Peygamberlerin hepsine (salat’ü selâm olsun) ve Allah dostlarının (velîlerin) şefâat etmelerine gelince:
Bilinmelidir ki şefâat; ilâhî huzurdan Peygamberlik cevherine doğan bir nûrdan ibârettir. Bu nûr,ayni zamanda Peygamberden, Peygamberlik cevheri ile münâsebet kurmuş ve münâsebeti çok büyük bir sevgi ile; sünnetleri sıkı tutmak ve çok salâvât getirmek sağlamlaştırmış olanların cevherine ve ruhuna da yayılır.
Bunun misâli: Güneşin ışığı gibidir ki, suya düşünce muhakkak ziyâsı yansıyacak ve bu da her yerde değil, ancak suya yakın olan duvarda ve duvarın da yansıma kanununa göre belirli bir yerinde olacaktır. Hem de ziyanın o belirli yere aksetmesi, orası ile su arasında ve durum itibariyle hâsıl olan bir münâsebete bağlıdır.
Bu münâsebet ise duvarın diğer mahallerinde mevcut değildir. Ziyanın duvarda parladığı o mahal, öyle bir yerdir ki burası su ile sudaki ziyâ mahalli arasında, bir çizgi çizilecek olursa bu çizgi ile o yer arasında meydana gelen açı, suyun dış yüzü ile güneş arasında meydana gelen açıya denktir. Ondan ne dar, ne de geniş değildir, eşittir. İki açı da aynı derecededir.Bunun benzerliği açıktır. Söz götürmez, istiyen tecrübe edebilir. Böyle biri birine eşit iki açı ancak duvarın bu özel mahallinde olabilir. Suya düşen güneşin ziyâsının su çevresindeki duvarda yansıyacağı yer, ancak duvarın bu biri birine eşit iki açının teşekkül edebi leceği özel yeridir. Başka yerinde olmasına imkân yoktur. Duvardaki yansıma alanından suya bakan bir göz güneşi gökte değil suyun içinde görür. Bu misâl hakikaten çok parlaktır.
İşte şu iki hakikati temsil eden güneş ışınının suya vurduğu, sudan da yansıma ile belirli bir mahalle geçtiği gibi Allah’ın nuru da Peygambere doğar, Ondan da kendisi ile hakîki ve kat’î münâsebet kurmuş olanlara geçer. Aynı zamanda da İlâhi nura kavuşan bir insan kendisinden Peygamberini ve ondan da Allah’ı görür. Nitekim ziyânın aksetmesindeki duruma âit maddî münâsebetler, bazı özellikleri gerektirdiği gibi İlâhi nûrun da Peygamberden yansıması hususundaki aklî ve mânevî münâsebetler de, mânevi cevherlerde ruhâni maddelerde bu özel mahallere lâyık olan gönüllere ihtiyaç gösterir.
Kimi, tevhîd istilâ ederse, Allah’ın birliğinin âlemlerdeki tecellisi bütün varlığını kaplarsa, muhakkak ki onun İlâhî huzur ile münâsebeti kuvvetlidir. Vâsıtasız olarak kalbine İlâhî nûr yağar. Bunlar Peygamberlerdir.
Kimi de, sünnet içiyle, dışıyla sarar ise, Peygamberin bütün sünnetlerini yapmıya can atar ve Peygambere tam manasiyle uyar ve ona uyanları (ashâbını, onların tam izinde ve yolunda gidenleri, âlimleri, kâmilleri) sever, ve fakat vahdaniyyeti mülâhazada Allah’ın birliğini ve birlik tecellîlerini müşahede ve tefekkürde ayağı râsih olmazsa yani İslâm ve îmân sahasında yüksek bir âlim olmazsa, onun İlâhî huzur ile münâsebeti, ancak vâsıta ile sağlanır ve o ilâhi nuru almakta vâsıtaya muhtaç olur.
Nitekim güneşe açık olmıyan duvar, güneşe açık olan suyun vâsıtasına ihtiyaç gösterir.Bu misâle esas olan meselede duvar yerinde olan erenlerde gönüllerine ilâhi nurun doğması ve Hakkı görebilmesi için Peygambere ve ona candan bağlanmağa muhtaçtır.
Dünyâ işlerinde yapılan yardım ve şefâatın hakikati da işte bunun gibi bir sultan-vezir misâline döndürülür ki, vezir, sultanın kalbinde husûsi bir yer tutmuş ve ona yakınlığın son derecesine ermiştir. Sultana, bazan vezirin dostlarının hatalarından haber gelir de sultan onları afveder. Bu sultan ile vezirin adamları arasında kurulmuş olan bir münâsebetten değildir. Fakat onların sultan ile münâsebeti bulunan vezire bağlanmış, onun ile münâsebet kurmuş olmalarındandır. İşte bunlara gelen inâyet, vezirin vâsıtası iledir. Onun, sultan yanındaki hatır ve mevkii sebebi iledir Yoksa kendilerinin sultan yanında dereceleri olduğundan değildir.
Aradan vâsıta kaldırılsa, vezir mevkiinden ayrılsa ve sultan ile münâsebeti kesilse, artık sultanın inâyetleri onlara şâmil olmaz. Sultanın onlara eskisi gibi iyilik ve ihsânı gelmez. Ayni zamanda onun yerine gelen yeni vezirin adamları da doğrudan doğruya sultandan bir ihsan ve bağışa nâil olmazlar. Çünki sultan yeni vezirin adamlarını tanımaz. Onların vezir ile hususiyet derecelerini mevkii ve değerlerini bilmez. Bunları ancak vezirin tanıtması ile bilir. Vezirin kendilerine gösterdiği rağbet ve alâka ile onları affınna veya ihsanına mazhar kılar.
İşte vezirin, sultan yanında onları tanıtmak ve kendisinin onlara olan rağbetini izhâr etmek hususunda sultana söyliyeceği sözlere: mecaz yolu ile «şefâat» denir. Gerçekten şefî yani hakiki şefaatçi ise vezirin sözü değil ancak vezirin sultan yanındaki mevkiî ve değeridir. O söz ise ancak maksadı izhâr etmek içindir. Halbuki Allah Teâlâ herhangi bir kulunu başkasının târif etmesine ve tanıtmasına asla muhtaç değildir. Sultan da vezirine mensup bir adamı ve onun, veziri yanındaki bu mevkii ve hususiyeti bilmiş olaydı, vezirin sözüne ihtiyaç olmazdı. Şefâat hususunda bir söz ve kelâm olmadan af ve bağışlama hâsıl olurdu.
Allah Teâlâ ise sultan gibi değil, vezirine yani Peygamberine mensup olanı ve Peygamberi ile münâsebet derecesini bilmektedir. Allah Teâlâ Peygamberlere -hepsine salât selâm olsun- kimlere şefâat edeceklerini ve neler deyeceklerini bildiği halde, onları huzurunda konuşmalarına izin vermiş olaydı, onların diyecekleri, yine kendi bildiği, sözler yani şefâatçıların diyecekleri şefâat sözleri olurdu. Allah Teâlâ Hazretleri şefâatın hakikatini bir misâl ile canlandırmak isterse, onu his ve hayâle koyar.
Bu temsil de ancak şefâat ile mezun olan, şefâat dileğini ifâde eden sözlerle olur. Buna da yukarıda geçen temsilde ziyânın münâsebet yolu ile aksetmesi misâli delillik eder. Hakîkaten Peygamber tarafından yapılacak şefâate hak kazanmaktan bahseden haberlerde bildirilen kişilerin hepsi, Rasûl-i Ekrem (A.S.j ile ilgili şeylere bağlanmıştır. Ona salâvât getirmek, kabirini ziyaret etmek, ezâna cevap vermek, ezân sonunda dua etmek ve şâire, Peygambere olan sevgi, saygı ve onunla alâkayı, ruhanî münâsebeti kuvvetlendiren sebepler vasıtalardır.
İmam Gazali,İki Madnun
0 Yorumlar