Bir Küresel Kültürün Ortaya Çıkışı
“Küresel kültürün” ortaya çıkışı genellikle postmoder-nizm olgusunun başka bir göstergesi olarak sunulmaktadır. Hepimiz tişört, kot pantolon ve spor ayakkabısı giymekte, Kentucky Fried Chicken ve McDonalds’dan yemekteyiz. Zihinsel kalıplar dünya kültür yapısına o denli yerleşmiştir ki, artık herkes aynı tondan şarkı söylemekte, aynı fikirleri tartışmakta, aynı sloganları atmakta ve kendisini aynı biçimde ifade etmektedir. Ancak Anderson, ortaya çıkan kültürün tektipçi doğasından dolayı fazlaca endişe duymamamız gerektiğini ileri sürmektedir:
Bu, bazı insanların hiçbirşeyi dünyanın Batılılaşmasından daha fazla sevmediğini gösterir. Onlar tamamen haksız sayılmazlar. Batı’nın nufuzunun artmasına, dehşete düşürücü bir şey olduğu kadar bir parça umut veren bir şey olarak da bakılabilir. O sadece kalitesiz yiyecekler ve kalitesiz ilişkilerden ibaret değildir, aksine demokrasi ve insan hakları kavramlannı da içinde barındırır…..(Ancak)o resmin bir parçasıdır.Bütün Batılılar çay ve Zen’i bilir, Başkan Mao’nun düşüncelerinden haberdardır, ve her Batılı işadamı Japon iş yönetimi hakkında bir şeyler duymuştur.
Bu iddiada ırkmerkezciliğin bir kaç katmanı bulunmaktadır. O, dünyanın Batılılaştırılmasının iyi bir şey olabileceğini, Batılı olmayan kültürlerin yönetim ve insana saygı hakkında herhangi bir fikirlerinin bulunmadığını; “çay”, “Zen” ve “Mao’nun düşüncelerinin” tarihdışı (ahistoric) olduğunu, Batı’da üretilen bu bilgilerin Batı’nın sömürgecilik ve post- emperyalist tarihiyle ilişkilendirilemeyeceğini, dahası Batılı olan ve olmayanlar arasındaki fikir akışının eşit düzeyde olduğunu ileri sürmektedir.
Dünyanın Batılılaşması Batılı olmayan kültürleri boğmaktadır. Bu durum o derece aşikardır ki, burada bu konuyu ele almanın gereği kalmamaktadır. Tek bir hakim kültürün egemen hale geldiği dünyanın sadece küçülmekle kalmayıp aynı zamanda da tehlikeli bir yer haline geldiğini söylemek yeterlidir. Doğada olduğu gibi sosyal hayatta da mono-kültürlerin ortadan kaldırılmasına hüküm verilmiştir.
Postmodern yazılarda ve düşüncelerde yaygınlaştırılan, Batı ve Batılı olmayan arasındaki fikir akışının eşit düzeyde olduğu ve bunun en kötü ihtimalle kültür zenginliğine ve en iyi ihtimalle kültür ve geleneklerin “sentezine” götüreceği iddiası, zandan ibarettir. Bununla birlikte kültürel fikir ve ürünlerin akışı, tıpkı mal ve eşya akışı gibi, Batı’dan Üçüncü Dün-ya’ya doğru tek yönde gerçekleşmektedir. Hiç kimse evrensel sahnede, Hintli Michael Jackson, Çinli Madonna, Malezyalı Arnold Schwarzennegger, Faslı Julia Roberts, Filipinli New Kids on the Block, Brezilyalı Shakspeare, Mısırlı Barbara Cartland, Tanzanyalı Cheers, Nijeryallı Dallas ve Şilili Wheels of Fortune ya da Çin operası, Urdu şiiri, Mısır tiyatrosu vs. göremez. Dünya tiyatrosu kesinlikle Batılı tiyatrodur; Batının iktidarının, prestijinin ve denetiminin sahneye konulmasıdır. Arada sırada Batılı olmayan kişiler de bu sahnede görünseler de, bu onların egzotikliğinden, ya da Batılı fikir ve ülküleri benimsemelerinden ya da Batılı bir amaca hizmet etmelerindendir. Batılı olmayan kültürel eserler Batı’da göründüğü zaman, onlara karşı ya boş sembollermişcesine ya da etnik bir modaymışçasına davranılır.
Postmodernizmdeki kültürlerin sentezine yapılan çağrı1ar, dünyanın Batılılaştırılması ve Batı medeniyetinin evrenselleştirilmesi yolunda atılmış kurnazca adımlar olarak görülmelidir. Yahudi-Hristiyan dini mirası dahil, kendi farklılığını moderniteye ve güya seküler modernizmin süper prensiplerine taşıyan Batı, günah çıkarttıktan sonra gerçek evrensel bir medeniyetin mümkün olduğuna inanmaktadır. Sentez, ancak evrensel sahnede eşit olarak temsil edilen eşit güce sahip eşit iki kültür arasında gerçekleşebilir. Güçlü ve egemen kültür, zayıf ve bağımlı başka bir kültürle birleşemez, güçlü olan zayıfı yutar. Zayıf olan egemen düzenin belirlediği gündem ve ilkeler doğrultusunda yeniden şekillenir ve kendisi olmaktan çıkar. Buna da sentez denemez. Postmodern sentez, Öteki kültürlerin Batı medeniyeti içine çekilmesinin başka bir ifadesidir.
Hem inanç sistemlerinin yıkılması hem de evrensel kültürün doğumu hakkında ileri sürülenler postmodern cephanelikteki üçüncü, belki de en önemli, geçiş silahının üzerine temellendirilmiştir: gerçekliğin toplumsal inşası. Bizim insanlık olarak yaptığımız, kendi zihnimizdeki dünya resmine uygun olarak gerçeklikleri inşa etmek gibi görünmektedir. “Orada” duran her şey bizim düş gücümüzün bir uydurmasıdır. Ve bizler muhtemel postmodern dünyaların en iyisinde yaşayan eşit insanlar olduğumuzdan, tüm gerçeklikler diğerleriyle eşit düzeyde gerçek, tüm doğrular göreli ve tüm nesnellik de sadece saçmalıktır. Anderson, postmodern durumu ne güzel açıklamaktadır:
Gerçekliğin inşası bir süreçtir. Her ne kadar bazı yapılar, sadece dinamik düşünce akımlarının geçici manifestoları olsa da, hiç bir felsefenin ve bilimin onları tanımlayamamış ve varlıklarının haritasını çıkaramamış olması nedeniyle direngenlik gösterebilirler. Kavramak gerçek değil, bir gerçeği hesaplama sürecidir. Ve en sonunda bizim yalnızca bir geçekliği değil, birbirinin üstüne binmiş, birbirine iliştirilmiş ve bazen birbiriyle çatışan bir çok gerçekliği inşa ettiğimiz ortaya çıkar.
Bu, dünyanın her şeyin yapay olarak inşa edildiği bir tiyatroya dönüştürülmesi demektir. Politika toplu tüketim için sahne yönetimidir. Televizyon belgeselleri eğlenceye dönüştürülmüş ve eğlence olarak sunulmaktadır. Gazetecilik gerçek ve kurgu arasındaki ayrımı bulandırır. Yaşayan bireyler melodram dizilerin karakterleri haline gelir ve yapay karakterler “gerçekmiş” gibi varsayılır. Herşey bir anda gerçekleşir ve herkes evrensel tiyatroda geçen olaylardan haberdar edilir. “Bu, yapmacık çağımızın doğal, aynı zamanda da kaçınılmaz bir özelliğidir; bir çok insan toplumsal inşanın gerçekliğini anlamaya başladığı zaman olan şeydir” diye yazmaktadır Anderson. Başka bir deyişle bizler değişmez bir şekilde belli bir amaç için yönlendiriliyoruz.
Baudrillard, tüm gerçekliğin toplumsal inşası fikrini ele alıp, onu mantıki sonucuna kadar götürmeye cesaret eder. Ona göre, bütün evrensel tiyatro gerçekte “belirsizlik içinde dalgalanmakta” ve böylece gerçeklik, kurgulanmış “hiper gerçeklik” tarafından yutulmaktadır. Bütün toplumsal yaşam, gerçeklikler tarafından değil fakat yanılsamalar, modeller, saf imgeler ve canlandırmalar tarafından düzenlenmektedir. Postmodern çağ, gerçekliğin sistematik bir şekilde bir oyun olarak üretildiği bir süreci başı boş bırakmıştır. Fakat süreç burada durmaz’. Oyunların bizzat kendisi özgün gerçeklikten ayrılmış yeni yanılsamalar üretmekte ve söz konusu yanılsamaların da bizzat kendisi saf imgeler ve diğer imgelerin yavrucuklarını üretmektedir. Baudrillard süreci şöyle tanımlar;
Oyun, gösterge ve gerçeğin denk olduğu ilkesinden başlar (bu denklik bir ütopya bile olsa, o yine temel bir aksiyom olur). Aksine yanılsama bu eşitlik ilkesinin ütopyasından, değer olarak göstergenin radikal olumsuzlanmasından, eskiye dönük göstergeden ve her başvurunun ölüm fermanından başlar. Oysa oyun yanılsamayı, onun hatalı oyun olduğu şeklinde yorumlayarak yutmaya çalışırken, yanılsama ise, kendisi zaten bir taklit olan oyunun tüm yapısını kuşatmaktadır. Göstergenin sonraki evreleri şunlardır:
- O temel gerçekliğin bir yansımasıdır.
- O temel gerçekliği maskelemekte ve bozmaktadır.
- O temel gerçekliğin yokluğunu maskelemektedir.
- O, her ne kadar kendi saf taklidi olsa da, herhangi bir geçeklikle ilişkili değildir.
Birinci evrede imge iyi bir görüntüdür: oyun dinsel bir törenin çeşididir. İkicisinde şeytani bir görüntüdür: kötünün bir çeşididir. Üçüncüsünde bir görüntü gibi davranır: bir sihir çeşididir. Dördüncü evrede artık her hangi bir görüntü çeşidi değil, bir yanılsamadır.
Saf yanılsama dünyasında “gerçekliği aramak” boşuna bir uğraştır. Hiçbir zaman farklılıkları keşfedemeyeceğimiz için “gerçek”le yapay olanı ayırma ihtiyacı hissetmeyiz. Bunun gibi, doğrularının zerre kadar güvenilirliği olmayan modası geçmiş inançların ve kullanım dışı paradigmaların peşine düşeceğimize, neliğini ve nasıl kendisinden zevk alacağımızı öğrendiğimiz postmodern durumu kabul etmemiz daha iyi olacaktır.
Bu durumda, bütün bu acı, ıstırap, adeletsizlik ve baskı hakkında, bir miktar vicdanı olan postmodern tüketici ne düşünecektir? Bunların hepsi bir yanılsama mıdır ya da bu zorluk ve baskılara maruz kalan gerçek insanlar var mıdır? Baudrillard’ın cevabı, Körfez Savaşı’na getirdiği analizin içindedir. Savaşın patlak vermesinden bir kaç gün önce The Guardian’a yaptığı bir açıklamada, ‘savaşın asla olmayacağını ileri sürdü.’ Tüm tatbikatlar yapay bir inşadır: gerçek şey pasajlardaki bilgisayar oyunlarının dünya televizyonlarında oynatılmasından daha gerçek olmayacaktı. Savaştan sonra Baudrillard bir açıklama yaptı: “Körfez Savaşı Olmamıştır.” Ölümler ve yıkıntılar gerçek olmasına rağmen, onun yanında ya da karşısında olmak “aptallıktı”.
Ziyauddin Serdar,Postmodernizm ve Öteki