İnsan Sadece Bedenden İbaret Değildir…
Azizim, insan bu görülen ve algılanan heykelden ibaret değildir. Ruh denilen İlâhi sırdan ibarettir.
Nefse hakim ol ve onun faziletlerini tamamlayıp geliştir.
Çünkü sen bedeninle değil ruhunla insansın,
İnsanın nefsinin şuuruna sahip olması ilk olarak kabul edilmesi gereken apaçık hakikatlardandır. Yani bütün mülâhazalardan, bütün düşüncelerden önce gelir. İnsanın (Burada insandan maksat ruhtur) kendi varlığını inkâr etmesi, Hoca Nasreddin’ merhumun gelen bir misafiri savmak için içeriden: Efendi oda yok, demesi gibidir.
Ruh sâde (Üzerine bir şey yazılmamış) bir levha gibidir. Bedenimize girdikten sonra, maddî şekiller duyular yoluyla onda nakış olunur, o da bu vasıtayla dış âlemin varlığından haberdar olur. Gönül burada bir iki söz söylemek isterdi. Fakat susmayı tercih etti.
Çünkü bir kabristan ziyaretinin bundan fazla söze tahammülü yoktur. Burada söylenecek sözler o ziyarete muvafık mahiyette olmalı.
Biz de ruhun diğer halleriyle ilgili sözleri bir tarafa bırakalım da makama uygun bir söz söyleyelim: Büyük babamın ziyareti bende tuhaf tuhaf fikirler hasıl etti. O fikirlerin özeli sudur :
Ruh bedenle ilgisinin kesilmesinden sonra dünyadaki fiillerini – Fakat mülâyim bir şekilde temsil ederek – hayal, daha doğrusu idrak edecektir. Fakat siz diyeceksiniz ki, dimağsız ruh nasıl tahayyül ve idrak edebilir? Dimağ ruha o tahayyül özelliğini vermiştir. Tahayyüle, idraka mahsus olan nitelikler ona istidat kazandırmıştır. Şu halde bedenle ilgisinin kesilmesinden sonra beyne ait fiilleri, beyne ihtiyacı olmaksızın yerine getirebilir. Çünkü beynin, ilgisinin kesilmeden önce, ruha verdiği hareketin, devamlı olarak, onda var olduğu düşünülebilir. Meselâ ruh dünyada işlediği iyi bir şeyin kendisinde sebep olduğu sevinç hissini, âlem dışında hoşlandığı şeylerden birine, bir güzel çiçeğe benzeterek tahayyül eder. Bu tahayyül kendisi için neşeye sebep olur. Bizim hayal namını verdiğimiz bir şey, devam ve istikrarından, ruhun dış âlemle olan alâkasının kopması sebebiyle ona fazla tesirinden dolayı, sırf hakikatten ziyade hakikat halini alır. Keza insanın fena bir fiili de yılan gibi hoşlanmadığı bir surette temsil eder ve ruhu bu sebeble sıkıntıya sokar.
Dış âlemin ruha tesiri :
Ruhun bu tasarrufları bedenden ilgisi kesilmeden, evvel bir dakika kendisinde vuku bulan hallerdendir. Bunun yazılarımız ve konuşmalarımızda tesirleri görülür. Demek ruhun kategorileri bir uygun temsil ile tahayyül etmesi ve ondan etkilenmesi kendisi için daima vuku bulan hallerden imiş. Bu böyle olduğu gibi hareketlerimizden ayrılmasına imkân olmayan hallerde daima ruhumuza tesir icra etmekten geri kalmaz. İster fiillerimizi uygun benzetmelerle tahayyül edelim; ister o fiilin benzetmeksizin, doğrudan doğruya tesirine maruz kalalım; her iki surette de ruhumuzun, mâhiyetlerine göre fillerimizden etkilenmesi zarûrî demek olur, fakat hislerin dağdağası her zaman fiillerimizi uygun temsil ile tahayyülümüze, şu halde ondan tam mânasıyla etkilenmemize mani ise de o etkilenme mâhiyetine şuurumuz, katılmaksızın nefsimizde hüküm fermâ olmaktan hali değildir. Mesel çoğunlukla içimizde bir sıkıntı olur. Sebebini sorsalar, bilmiyorum, diye cevap veririz. Uykuya yattığımız yani hislerin faaliyetini tatil edip dış âlemle alâkayı kestiğimiz zaman o hâli rüyada uygun bir temsil ile görür, ondan etkileniriz, işte bunlar hep nâtık nefsin kendisine has hal ve hareketlerindendir.
Burada meşhur paskal’ın bir sözü hatırıma geldi. Diyor ki : Halktan birisi her gece kendisini rüyada padişah olmuş görse, padişahlığın gereği olan safalarla meşgul olsa, hemen bir padişah kadar mesut olmuş demektir. Bu böyle olduğu gibi padişahlardan biri de, yaşadığı müddetçe, her gece düşünde kendisini halktan biri gibi görse, onun çektiği zahmeti, meşakkati çekse hemen onun kadar bedbaht olur. Demek ki rüyada görülen şeylerin ruha olan tesiri uyanık hallerin tesirinden az değilmiş. Fakat bunda rüyanın aynı tarzda ve devamlı olması şarttır. Değişmesi bu tesirin tamamının zuhuruna mânidir. Fiillerimizin gerektirdiği şeylerin, dünyada tam tesirine, dış âlemin gürültüsü (Dağdağa) nün mani olduğunu söylemiştik. Hokkabazlann gürültü ile sünnet çocuğunu avuttuğu gibi, dış âlemin çeşit çeşit hokkabazlığı da bir dereceye kadar bizim ıztırabımızı hafifletiyor.
Her gün görülen hallerdendir : Meselâ bir insan bir şeyden ziyadece etkilenirse dış âlemin gürültüsünü tabii olarak artırmak lüzumunu duyar. Meselâ saz bilirse saz çalar, sokağa çıkar, yahut ahbabıyla görüşür. Bunlar hep o etkilenmesinin şiddetini hafifletmek maksadım güden ve içgüdünün şevki ile düşünülmeden alınmış tedbirlerdir. Bu tedbirler dış gürültüleri artırıp ruhu bulunduğu noktadan geriletir.
Ruh bu tesirleri ancak kabirde gözden geçirir :
Fakat ne yapılırsa yapılsın, her fiilin ayrılmaz parçası olan bir hal bir olay vardır ki, o fiilin bizden sâdır olayların oluşuyla ruhda bu hal derhal tecelli eder. Ruh kendisinde tecelli eden hallerin, hepsini, teşbihte hata olmaz, gramofon plâğı gibi alır ve muhafaza eder. O hallerin bir tanesini bile kayb etmez. Çünkü dünyadan beraber götüreceği ancak odur. Hayat kavgası ve gürültüsü o hallerden hasıl olan tesirlerin tamamının ortaya çıkmasına mâni olduğu için, ruh kendisinde olan sermayeyi bilmez, yalnız onu toplamakla meşgul olur. Topladığı şeylerin nasıl şeyler olduğunu anlamak için tenha bir yerde oturup onları birer birer gözden geçirmesi lâzımdır. İşte o tenha yer de şu sohbetin konusunu teşkil eden sükût yerindeki terke- dildiği hücredir. Orada dağdağa yoktur. Ruh kendi kendine kalır. Dünyada topladığı şeyleri birer birer gözden geçirip ne olduklarım anlar.
Ruh dış âlemle olan ilişkisini temin eden göz, kulak, burun vesaire gibi şeylerden ayrılıp kendi kendine kaldığı, dolayısıyla kendisini meşgul eden bu kadar dağdağanın bir anda yok olduğu bir sırada cidden müşkül bir mevkide kalır. Dünyadaki mümkün olan cezaların en şiddetlisi tefrîd yani bir adamı Dışarıyla büsbütün alakasını keserek-dar bir yerde haps etmek cezasıdır. Ruh dış âlemle ilgisini kestiği dakikada tek başına kalır; artık yalnızlık hücresinde kendi fiillerinden başka dostu , yâri bulunmaz. Başlar bunları hayal etmeğe, o hayal ettiği şeylerle hasbıhale!
İşte insan ameliyle dirilir, sözünün tafsili budur. Yukarıdan beri nîh hakkında bir çok söz söyledik. Fakat son durağın halleri, kabir azabının hakiki mahiyetine nazaran bu sözlerde o hakikatları münasip bir temsilden başka bir şey değildir, öldükten sonra ibret nazarları önünde tecelli edecek temaşanın hakikatini Allah’dan başka kimse bilmez.
Ferid Kam – Dini-Felsefi Sohbetler (D.i.b yay.)