Cumhuriyete Giden Yol:Siyasi Gelişmeler
Millî Mücadele, ulusal bilinçle ilişkisi olmayan bir köylüler topluluğuna, halkın Hıristiyanlara, özellikle de Ermeniler ve Rumlara karşı duyduğu mücadele azim ve kararlılığını, vatan ve millet tahassüsüne dönüştürmek yoluyla ulusal bilinç aşılamayı hedefleyen bir mücadeleydi. Kemalist seçkinler için, bu millî idealin gerçekleştirilmesi ve İttihatçılardan devralman ittihat ve terakki ana hedefinin başarılması, taktik seviyede yansıtılmış pragmatik bir yaklaşımı kaçınılmaz kılmaktaydı. Mustafa Kemal bunu şöyle ifade eder:
‘’… bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hâkimiyet-i milliyeye müstenit, bilakayd-ü şart müstakil yeni bir Türk devleti tesis etmek!.(Nutuk,cilt:1,syf;11) Bu mühim kararın bütün icabat ve zaruriyatını ilk gününde izhar ve ifade etmek elbette musip olamazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakayi ve hadisattan istifade ederek milletin hissiyat ve efkarını ihzar eylemek ve kademe kademe yürüyerek hedefe vasıl olmaya çalışmak lazım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz senelik ef-al ve icraatımız bir silsile-i mantıkiye ile mütalaa olunursa, ilk günden, bugüne kadar takip ettiğimiz istikamet-i umumiyenin ilk kararın çizdiği hattan ve teveccüh eylediği hedeften asla inhiraf eylememiş olduğu kendiliğinden tebarüz eder.(age,14)’’
‘’…ben, milletin vicdanında ve istikbalinde ihtisas ettiğim büyük tekamül istidadım, bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak peyderpey, bütün heyet-i içtimaiyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim.’’
Abdullah Cevdet’in “Pek Uyarak bir Uyku” isimli “rüya” makalesinde özlemini dile getirdiği, “gülü ve dikeniyle” Batı medeniyetinin izinde yürüyen Türkiye’nin gerçekleştirilmesi yolunda, Mustafa Kemal’in benimsediği “bekle gör” ve “yıldırım harekâti” taktiklerinin konjonktürel kombinasyonundan oluşan stratejisi, aracı amaçla meşrulaştıran Makyavelist siyasî geleneğin açık bir tezahürüdür. Yoksul, bezgin ve çaresiz Anadolu halkının desteğini kazanmakta son derece başarılı olan bu pozisyonel taktik, Mustafa Kemal Paşa açısından ikili bir söylemi gerekli kılıyordu. Millî Mücadele boyunca “millet” ve “milliyetçiliğe” ilişkin olarak kullanılan tüm kavramlar iki uçlu bir anlam kümesine sahipti. “Millî Mücadele,” “millî istiklal,” “millî hareket,” “kuvay-ı milliye,” “millî zafer,” “hâki- miyet-i milliye,” ve “Büyük Millet Meclisi” gibi kavramların tümü istiklal davasının “millî” etiketli ulusçu söylemim oluşturmaktaydı.10 “Millî” kelimesinin “dinî olan” ve “ulusal olan” şeklinde iki anlama da gönderme yapabilmesi sayesinde, en azından kavramsal düzeyde ulusçu söyleme geçişe zemin hazırlanmaktaydı. Keza, vücuda getirilen yeni kuramların “ulusal” niteliği usta bir şekilde gizlenmekteydi, Böylece, mesela, Sivas Kongresinden sonra oluşturulan Heyet-i Temsiliye, geçici bir hükümeti değil, “milletin muhabere merciini” temsil etmiş oluyordu. Ankara’da kurulan Meclis değil, geçici ve olağanüstü bir meclisti.
Hıristiyan işgali”ne halkın karşı koyma azim ve kararlılığını önce millî gayret e, sonra da “güdümlü ulusal irade ve egemenliğe tahvil etme, Millî Mücadele’nin, Mustafa Kemal in liderliğini yaptığı “Batıcı” siyasî seçkinler açısından, kısa ve öz hikâyesini oluşturur. Misak-ı Millî (17 Şubat 1920), Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılışı (23 Nisan 1920), işgal kuvvetlerinin nihaî yenilgiye uğratılması (30 Ağustos 1922) ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı (29 Ekim 1923) Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine sakladığı “millî sırrın kilometre taşlarını oluşturan gelişmelerdir.
30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’ne aykırı olarak İzmir’in 15 Mayıs 1919’da Yunanistan tarafından işgali, halkta büyük bir tepki doğurdu ve Anadolu’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri adı altında direniş hareketlerinin örgütlenmesini tahrik etti. Yunan işgaline karşı koyma iradesi, “İslâmî gayret’le şekillenmiş olarak yükselen Türk ulusal bilincinin ilk tezahürüydü. İşgal, Millî Mücadele hareketinin muharrik gücü ve ezelî beka sendromunun yeni besleyicisi oldu. Diğer birçok ulusal oluşum örneğinde olduğu gibi, savaş, yeni doğmakta olan Türk ulusal kimliğinin beşiği işlevini gördü.
Türk ulusal seçkinleri, işgal üzerine Anadolu’da Mustasa Kemal Paşa’nın önderliğinde, hem İstanbul hükümetine, hem de işgal kuvvetlerine karşı ulusal bir direniş hareketi organize etmeye çalıştı. Bu amaçla Amasya (19 Haziran 1919), Erzurum (23 Temmuz 1919) ve Sivas’ta (4 Eylül 1919) çeşitli toplantı ve kongreler yapıldı. Bu toplantılarda, daha sonra Misak-ı Millî belgesinde ifadesini bulan, mücadelenin olmazsa olmaz esasları belirlendi.
Amasya Tamimi ve Erzurum ve Sivas kongrelerinde benimsenen hükümleri esas alan Ahd-ı Millî, bilinen adıyla Misak-ı Millî (Millî And), memleketin tam bağımsızlığının (istiklal-i tamme) temelini oluşturdu. Misak, çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu, dinde ve kültürde müttehit yeni Türkiye’nin sınırlarım belirliyordu. Millî Mücadele hareketinin odağı ve milliyetçi diplomasinin hareket zemini olarak Misak, Osmanlı Devletinin sultan-halifesi ve anayasasıyla birlikte korunmasını öngörüyordu. Mustafa Kemal Paşa içinse, Misak yalnızca yeni devlete ve zihninde “millî bir sır” olarak sakladığı yeni rejime doğru ileri bir adımdı.
İtilaf ülkelerinin işgal güçleri, Millî Misak’a, İstanbul’u resmen işgal ederek (16 Mart 1920) ve çok sayıda parlamenteri tutuklayıp Malta Adası’na sürgün ederek cevap verdi. İstanbul’un işgal edilmesi ve son Osmanlı Parlamentosunun da dağıtılmasına, Millî Mücadele güçleri, 23 Nisan 1920’de Ankara’da kendi parlamentolarını kurarak karşılık verdiler ve müttefik güçler tarafından empoze edilen “ecnebî esareti”ni kategorik olarak reddettiklerini, Fransız millî egemenlik teorisinden mülhem olarak “bilakaydü şart hâkimiyet-i milliye” ve “istiklal-i tam”mı sağlama kararlılıklarını dünya kamuoyuna duyurdular.
Ankara’da kurulan Meclis hükümetinin programı, resmî söylem düzeyinde, sultan-halifeye bağlılığını ve onun işgal güçlerinin esaretinden kurtarılmasını hedef olarak kabul ettiğini, bu gerçekleştiğinde de Büyük Millet Meclisi’nin sağlayacağı hukukî çerçeve içinde yerini alacağını belirtiyordu. Bunun da ötesinde “vatanı ve milleti” “emperyalizm ve kapitalizmin” tahakkümünden kurtarmayı ve halkın tam bağımsızlığını ve egemenliğini sağlamayı hedefliyordu. Bütün mebuslar bunun için yemin etmişlerdi.
İtilaf ülkeleri tarafından, çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı bölgelere yerel özerklik verilmesi ve bu bölge halkının bağımsızlık için Milletler Cemiyeti’ne başvurabileceğini, Türkiye’nin Trakya ve Ege adaları üzerindeki haklan ile İzmir şehri ve etrafındaki bölgenin Yunanistan’a bırakılmasını, bağımsız Ermenistan’ın tanınmasını, kapitülasyonların devam etmesini ve azınlıkların korunmasına dönük birtakım imtiyazlar öngören Sevr Antlaşmasının 10 Ağustos 1920’de kabul edilmesi, antlaşmayı barış değil, savaş antlaşmasına dönüştürmüştür. Antlaşmaya ilişkin olarak göz ardı edilmemesi gereken bir nokta da, İstanbul Hükümetinin imzalamasına rağmen, son onay makamı olan padişah tarafından bu artlaşmanın imzalanmamış olması dolayısıyla, hukukî bir değerden yoksun olmasıdır.
Ankara’daki “millîci” hükümetin antlaşmaya tepkisi, Millî Misak’a bağlılığını teyit etmek oldu. Yunanistan, İngiltere ve Ermeni liderler ile bazı Kürt aşiret liderleri dışında anlaşmayı tanıyan taraf olmadı. Şubat 1921’de yapılan Londra Konferansında, hem Ankara hükümeti hem de Yunanistan karşılıklı olarak yapılan teklifleri reddettiler.
Ankara Hükümetinin Çerkez kökenli Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey, çıktığı Avrupa gezisinde İngiliz, Fransız ve İtalyan meslektaşlarıyla, Millî Misak hükümleriyle çelişen, bu yüzden de Büyük Millet Meclisi tarafından reddedilen, gizli anlaşmalar yaptı. 11 Mart 1921’de Fransız Dışişleri Bakanı AristideBriand’la yaptığı antlaşma özellikle tepki doğurmuştu. Mustafa Kemal Paşa, bu anlaşmanın “dinî azınlıklardan” ayrı olarak “ırkî azınlıkların korunması”na ilişkin maddesine tepki göstermişti; çünkü bu, Ermeni azınlığın yaşadıktan bölgelerde politik bir topluluk halinde sayısal olarak çoğalmasını hedeflemekteydi.
Yunanistan’ın Anadolu’daki işgal güçlerinin Eylül 1922’de nihaî yenilgiye uğramasından sonra, İsviçre’nin Lozan kentinde başlayan barış görüşmeleri 24 Temmuz 1923’te, Türkiye ve aralarında Yunanistan’ın da bulunduğu itilaf ülkeleri arasında imzalanan Lozan Barış Antlaşması’yla sonuçlandı. Bu antlaşmaya göre, Türkiye’de yaşayan Ortodoks Rumlarla, Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar zorunlu mübadeleye tabi tutulacak ve kapitülasyonlar kaldırılacaktı. Antlaşmanın Türkiye için ifade ettiği anlamı, Lozan müzakerelerinde beş kişilik Büyük Millet Meclisi Heyetine başkanlık eden İsmet Paşa şöyle anlatıyor:
‘’Ecnebiler tarafından empoze edilen yükümlülüklerden ve devlet içinde devlet oluşturan nitelikteki imtiyazlardan, malî mükellefiyetlerden kurtulmuş mütecanis ve müttehid bir memleket; nefs-i müdafaa hakkı mutlak olarak tanınmış hür, zengin bir memleket.’’
Lozan Antlaşması, Birinci Büyük Millet Meclisi’nde büyük tepkilerle karşılanmış, ancak muhalefetin iyice zayıflatıldığı ikinci Meclis’te kabul edilmiştir. Lozan’da Türk heyetiyle, itilaf devletleri temsilcileri arasında geliştirilen ilişkiler ve varılan sözlü mutabakatlar etrafında, Türkiye’deki muhafazakâr çevreler tarafından yoğun spekülasyonlar üretilmiş, resmî söylemin “zafer”i, dinî ve ulusçu muhafazakârların dilinde “hezimet” olarak ifadesini bulmuştur. Bu zıt uçlu söylemler araçsalbir mahiyet taşımaktadır. Sonuçta, Lozan Antlaşması Türkiye
Cumhuriyetine devletlerarası sistem içinde “meşru” bir yer sağlamış, Milli Mücadele’nin “muzafleriyetini” Batı medeniyetine giden yolun harcına dönüştürmüştür..
Millî Mücadele’nin İki Temeli
Şiarı “ya istiklal ya ölüm! ” olan Millî Mücadele, iki temel ilke etrafında yürütülmüştür: “Istiklal-i tam” ve “bilakayd ü şart hâkimiyet-i milliye”. Misak-ı Millî, birinci ilkenin tezahürüydü, ikinci ve daha önemli ilkenin yansıması ise 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu idi. Millî Mücadele’nin meşruiyet temeli ise millî hâkimiyet ilkesiydi. Ermeni isyanı ve Yunan işgaline karşı yürütülen mücadelenin yegâne meşruiyet zemini bizzat halkın kendisiydi; öte yandan savaş yorgunu, orduya katılmak istemeyen, bezgin bir halk için, sultan-halifesiz bir memleket tasavvur ötesiydi. Halk, dinî ve geleneksel bağlarla hanedana bağlıydı. Sultan-halifesiz bir ülkeyi ancak din ve vatan duygularından yoksun olanlar düşünebilirdi. “Kurtuluşa” giden yolda sakınılması gereken iki şey vardı: İtilaf devletlerine karşı tavır almak ve sultan-halifeye sadık kalmamak.
Her problemle “doğru zamanda” uğraşmak, Mustafa Kemal Paşa’nın “başarıya giden pratik ve güvenilir yolu”ydu. Bu yüzden, “hâkimiyet-i milliyeye müstenid, bilakayd-ü şart müstakil yeni bir Türk devleti tesis etme” amacına ulaşmak yolunda, dinî meşruiyeti ulusal meşruiyetle ikame etme sürecinde atacağı adımlarda son derece ihtiyatlıydı. “Din düşmanları’ndan bahsetmesi gerektiğinde “din ve millet düşmanlarından bahsediyor, yalnızca “sultan” yerine “sultan ve millet” diyordu.Amaç daha Milli Mücadele’nin ilk günlerinde ilan edilen milli hakimiyete dayalı,tam bağımsız bir Türk Devletinin ne pahasına olursa olsun kurulmasıydı.
1921 Anayasası’nın ilk maddesi bu idealin yansımasıydı.Aslında, hakimiyeti milliye şiarı, amaç değil yalnızca bir araçtı. Mustafa Kemal Paşa. taralından işlevsel bir sembol olarak değerlendirilmiş,zamanı gelince de bu ilkte vesayetetçi bir mahiyet kazandırılmıştır. Halk, mücadelenin öznesi gibi görünmüş ancak nesnesi olarak kullanılmıştır. Başkomutanlık kanunun yürürlük süresinin uzatılması ve saltanatın kaldırılması esnasında yapılan konuşmalar ve takınılan tavır, bu vesayetçi anlayışın iki açık örneğidir. Cumhuriyetin ilanının hemen ertesinde Rousseau’nun halk egemenliği tezinin “bilge kanun koyucu” fikri siyasî sahnede “belirmiş” ve millî hâkimiyet* cumhuriyeti kuran kişiyle yani Mustafa Kemal Paşa ile özdeş-leştirilmiştir. Daha önce iki dereceli de olsa halk tarafından seçilen meclis üyeleri artık bizzat Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından “tayin edilmeye” başlanmıştır.
1923 Türkiye’sinde “Umumî Manzara”
İlk bakışta, Cumhuriyetin hemen başında Türkiye’nin genel görünümü, bir “topyekûn hiçlik” vaziyetinin özelliklerini sergilemekteydi. Bütün ticarî ve endüstriyel teşebbüsler, Ingiliz,Fransız ve Alman şirketlerine aitti. Sanayi neredeyse yoktu. Tarım bütünüyle geleneksel yöntemlerle yapılmaklaydı. Tarımda makineleşmenin esamesi okunmuyordu. Lozan Antlaşmasının gümrük vergilerini 1929’a kadar liberalizeeden hükmü yüzünden yerli mallar gümrük duvarıyla korunamıyordu.Bütçe açıkları alışılmış bir şeydi. Yüzde 701er civarındaki yüksek faiz oranlan ile alınan dış borçlar, bütçe açıklarını kapatmak için kullanılıyordu. Duyun-u Umumiye muayyen gelir kaynaklarına rezerv koymuştu. Sosyoekonomik açıdan aşiret bağlan önemini korumaktaydı.İşçi sınıfı yok denecek kadar zayıf olduğu gibi, ciddî bir burjuva sınıfı da mevcut değildi.
Birinci Dünya Savaşı öncesindeki Kilise kayıtlarına göre, Türk ve Müslüman olmayan nüfusun, Anadolu’daki nüfusa oranı yaklaşık yüzde 40’tı.1913’te yani Balkan Savaşlarından sonra, İttihat ve Terakki’nin çekirdek kadrosunun benimsediği Anadolu’nun gayri Türk unsurlardan arındırılması projesi, Millî Mücadele döneminde de devam ettirilmiş, Kemalist Cumhuriyet, neredeyse “Hıristiyansız bir Türkiye” devralmıştı. Ancak bu bir “yobazlık trajedyası”nın sonucu değildi. İttihat ve Terakki yöneticileri, Balkan savaşlarından sonra, Ermeni ve Rum azınlıkların imparatorluk bütünlüğü içinde yer alabilmelerinin artık mümkün olamayacağına kanaat getirmiş ve Anadolu’yu Türkleştirmek için bu unsurların tasfiyesinde karar kılmıştı. Bunun ilk adımı, Türk topluluğunun ulusal açıdan bilinçlendirilerek Türklük mefkuresinin ateşlenmesiydi. Amaç, imparatorluğun güvenli unsurlara doğru yayılarak Kafkasya ve Orta Asya’daki Müslüman Türk topluluklarla birlikte yeni bir yapıya kavuşturulmasıydı. Avrupa ve Balkanlar’da kaybedilen imparatorluk, bir ırkdaş ve dindaş topluluğu olarak yeniden kurulacaktı.
“Millet-i Hakime” fikrinin temel oluşturduğu beka kaygısının tüm ideolojileri araçsallaştırması, hakim “vatan kurtarma” düşüncesinin, bütün ideolojileri bu amaca hizmet ettikleri oranda olumlaması, kurtarılacak vatanın dağılma eşiğinde olması ve bunun içerideki baş sorumlularının Anadolu’yu kendi ulus devletleri için mekanlaştırmaya çalışan Ermeni ve Rum ulusçulukları olduğunun kabul edilmesinin beraberinde getirdiği gayrimüslim düşmanlığı, Anadolu’yu sağlam bir “son sığmak” olarak İttihatçıların önderlik kadrosunu, Anadolu direnişinin örgütlenebilmesinin önündeki en büyük engel olarak gördükleri Ermeni faktörünün “izalesini” zorunlu bir netice olarak görmesiyle sonuçlandı. Ermeni ve Rum azınlığa duyulan öfke ve intikam hissi, Kuya-yı Milliye hareketini ateşleyen en önemli unsurlardan biridir. Bu bakımdan, İzmir’in işgalinin değil, işgalin Yunanlar tarafından yapılmış olmasının tepki uyandırması anlamlıdır. Millî Mücadele esas itibariyle Ermenilere ve Rumlara karşı örgütlenmiştir ve antiemperyalist niteliği bunun bir türevidir.
Türk siyasi seçkinleri açısından, 1913 Balkan Savaşı sonrasında başlamış olan ve dinî niteliği kaçınılmaz olarak belirgin olan uluslaşma süreci, Millî Mücadele döneminde ivme kazanmıştır. Bunlara ek olarak, 1923’te başlayan mübadele süreci sonucunda, Anadolu, tarihinde ilk defa, İstanbul’un surlar, arasına sıkışmış küçük bir gayrimüslim azınlık dışında, hemen bütünüyle Müslüman unsurların vatanı haline gelmiştir. Millî Mücadele döneminin dışa yönelik ulusçuluğu Kemalist dönemde içe yönelmiş, gayrimüslim unsurlardan arındırılmış homojen bir ulus devlet kurma amacına paralel olarak, Anadolu’da kalmış olan Hıristiyan topluluklar Türkleştirilme programının hedef kitlesinin başında yer almıştır.
Hiç şüphesiz, Anadolu ve Trakya’nın, Hıristiyan nüfustan arındırılmasının maliyetleri de vardı. Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkler İdarî ve askerî işlerle uğraştığı için, tarım, ticaret ve endüstri faaliyetlerinin büyük çoğunluğunu gayrimüslimler yürütmekteydi. Onların yokluğunda, büyük tarım alanları sürütemedi; el sanatları, dış ticaret ve endüstriyel teşebbüsler neredvaş dalgalarının alanda yakılıp yıkılmıştı. Her şeyin yeni baştan ve “yerli” kaynaklarla inşa edilmesi gerekmekteydi. Yeni devletin 1923’teki bütçesi ise yalnızca 12 milyon sterlindi. Demiryollarının devletleştirilmesi ve dış borçların tasfiyesi hemen ele alınması gereken iki konuydu. Millî burjuvazinin yokluğunda, meydan “devlet teşebbüsü”ne kalmaktaydı. Bu yüzden, yeni Türkiye’de devletçilik, kaçınılmaz olarak ulusçuluk anlamına geliyordu. Türkiye’deki yabancı şirketler, Türkleri istihdam etmiyor ve işlerinde Türkçe’yi kullanmıyordu. Kemalistlerin ev ödevi, “Türkler yapamaz” şeklindeki ırkçı önyargıyı yıkmak ve “mutlu Türk”ü inşa etmekti: bulunan şiar bugün tüm “mutlu Türkler” in dilinde bir duadır: “Ne mutlu Türküm diyene!”