Cihadın Manevi Anlamı
Ve Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza iletiriz. Allah muhakkak ki iyilik edenlerle birliktedir.”
(Ankebut, 69)
‘Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.’
(Hadis)
Bugünlerde İslâm’la ilgili hiçbir mesele üzerinde cihad kadar hassasiyetle durulmamıştır. Kille iletişim araçlarında olduğu kadar ilmi kitaplarda da tartışılan bu terime verilen farklı anlamlar sadece Batılı yorumcuların değişik görüşlerini değil, kavramı anlamlandırmada ‘fundamentalistler’ ve gelenekçiler arasında. Varolanderin ayrılığı da yansıtmaktadır. Şu anda Batı’daki İslâm imajının cihadın manasını anlamakla ne denli ilintili olduğu düşünülürse, geleneksel İslâm’ın bu anahtar fikri asırlar boyunca nasıl tahayyül ettiğini ve onun İslâm maneviyatıyla olan bağını anlamak da o denli önem kazanmaktadır. Arapça bir kelime olan cihad, Kur’an ve hadisteki evrensel manasından ziyade İslâm hukukundaki anlamıyla Batı dillerine çoğunlukla ‘kutsal savaş’ olarak çevrilmiştir, chd kökünden türetilmiştir bu kelimenin birincil anlamı, ‘kendi kendine çabalamak’ veya ‘uğraşmak’tır. Haliyle böyle bir çeviri, Batı’daki yaygın yanlış kanaat lslâm= ‘kılıç dini’ fikriyle de birleşince, cihad yan anlamsal bir düzeye indirgenmiş; asıl anlamım oluşturan manevi ve içsel boyutu yitirmiştir. Yine, son yüzyılda, özellikle de son yıllarda birbiriyle çatışan bir kısım ‘fundamentalist’ ve devrimci hareketin ortaya çıkarak cihad terimini ya da onun türevlerinden birini kullanması, kelimenin mûslûmanlarca yıllar yılı kavrana-geldiği gelenekselanlamı tamamen tersine çevirmiş, bu tür çarpıtmalar, cihad gibi dini manevi açıdan anahtar bir kavramın hakkıyla anlaşılmasını eskisinden çok daha zor hale getirmiştir.
Cihadın manevi anlamını ve İslâm’a göre, hayalın hemen hemen her alanına uygulandığını kavrayabilmek için. İslâm’ın insanın bireysel varoluşu ile içinde yaşadığı ve dünyevi hedeflerini gerçekleştirdiği toplum arasında bir denge tesis etme fikrini hatırda tutmak gerekir. İlahı Adalet’in yeryüzündeki yansıması ve insan ruhunun huzuru açısından ” kaçınılmaz olan bu denge, hristiyani terimlerle söyleyecek olursak, ‘’bütün kavrayışların ötesindedir’’. Hristiyanlık manevi hayat ve ahlak gayesini Hz. İsa’nın göğe yükselişiyle idealize ederken, İslâm bu tür bir manevi yükseliş için, içsel ve dışsal bir dengenin kurulmasını gerekli görmektedir. İslâm toplumlunun ,tarih boyunca gösterdiği istikrar; Şeriatla belirlenmiş,İslâmî normların değişmezliği ve İslâm’ın sürekli ve kalıcı yapısının bir sonucu olan geleneksel İslâm medeniyetinin zaman üstü tabiatı; hepsi söz konusu denge idealinin ve bu idealin gerçekleştirilme-sinin birer yansımasıdır. Hem Şeriat (veya İlahîHukuk) Öğretilerinde hem de İslâm sanatında böylesine aşikar olan bu denge, İslâm kelimesinin türediği selam kökünün anlamı olan huzurdan ayrılamaz.
Hayat, tabiatı gereği hareket demek olduğuna göre, bu dünyadaki dengenin korunması da bir durağanlık veya pasiflik anlamına gelemez. Olumsal değişimler, zamanın aşındırıcı etkisi ve yaşanan onca hadise düşünüldüğünde, dengede kalmanın daimi bir çabayı gerektireceği açıktır. İşte bu, cihadı hayatın her safhasında sürdürmek demektir. Şehevi arzu ve tutkularla kuşatılmış olmanın sancısını çeken, nisyanla malul insan fıtratı, hem bireysel hem de toplumsal anlamda söz konusu hassas dengenin kaybedilmesi; hatta birey düzleminde çözülme, toplum bazında da kaosa sebebiyet verecek dengesizlik halinin ortaya çıkması gibi gibi bir tehlikeyi içermektedir. Böylesi bir trajik sondan kaçamak ve tevhid’in ya da topyekün birliğin gerçekleştirilmesi yolunda insanlığı kemale eriştirmek için, birey ve İslâm toplumunun mensubu olarak her bir müslüman cihada sarılmalı; kendileriyle savaşılmadığı takdirde bu hayati dengeyi yok edebilecek güçlere karşı, anbean içsel ve dışsal anlamda bu mücadeleyi sürdürmelidir. Tabii ki bu, toplumun mücadele eden-çatışan birimler ve güçler öbeğinden çok, İlahi Nassın izini taşıyan bir ortaklık olarak görülmesi halinde gerçekleşebilecektir. İnsan hem maddi hem de manevi bir varlık; kendi içinde kusursuz bir küçük kainattır.
Bunun yanısıra, içerisinde kimi ihtiyaçlarını giderdiği ve varlığının bazı yönlerini geliştirdiği bir toplumunda üyesidir. İnsan öncelikle, cevheri ilahi karakterli bir akla; ayrıca bazen bu aklı perdeleyebildiği gibi bazen de kökenini sorgulamada kişiye yardımcı olabilen duyarlıklara sahiptir. İnsanda hem aşk hem nefret hem cömertlik hem tamahkarlık, hem şefkat hem de saldırganlık içkindir., Yine şimdiye dek, her biri farklı dini ve ahlaki normlara sahip bir çok “beşeriyet”; kendilerine has mensubiyet bağlan bulunan bir çok milli, etnik ya da ırksal grup ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, yaşanan tüm olaylara ve katmanlara yayılan cihad, sosyal alanda olduğu kadar siyasi ve iktisadi faaliyetler alanında da dallanıp budaklanmış ve insan hayatını karakterize eden karmaşıklığı paylaşmaya başlamıştır. Zahiri anlamıyla cihad, “darû’l-lslâm”ı, yani Islâm alemini gayri-İslâmî güçlerin işgal ve sızmalarına karşı korumak demektir. Cihadın zahiri anlamda kullanıldığı bu ‘kutsal savaş’ınen mükemmel örnekleri olarak,İslâm tarihinin ilk yıllarındaki, genç ümmetin varlığını tehdit eden savaşlar gösterilebilir.
Kurulmakta olan bir ümmetin hayatiyeti açısından son derece önemli ve bu nedenle de evrensel bir anlamı olan bu savaşlardan dönerken Peygamber-i Zişan (s.a.v.), ashabına, küçük savaştan büyük savaşa dönmekte olduklarını buyurmuştur: İnsanın asli tabiatı olan Allah rızasına uygun yaşamayı engelleyen bütün güçlere karşı sürdürülecek, içsel bir savaştır bu.
İslâm tarihi boyunca, Islâm aleminin bir kısmının veya tamamının içten veya dıştan tehdit altına girdiği anlarda küçük cihada çağrı dört bir yanda yankılanmıştır.Bu çağrı özellikle, tehditlerin neredeyse tüm Islâm aleminin varlığına yöneldiği ve sömürgeciliğin yayıldığı 13.H/19.M yüzyıldan itibaren süreklilik kazanmıştır. Ne ki İslâm aleminin kimi bölümlerinde cihad düşüncesini uyandıran bu gibi durumlarda bile kavram, savaşı kutsayan dinsel bir argüman olmaktan çok, toplumun yabancı askerî -İktisadî güçler veya fikirlerce işgaline karşı kendini koruma çabası olarak belirmiştir. Elbette bu, dini duyguların bir çatışmayı meşrulaştırmak veya kışkırtmak maksadıyla, özellikle son dönemlerdeki kimi örneklerde gözlendiği üzere, kötü yolda kullanılamayacağı anlamına gelmez. Yine de İslâm alemi en azından, diğer medeniyetlerin ve hatta seküler Batının tarihte pek çok örneğini sergilediği bu ayıbı asla ortak olmamıştır. Üstelik, din insan topluluklarındaki temel önemini kaybettiğinde, fıtratları gereği insanlar, iman ya da inançtan çok daha süfli bir takım sebeplerden ötürü savaşıp birbirlerini katletmektedirler.İslam Tarihinin açıkça gösterdiği gibi,şer-i bakış savaşa asla göz yummamış,sonuçlarını önceden görüp onu engellemeye çalışmıştır.Herhalükarda,toplu savaş düşüncesi ve bu düşüncenin uygulaması olan sivil insanların katli,dini cihadı olumlayan bir medeniyetin ürünü değildir.
Daha zahiri bir düzlemde, küçük cihadsosyo-ekonomik alana da uygulanır. Cihad, kişinin kendisinden başlayarak çevresinde de adaleti tesis etmesi anlamına gelir, Hakkını, iffetini, ailesini ve namusunu korumak da cihaddır ve dini bir görevdir. Şeriat’in vurguladığı, aileden ümmete tüm sosyal bağların kuvvetlendirilmesi düşüncesi de aynı görevkapsamı içindedir. Modern -sekûler anlamda değil- Kur an prensipleriyle uyumlu sosyal adaleti gerçekleştirmeye çalışmak, iktisadi girişimleri olduğu kadar, toplumda dengeyi yeniden kurmak (yani cihadı İfa etmek) için de bir yoldur. Tabii bu arada herkesin refahı göz-önünde tutulmalı; maddi refahın kendisi amaç haline getirilmemeli ve Kur’an’ın “ahi re t sizin için bu dünyadan daha hayırlıdır” emri hatırlanmalıdır. İki dünya arasındaki bu mükemmel ilişkinin unutulması da bir dengesizlik haline yol açacak ve bu kez tersinden bir cihad ortaya çıkacaktır.
İnsanın yüceliği, göründüğü ve olduğu arasındaki sürekli çatışmada ve dünya hayatı boyunca ‘hakikatine’ varmak için kendi kendisini aşma ihtiyacında yattığından; cihadın bütün dış şekilleri, insanın kendi , içinde devamlı sürdürmek zorunda olduğu büyük iç cihadlabütünleşrtirilmedikçe, eksik kalacak; hatta hatta insanın aşırı bir şekilde dışa bağlanmasını yol açabilecektir
Konu manevi açıdan ele alındığında, İslâm’ın bütün ‘esaslarının cihadla İlgili olduğu görülebilir. Müslümanlığın nişanesi olan Kelime-i şehadet, yani ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ ve ‘Muhammed (s.a.v.) O’nun elçisidir’ ifadesi sadece İslâmî açıdan Hakikat’i dile getirmekle kalmaz, aynı zamanda bize iç cihadın silahlarını da sunar.
Kelime-i tevhidin ilk harfi, arapça yazılışıyla, Yüce Hakikat’i diğer bütün şeylerden ayıran ve ifadenin bütün olumluluğunu o Hakikat’e hasreden eğik bir kılıç gibidir. Şehadetin ikinci kısmı ise, O Yüce Hakikatken kainata ve insanlığa sadır olan, kudretiyle göz kamaştırıcı bildiriyi içerir. Bu iki şehadeti nazil oldukları kutsal dilde söylemek, bir iç cihada soyunmak; kim olduğumuzun, nereden geldiğimizin ve nereye gittiğimizin ayırdında bulunmak demektir.
İslami ibadetlerin temelini oluşturan günlük namazlar da yine,insanı,kainatın ritmiyle ahenkli daimi bir ritme kavuşturan,kesintisiz bir cihaddır.Namazı düzenli ve huşu içinde eda ederek,gaflete,sefahate ve tembelliğe karşı sürekli bir iradi mücadele,yani bir nevi manevi savaş gerçekleştirmiş oluyoruz.
Aynı şekilde, kişinin dış dünyanın ihtiras ve iğvasına karşı direnme safiyet zırhını kuşandığı Ramazan orucu da iç cihad olmaksızın ortaya çıkarmayacak bir zûhd ve iç disiplini gerektirir.Mekke’ye yapılacak Hacc ziyareti de genellikle uzun hazırlıklar, çabalar, sıkıntılar ve zorlukluklarla gerçekleşir. Peygamberin ‘’Hacc bütün cihadların en üstünüdür’’ sözüne yakışacak, esaslı bir mücadeledir bu. İç cihadı gerçekleştirecek kişi için Allah’ın Evi’ni haccetme, diğer Kabe olan kalpteki Ev Sahibi ile karşılaşma anlamına da geleceği için; Kutsal Kase’yi arayan(*) şövalye gibi Mukaddes Ev’e gidecek hacı da, sonunda tüm zahmetlerin unutulduğu, manevi bir savaşa girişmek durumundadır.
Nihayet, zekat da bir cihad türüdür zira kişi böylelikle, servetinin bir bölümünden vazgeçerek tamahkarlığa ve nefsinin hırsına karşı savaş açmış olur. Ayrıca, zekatınbir çok şekilde verilebilmesi toplumdaki iktisadi adaletin tesisini de kolaylaştırır Cihad, İslâm’ın şartlarından biri olmasa da, bir anlamda diğer bütün şartların içinde yer alır. Aslında manevi açıdan bakıldığında tüm bu şartlar, bir olan Allah’ın tefekkûründen doğan huzurla çelişmek bir yana onu tamamlayan iç Cihad’ın ışığında anlaşılabilir.
Manevi hayatta kemale ulaşan yol da iç cihadın ışığında ilerler. Ruhumuz, gerçeği arayışta bizi yanlışlara sürükleyen fani dünyaya derinden derine kök saldığından, İlahi Huzur’a bu dünyanın kirinden arınmış olarak çıkmak yoğun bir iç cihadı gerekli kılar. Genellikle ruh bezginliği, pasiflik ve vurdum duymazlık şeklinde beliren ve insanın neredeyse ikinci bir tabiat haline getirdiği ’hakikatte ne olduğunu unutma’ hastalığının üstesinden gelmede de, yine kararlı bir cihad çabası gerekir. Aynı şekilde, ruhun merkezkaç eğilimi sebebiyle dağılmasını önlemek ve onu kesret içinde nafile gezinmekten İlahi Huzur’un ve güzelliğe asıl mekanı olan merkeze döndürmek de, iç cihaddır. Katılaşmış kalbi, Allah sevgisiyle bütün yaratılanları kucaklayacak bir sevgi ırmağında eritmek, bir nevi simyadaki ‘solveedcoagula’ işlemini yerine getirmektir:
Bu da ruhun ‘düştüğü hale’ karşı açılan bir iç savaştan; onu, gerçek tabiatından haberdar olmadıkça sürdüreceği bu yabancılık halinden kurtarmaktan başka bir şey değildir. Ve son olarak, yalnızca Allahu Teala’nın mutlak olduğunun ve sadece Zatı’nın ‘ben’ diyebileceğinin idrakine varmak, ruhun gaflet uykusundan uyandığı ve yaratıldığı hikmet uğruna yüce bilgiyi kazandığı en üstün cihaddır denilebilir. Bu sebeple, manevî ve batınî açıdan iç cihad veya mücadele, öncelikle bütün manevî tekamülü anlamada bir anahtar ve İslâmî mesajın tamamını kapsayan Bir’in idrak edilmesinde bir yoldur. Kemale doğru uzanan İslâm yolu, bu yolun dünyadaki banii Sevgili Peygamberimiz’in işaret ettiği büyük cihadla anlaşılabilir.
Her nefes alışta, bizim irademiz dışında ve bizi yaratan Allah-u Teala tarafından murad edildiği kadar işleyen ömür saati, vücudumuza hayat kazandıracak cihadla idame etmektedir. Şuurlu hayatımızın her anında; sadece bizimle ilgili alemdeki dengeyi kurarken değil, bilincimizin esas kaynağı olan İlahî Hakikat’ı hatırlarken de cihad etmeyi düşünmeliyiz. Alman her nefes, bütün yaratılmışların kendisinden geldiği ve kendisine döneceği o en yüce isim kalblerde yankılanıncaya ve insan gafletten tamamiyle uyarıncaya kadar, ruha iç cihadı sürdürmesi gerektiğini hatırlatır. Peygamberimiz, ‘Kişioğlu uykudadır, ölünce uyanacaktır’ buyurmuşlardır. Manevi insan, gafletten uyanmak; bütün hakikatların aslı olan Hakikat’e, bütün dünya güzelliklerinin onun soluk bir yansımasından ibaret olduğu Hakiki Güzellik’e(Cemal) ve herkesin aradığı Huzur’a kavuşmak için iç cihada girişir ve dünyadan geçer…
Seyyid Hüseyin Nasr,Modern Geleneksel İslam