Geleneği Olmayan Dinî Akımlar İslâm’a Zarar Veriyor
Biz Anadolu erenlerinin nefesleriyle işlenmiş bir İslâm’ın mensubuyuz. Biz hoşgörüyle bakan insanlardık ve bir bütündük. Ama şu an İslâm dünyasının bazı bölgelerinde İslâm’ın öyle versiyonları hâkim olmaya başladı ki İslâm düşmanı istihbarat kuruluşları, milyon dolar yatırım yapsalar İslâm’a darbe vurmak için bu arkadaşlardan daha iyisini bulamazlardı. Tek amaçları ceza kesmek. İslâm yalnız ceza hukukuyla var olan bir din gibi… Merhameti yok, şiiri yok, anlayışı yok, estetik yok, cemal yok; cemal cemale karşı. Ya bilgeler kral olmalı ya da krallar bilge olmalı. Yani filozoflar kral olmalı krallar da filozof olmalı aynı zamanda. Böylece toplumları bilgece yönetmiş olurlar.
Türkçemizde “gelenek” kelimesi bazılarınca negatif algılanıyor. Geleneksel İslâm, an’anevî İslâm… An’anevî olan en azından üç kuşakta oluşabilen bir şeydir. Yani elden ele gelen, ustadan ustaya, kâmilden kâmile geçen bir İslâm. Şu an geleneği olmayan dinî akımlar her şeyi sıfırdan başlatıyor ve “İmam-ı Âzam biliyorsa ben de biliyorum.” diyor. Oysa geleneğin getirdiği birikimden habersiz olduğunun farkmda bile değildir. İmam-ı Âzam Fransızca, İngilizce bilmiyordu. Onun döneminde bilgisayar yoktu. Hepsi doğru. Ama şunu unutmamak gerekir ki Kur’ân’ı anlamak için bunlar yeterli değildir, belki de gerekli bile değildir. Kur’ân’ı anlamak için başka bir şey gerekiyor. Bir örnek vereyim. Abdurrahman Sami Efendi -vefatı 1938- Fatih müderrislerinden âlim bir zat. Bir maneviyat arayışına başlıyor zira mana âleminde Peygamber Efendimiz ona zuhûr ediyor ve kendisine bir şeyh, bir mürşit bildiriyor. Aramaya başlıyor ve aradığı mürşidi Çanakkale’de buluyor. Bulduğu zat ümmî, hamal, mektep medrese görmemiş birisi. Abdurrahman Sami Efendi diyor ki:
“Şeyhim Fatiha sûresini okuduğunda yedi, sekiz yerde yanlış okurdu, doğru düzgün Fatiha okuyamıyordu. Ben ise âlim, hafız, üstelik Arapça ile Farsça biliyorum. Bir gün ‘Şu âyetleri ben anlayamıyorum, bana anlatır mısınız?’ diye sordum. ‘Oğlum Sami, bir oku bakayım.’ dedi ve ben okudum. Ben okurken o gözlerini kapattı. Âyetleri okumam bitince ‘Bak Sami, Cenab-ı Allah bu âyet-i kerimede diyor ki…’ diye başlayıp bana saatlerce anlattı. ‘Azizim siz Arapça, Farsça bilmeyen ümmî bir insansınız, bu bilgileri nasıl anlıyorsunuz?’ dedim. Bana şu çarpıcı cevabı verdi: Kur’ân’ı Arapça mı sanıyorsun, mushaf Arapçadır ama Kur ân Allahça’dır, Allahça’yı bilirsen Kur’ân’ı bilmen için başka bir dil bilmeye gerek yok. Ebu Cehil çok güzel Arapça biliyordu, Fransız değildi Arap’tı ve mükemmel Arapça biliyordu ama anlamadı, anlamadı, anlamadı.”
Mahmud Erol Kılıç – Tasavvuf Düşüncesi