anlayışı özetle sıralayan bu anlatım, Muhammed Abduh ve Reşit Rıza ile günde­me getirilen üçüncü görüşü, yani özünde,”ehl-i fetret” kavramını güne taşıma eğilimini barındıran görüşü “savunulabilir” bulma esasına ağırlık vermekten ileri gelmektedir. Oysa İmam Gazâlî’nin “anlamayı” (ve dolayısıyla anlatılmayı) merkeze alan sorumluluk anlayışı kabule ve savunmaya -bize göre- daha uygun gözükmek­tedir.

Bu söyleşi/sunumda dikkat çeken nokta, hemen hemen hiçbir hadise ve sünnetteki uygulamaya itibar edilmemiş olmasıdır. Oysa Hz. Peygamber, Medine’de Beytü’l-Midras’a kadar gidip Yahudile- ri “Ya Ma’şere’l-yehûd, eslimû teslemû”(Buharii,Cizye,6) diye bizzat İslâm olmaya davet etmiş; bir hadiste “buistü bi’l-hanîfiyyeti’s-semha”;(Hanbel,Müsbed,V,266) bir başkasında “Ehabbü’d-dîni ilellahi el-Hanîfiyyetü’s-semha”(Buhari,İman,29) buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber, Hıristiyan olan Bizans İmparatoru Heraklius a yolladığı davet mektubunda, “Ey (geçmiş peygamber- lere inanmış) mü’minler, Allah’tan korkun ve onun resûlü Mu- hammed’e inanın ki, Allah size rahmetinden iki pay versin, sizin için, aydınlığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir”(Hadid,28) âyetiyle uyumlu olarak, “Müslüman ol ki Allah sana iki ecir versin!” diye yazdırmıştır. (Buhârî, Bed’ü’l-vahy 6; Cihad 102; Tefsiru sûre 3)

Hz. Peygamber’in, kendisine verilmemiş bir yetkiyi kullanması ve en önemlisi Kur’an-ı Kerîm’e rağmen herhangi bir çağrıda bu­lunması ve uygulama yapması mümkün olmadığı açıktır. Kaldı ki, aynı bilim adamının da aralarında bulunduğu bir heyetin hazırla­dığı tefsir çalışmasında A’raf sûresi’nin, “De ki; Ey insanlar! Ger­çekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Al­lah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur. O diriltir ve öldü­rür. Öyle ise, Allah’a ve ümmi Peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah’a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve ona uvun ki doğru volu bulasınız” mealindeki 158. âyetinin açıklamasında aynen şöyle denilmektedir:

“Kur’an bakımından artık bütün eski dinler geçerliliğini kay­betmiş olup kitap ehli de dâhil olmak üzere bütün insanlar Al­lah’a ve O’nun resûlü Hz. Muhammed’e iman edip hidâyete ere­bilmek için o resûle tâbi olmaya çağırılmaktadır.”

Bu açıklama ile “Kur’an, ehl-i kitaba Peygamber’e iman edin’ demiyor” beyanının nasıl telif edileceği merak konusudur.

Ehl-i kitabın iman sorumluluğu açısından temel ilkeyi belirle­yen “…Onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar” âyeti, Hz. Peygamber’e, muhatap temelli bir sı­nırlama yaklaşımı anlamına gelecek herhangi bir yorumda bulun­maya imkan bırakmamakta olsa gerektir.

Yukarıdan beri özetle belirtmeye çalıştığımıız,Hz. Peygamber’e yönelik farklı yaklaşımların hangisinin hangisine yada neye tepkisellik veya hangi düşünceye yandaşlık özü taşıdığı ise,herhalde ayrıca tartışılacak bir konudur.

İsmail Lütfü Çakan – Siret ve Sünnet

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir