Mutlak surette tahsînî ve hâcînin ihlâle uğraması durumunda,bundan zarurî de bir nevi etkilenebilir
a) Zarurî, hâcî ve tahsînî dikkate alma açısından farklı mertebelerde bulunmaktadırlar. Bunlar içerisinde zarurî olanlar en güçlüsü, sonra da sırasıyla hâcî ve tahsînî olanlar gelmektedir. Ancak bunlar birbirleriyle irtibat halindedirler. (Çünkü birbirlerini tamamlamaktadırlar.) Bu durumda daha aşağı mertebede olan bir hususun iptali, bir üst derecede bulunan bir hususun iptaline bir cüret teşkil edecek ve onun ihlâle uğratılması için atılmış bir adım olabilecektir. Buna göre bir aşağı mertebede olan, bir üst mertebede olanın etrafında sanki koruyucu bir sur görevi yapmış olmaktadır. Unutulmamalıdır ki, koruluk etrafında hayvan otlatan kimsenin, her an oraya girmesi muhtemeldir. Bu açıdan bakıldığında tamamlayıcı unsurları ihlâl eden bir kimse, aslında tamamlanılan şeyi (aslı) ihlâl etmiş olmaktadır.
Bunun örneği namaz olmaktadır. Namazın, rükün ve farzların dışında tamamlayıcı unsurları bulunmaktadır. Bilindiği üzere bunların ihlâl edilmesi, farz ve rükünlerin ihlâline yol açmaktadır. Çünkü daha hafif olan şeyler, daha ağır olan şeyler için bir mukaddime, bir hazırlık mahiyeti arzetmektedirler. Buna şu hadisler de delil teşkil eder: “Koruluk etrafında hayvan otlatan kimsenin, oraya girmesi bir an meselesidir”[1]Allah hırsıza lanet etsin;yumurta çalar eli kesilir; ip çalar eli kesilir.[2]Büyüklerden birisi tarafından söylenen: “Ben . haramla aramda helâlden bir sütre edinirim ve onu haram kılmam” sözü de bu mânâyı ortaya koymaktadır.
Bu konu, üzerinde ittifak edilen kesin bir asıl olmaktadır ve bu kitabın ikinci kısmında ele alınacaktır.
Daha hafif durumda olan şeyleri ihlâle cüret gösteren kimseler, daha önemli olanların ihlâline de yeltenebilirler. Dolayısıyla tahsînî ya da hâcî olan hususların ihlâline cüret gösteren kimse, aym şekilde zarurî olan şeyleri ihlâle de cüret edebilir. Şu halde, tamamlayıcı unsurların mutlak surette (yani tümden) ortadan kaldırılması durumunda, zarurî olan şeylerin de bir şekilde zarar görebileceği neticesi çıkar.
Bu durum, tamamlayıcı unsurları mutlak surette terk ve onları ihlâl durumunda söz konusudur. Öyle ki, kişi bunları hiç işlememekte, işlese bile çok cüzî bir ölçüde gerçekleştirmektedir. Veya tekrarlanan şeylerdense küçük bir kısmını yerine getirmekte, büyük kısmını ise terk ve ihlâl etmektedir. Bu durumda zarurî olanların da bir şekilde zarar göreceği ortadadır. Bu noktadan hareketle, namazını sadece farzlarına riâyet ederek kılan kimsenin tavrı hoş karşılanmamış ve onun kıldığı bu namazın pek iç açıcı olmayacağı, onun namazdan çok bir eğlence şeklinde telakki edileceği belirtilmiştir. Bazı âlimlerin böyle bir namazın bâtıl olacağım söylemeleri işte böyle bir yaklaşımın neticesi olmaktadır. Alış veriş konusunda da aynı şeyi söylüyoruz: Garar ve cehaletin bulunmaması gibi tamamlayıcı unsurların yok olması durumunda, akitte taraf olanlardan her ikisine de, ya da birine neredeyse bir fayda doğmayacaktır. Bu durumda akdin olmasıyla olmaması arasında pek fark olmayacaktır. Hatta bazen olmaması olmasından daha daha hayırlı olacaktır. Benzeri diğer meselelerde de durum aynıdır.
b) Her derecenin, kendisinden bir üst mertebeye olan nisbeti, farzla nafile arasındaki nisbet gibidir. Mesela avret mahallinin örtülmesi, kıbleye yönelinmesi, asıl namaza nisbetle mendûb gibidir. Sûre okunması, tekbir ve teşbihte bulunulması da namazın aslına nisbetle aynı şekilde olmaktadır. Yenilecek ve içilecek şeylerin pis olmaması, başkasına ait bulunmaması, şerî usûle göre boğazlanmış olması gibi hususlar da, bünyenin korunması ve yaşantının sürdürülmesi aslına nisbetle nafile durumundadır. Satış akdinde, satılan şeyin belli olması, şer’an kendisinden istifâdenin helal olması ve benzeri aranan şartlar da, akdin aslına nisbetle keza aynı şekilde nafile durumundadır.
Hükümler bahsinde de ortaya konulduğu gibi, cüz itibarıyla ele alındığında mendûb olan şeyler, küll olarak düşünüldüğünde vâcib hükmünü almaktadırlar. Bu durumda mendûbun mutlak surette (küll halinde) ihlâl edilmesi, vacibin rükünlerinden birinin ihlâli anlamına gelmektedir. Çünkü küll olarak mendûb, o vacibin bir rüknü halini almıştır. Bir kimse, vacibin rükünlerinden birisini özürsüz ihlâl ettiğinde, nasıl ki o vâcib ihlâle uğruyor ve ortadan kalkıyorsa, rükün mevkiinde ya da ona benzer durumda olan bir şeyin ihlâli halinde de durum aynı olacaktır.
İşte bu açıdan da bakıldığında, tamamlayıcı unsurların mutlak surette ihlâli durumunda, zarûriyyâtın da bundan bir şekilde etkilenip zarar görebileceğini söylemek doğru olacaktır.
c) Hâciyyât ve tahsîniyyât bir bütün olarak ele alındığında, bunlardan her birinin zarûriyyâtın fertlerinden biri gibi olabilirliği söz konusudur. Şöyle ki, zarûriyyâtın kemal hali, ancak mükellefe bir güçlük ve sıkıntı getirmeksizin kolaylık ve genişlik üzere olması; üstün ahlak anlayışına ve kabul görmüş telakkilere uygun düşmesi durumunda olabilir. Aksi takdirde sağduyu sahiplerince iyi ve güzel bulunmaz. Hâci ya da tahsînî unsurlar ihlâl edildiği zaman, o takdirde zarûrîyyât sıkıntı ve meşakkat içerecek ve sağduyu sahiplerinin güzel ve iyi buldukları vasıflardan uzak kalmış olacaktır. Bu durumda zarurî olan vacibin işlenmesi bir tekellüf arzedecek ve şeriatın konulduğu sırada gözetilen maksatlara ters düşmüş olacaktır. Hadiste: “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.’’[3] buyrulmaktadır.
Hal böyle iken, şayet tamamlayıcı unsurların bulunmadığı farzedilecek olsa, o takdirde vâcib bu prensip doğrultusunda bulunmamış olacaktır. Böyle bir durum ise, açıkça vâcibde bir kusurun bulunması demektir. Ancak zarurînin tamamlayıcısı durumunda olan unsurda bulunan kusur, tüm olarak değil de kısmen bulunacak olur ve bu kusur zarurînin güzelliğini, üstün ahlak anlayışına uygunluğunu ortadan kaldırmaz, genişlik ve kolaylık kapısını tamamen kapatarak güçlük ve sıkıntılar doğurmazsa, bu durumda söz konusu kusur ve noksanlığın, ihlâl edici olmayacağı da açıktır.
d) Her bir hâcî ya da tahsînî, asıl olan zarurînin hizmetinde bulunmakta, kişiyi ona hazırlamakta ve onun özel konumunu güzelleştirici, kemale ulaştırın rol oynamaktadırlar. Bu haliyle onlar zarurî için ya bir mukaddime, ya bir hatimedirler ya da onun eşliğinde yapılan ve ona güç katan bir unsur olmaktadırlar. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, tamamlayıcı bu unsurlar (hâcî ve tahsînî], zarurinin etrafında dönmekte ve ona hizmet etmektedirler. Bu durumda, zarurînin en güzel bir şekilde yerine getirilebilmesi için onların bulunması gerekmektedir.
Mesela, namazdan önce abdest alınıp temizlik yapıldığı zaman, bu durum önemli bir ibâdet için bir hazırlığın olduğunu hatırlatacaktır. Kıbleye yönelindiğinde, bu yöneliş kendisine yönelmenin huzurunda bulunulduğunu düşündürecektir. Kulluk görevinin yerine getirilmesine niyet edildiği zamansa, bundan huşu ve sükûn doğacaktır.Sonra namaza girecek ve namazda farz olan Fâtiha’nın (Ümmü’l-Kur’ân) okunmasından sonra ziyade bir sûre okumakla, namazı kemal vasfına doğru yaklaştıracaktır. Çünkü okunan bu sûrelerin tamamı, kendisine yönelinen Rab Teâlâ’nın kelamı olmaktadır. Kişi namaz içerisinde tekbir alıp, teşbihte bulunduğu, teşehhüd okuduğu zaman, bütün bunlar onun kalbini uyaracak, Rabbine olan münâcâtında, O’nun yüce huzurunda duruşunda gaflet haline düşmemesi için kendisini ikazda bulunacaktır. Bitimine kadar bu böyle devam edecektir. Şayet kişi kılacağı bu farz namazından önce bir nafile kılacak olursa, o takdirde kılacağı bu namaz farz için bir mukaddime (ön hazırlık), bir basamak olacak ve yavaş yavaş kişiyi ona hazırlayacaktır. Farzın arkasından bir nafile daha kılması takdirinde ise, bu durum farzdaki huzuru için daha da uygun bir davranış olacaktır.Namazda bu husus itibara alındığı için, namazın her anı, amelle birlikte zikirden hâli bırakılmamıştır. Böylece huşu, teslimiyet, boyun eğme ve saygı içerisinde Allah ile birlik olma için gerekli hem dilinhem de organların mutabakatı sağlanmıştır. Namaz içerisinde hiçbir yer, sözlü ya da fiilî zikirden boş bırakılmamış ve böylece gaflet kapısının açılmasına, şeytanın vesveselerinin girmesine imkan tanınmamıştır.
Görüldüğü gibi, bu tamamlayıcı unsurlar zarûriyyât koruluğunun etrafını kuşatmakta; onun hizmetinde bulunmakta ve onu desteklemekte, güçlendirmektedir. Bu durumda şayet bu tamamlayıcı unsurlar tamamen ya da çoğunlukla ihlâle uğrayacak olsa, bundan zarurînin de ihlâle uğraması söz konusu olabilecektir. Namaz hakkında verdiğimiz bu izah, diğer zarûriyyât ve onların tamamlayıcı unsurları için de aynıdır.
Beşinci yani “Zarurî için, hâcî ve tahsîninin korunması uygun olur” önermesinin açıklanması:
Dördüncü Önermenin izah ve açıklanmasından, bu önermenin de doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü madem ki, zarûriyyât tamamlayıcı unsurlarının ihlâle uğraması yüzünden bozulabilmekte ve ortadan kalkabilmektedir, bu durumda zarurînin muhafazası için onların da korunması istenilecektir. Keza madem ki, bunlar zînettirler ve zarurînin güzellik ve kemâli de ancak bunların bulunmasıyla ortaya çıkacaktır, o zaman onların ihlâl edilmemesi ve korunması uygun olacaktır.
Bütün buraya kadar anlattıklarımızdan şu netice çıkmaktadır: Riâyeti istenilen üç mertebe içerisinde, birinci mertebede bulunan zarûriyyâtın muhafazası en büyük maksad olmaktadır. Bunlar her millette/şerîatte dikkate alınan hususlardır ve hiçbir şerîatte, furûda olan ihtilaflar gibi, bunlar hakkında ihtilaf bulunmamaktadır. Bunlar dinin esas ve temelleri (usûlu’d-dîn), serî kaideler ve şeriattaki küllî esaslardan ibarettir.[4]
——————
[1] Buhârî, İmân, 31; Müslim, Müsâkât, 107; Ebû Dâvûd, Büyü, 3.
[2] Müslim, Hudûd, 7; îbn Mâce, Hudûd, 22; Ahmed, 2/253. El kesmede nisab-arandığı için hadisle istidlal şöyle bir tevil üzerine olmalıdır: Allah hırsıza lanet etsin; yumurta çalar, eli kesilir… Yani yumurta çalar, bu onu daha büyük şeylerin çalınmasına iter. Sonunda el kesmeyi gerektirecek bir şey çalar ve eli kesilir. Bu durumda hadiste hüküm, ilk sebebe (vesileye) nisbet edilmiş olmaktadır.
[3] Muvatta, Husmıl-huluk, 8; Ahmed, 2/381.
[4] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/15-24