Camiye Gitmek İçin Atılan İlk Adım
Camiye gitmek için atılan ilk adımla fert için ibadetin başlamış olacağı” esası, evden veya işyerinden camiye gidip-gelirken yollarda her türlü hafiflik ve aşırılıklardan uzak, vakur, ağır başlı gidilip gelinmesini sağlayacaktır. Günde beş defa, bu şekilde gidip-gelmelerle de, yukarıda zikredilen esaslardan (prensiplerden) dolayı sokak adabı, davranışları bir alışkanlık halini alacak, herkesin nefsinde ayrı ayrı yerleşecek ve böylece fertler arası bil sokak terbiyesi doğarak kuvvetlenecektir. Bunun sonucu olarak, kim olursa olsun, nereye giderse gitsin herkes mabette yürürmüşçesine sessiz sedasız her türlü patırtı-gürültüden uzak yoluna devam edecektir.
Yine camiye ibadet etmeye giden kimsenin içinde, mekândan münezzeh olan Allah Teala’yı ziyarete gidiyormuş gibi bir sevinç ve her adımda sanki O’na biraz daha yaklaşıyormuş gibi bir heyecan ve bu halin aksi olarak da camiden ayrılırken içinde vazifesini yapmanın verdiği rahatlığa rağmen,yine sanki O’ndan ayrılıyormuşcasına duyduğu ıztırap içinde Allah Tealayı daha çok memnun etmek ve her geçen gün O’na daha fazla yaklaşmak ve ayrılığı olmayan bir kavuşmanın arzu ve hevesini doğuracak ve kuvvetlendirecektir. İşte bu Allah Teala’ya hergün biraz daha fazla yaklaşma arzusu, İslâmiyetin “Sizin en hayırlınız, insanlara en hayırlı olanınızdır” ve benzeri emirleriyle bir yön ve istikamet, bir şekil kazanacak ve böylece her geçen gün Allah Teala’ya daha fazla yaklaşma arzusu ile dolu olan bu kimseler zamanla doğru orantılı olarak yurttaşlarına daha faydalı, daha hayırlı daha fedakâr olmanın hevesiyle yanıp tutuşacaklar, bu hususta birbirleriyle yarışacaklar ve devamlı olarak zihnen de bütün imkânlarını zorlayarak müsbet bir şeyler yapmanın çarelerini arayacaklardır. Bu hal de yurdumuzun kısa zamanda terakkisini gerçekleştirecektir.
Camide yapılan ibadetler birer iş, birer vazife olarak kabul edilirse, camiye gidip-gelirken yapılan bu yürümeler de, bu işe gidip-gelirken yapılacak yürümeler şeklini alacak ve bunu yapan insanlar da evden çıkmış yürümüş ve bir iş yaparak geri dönmüş durumu arz edeceklerdir.
Bu camiye gidiş-gelişlerin ve orada ibadet, başka bir ifadeyle iş yapmaların günde beş defa hiçbir maddî karşılık, hiçbir maddî menfaat, para, şöhret, rütbe… göstermeksizin, baştan savma olmamak kaydiyle dikkat ve ihtimamla seve seve yerine getirildiği gözönüne alınacak olursa, bu hareketlerin yani hiçbir maddî karşılık gözetmeksizin bu geliş-gidiş ve yapılan ibadetlerin, başka bir ifadeyle yapılan bu işlerin onları yapanlar üzerinde müspet tesir icra ederek, gerektiği zaman hiçbir menfaat beklemeksizin her türlü ve her çeşit iş yapma alışkanlığının doğup kuvvetlenmesine ve dolayısiyle başkalarına ve memleket menfâatlerine yönelen bir toplum ahlâkınınn her fertte ayrı ayrı yerleşmesine sebep olacağı hakikati ortaya çıkar.
Bu şekilde küçük yaştan beri günde beş defa ciddi bir eğitim görmüş olan bu kimseler, gördükleri eğitim neticesinde vatandaşlarının dul, yetim, öksüz… vs. yardımına her zaman seve seve koşacakları gibi, memleketleriyle de ilgili yol, köprü, okul… vs. her türlü faaliyetlere hiçbir şey, hatta bir teşekkür dahi taleb etmeksizin seve seve koşacaklardır. Böylece, Avrupa ve avrupalı mütefekkirlerin ta 18. asırda gerçekleştirmeğe çalıştıkları vazife için vazife (kategorik împeratifler) şuuru onlardan bin küsür sene daha önce İslâm aleminde tecellî etmiş olacaktır.
Bunun aksine olarak, kendi şahsî menfaatlerinden, kendi zevk ve eğlencelerinden başka hiçbir şekilde hiçbir yere hiçbir adım atmamış, başka bir ifadeyle ciddî bir ruh eğitimi görmemiş kimselerin yukarıda zikredildiği gibi küçük yaştan beri günde beş defa ciddî bir ruh eğitimi görmüş kimseler gibi hiçbir maddî menfaatin bahis konusu olmadığı işleri kabulleri şüpheden salim olamayacağı gibi, bu işlere yatkınlık dereceleri de ayrıca münakaşa konusudur.
Yine camiye gidip-gelmeler ve orada yapılan ibadetler, başka bir ifadeyle işler ve bu işlerde, yani ibadetlerde hiçbir şekilde yapılmayan kaytarmalar ve gevşeklikler ve bütün bunların tümü yapılırken hiçbir kimsenin (polis, bekçi, jandarma… vs.zoru, murakabesi olmadan uyulan nizamlar ve kurallar, müslümanların ruhunda kanun ve nizamlara kendiliklerinden uymak ve işlerinde kimsenin murakabesi, denetimi olmaksızın gevşeklik ve kaytarma göstermeksizin çalışma alışkanlığı ve üstünlüğünü temin eder.
Yine farz namazlarına dururken, gerek başlama tekbiri gerek namazın diğer hareketlerinin (rükû secde) imamdan, yani yapılan o işte, kendileri tarafından seçilen önderden daha evvel yapılmasının katiyetle yasaklanması ise, topluca yapılan işlerde konusuna göre onu en iyi bilen kimselerin önderliğinde toplandıktan sonra hiçbir faydası olmayan lüzumsuz ileri atılmalardan, yersiz acelelerle toplum çalışmasındaki intizam ve nizamı bozmak suretiyle huzur bozucu olmaktan bizleri sakındırmak ve böylece bu alışkanlığı, yani şuurlu bir ağırbaşlılığı ve Ölçülülüğü verebilmek içindir.
Yine camide gerek namazdan sonra gerekse herhangi bir zaman yüksek sesle Kur’an-ı Kerim okuduğunda hiçbir fazla (nafile, ibadet, başka bir ifadeyle iş yapmamızın ve hatta sessizce Kur’an-ı Kerim dahi okumamızın yasaklanması bir mecliste bir kimsenin lüzumlu mühim konulardan, ilim ve memleket meselelerinden (gevezelik, dedikodu… vs. hariç) bahsetmesi esnasında onu bu arada vazifemiz haricinde sonra da yapabileceğimiz işleri terk ederek dinlemek ve üzerinde düşünmek alışkanlığını bizlere sağlamak içindir.
Yine camilerde namaz vakitlerinin, halka vakti bildirmekten başka hiçbir mana taşımayacak^ olan boru, trampet, davul vs. ile değil de yüksek, ulvî fikir ve mana ifade eden güçlü cümlelerden müteşekkil Ezan ile bildirilmesi dikkat edilmesi ve üzerinde durulması gereken hususlardan biridir. Halbuki boru, trampet, davul… vs.nin sesi, ezana nispetle belki daha uzaklara gidebilirdi. Buna rağmen İslâmiyetin ezan müessesesini te’sis etmesi, O’nun hiçbir manasızlığa iltifat etmeyerek bir şeyle birçok şeyler yapma esasını kabul edişinden ve insana değer, kıymet vererek O’na sevilen kimselerin öğütlerinin daha çabuk tutulacakları kendisi tarafından sevilen ve kendi cinsinden olan kimseler vasıtasıyla hakikatleri söylemek istemesindendir.
Yine cemaatin önünde imamın (önderin), en arkada müezzinin bulunması ise toplumun yerinin bu önderleri ile bu önderler etrafındaki birlik ve beraberliği sağlayan mütefekkir ve alimlerin arasında olduğunun ve onların emeğine ve gücüne göre şekil alacağının bir ifadesidir.
Yine bu birliği önderlerden ziyade ancak mütefekkirlerin, düşünürlerin ve alimlerin gerçekleştireceğinin ve bunu gerçekleştirebilmek için de önderlik sevdasında olmayarak toplumun eksik veya aksayan taraflarını tesbit ile onların giderilmesini sağlamak ve devamlı olarak onları kontrol altında tutabilmek için benlikten geçerek daima toplumun en arkasında kalma lüzumunun bir ifadesidir.
Buraya kadar devamlı olarak caminin toplum içindeki manevî tarafları ve sağladığı manevi eşitlikten bahsedildi. Evet ele alman bu manevî hususlar, toplum bünyesinde çok mühim olmakla beraber, kafi ve yeterli değildir. Zira toplum bir gerçek, bir realitedir. Onun maddî de birçok ihtiyaçlarının olacağı da; bir hakikattir ve bu maddî eşitlik gerçeklemedikçe toplumun davalarının tamamen halledilemeyeceği de ortadadır.