Zenbereği Devlet-i Ebed Müddet Olan Devlet:Osmanlı
(1) İç —Doğu Sibirya, Yenisey, tarım havzası— Üç Orta Asya — Türk-islam, Mâverâünnehir, Hazar Denizinin doğusu ile Aral gölü kıyıları— çıkışlı, başta Oğuzlar olmak üzre, Türk boyları, Karadenizin kuzey ile batı kıyılarından dolanarak, Balkanların doğusunu ve İranı katederek Kümeli ile Anadoluya varıp yerleşmişlerdir. Türkün, Rumeli ile Anadoluda bin yıllık yerleşme ve yaşama serüveninin devlet şeklindeki teşkilâtlanmış şekline Osmanlı denilmiştir.
Türk Oğuz kavmine mensûp Kayı boyunun Onüçüncü yüzyıl sonlarında (1299) Kuzey batı Anadoluda kurmuş olduğu Osmanlı devletinin çerçevesinde bir milli varlık kimliği oluşmuştur. Genelde soyca ve/ya kültürce türdeş toplumlar, teşkilâtlanmanın en üst basamağını temsil eden devleti kurarken, Osmanlı tarihinin başlangıcında bunun tersi cereyân etmiştir. İlkin devlet kurulmuş, akabinde millet oluş/turul/muştur. Baştan beri bu, İslâm ahlâkını esâs edinmiş bir imparatorluk devletidir. Kurucusu Osman Gâzî (1258-1326) ile oğlu ve vârisi Orhan Gâzî
(1281-1360) dönemlerinde soydaş olmayan ve din ile dil birliği bulunmayan çok çeşitli bireyler ile insan öbekleri, şaşırtıcı hızda, kısa sürede millet teşkil etmişlerdir. Yüzyıllar zarfında Osmanlı Devletinin milleti, soyca olmasa dahî dil, din, örf, âdet, hukuk, siyâset ile iktisât itibâriyle nisbeten mütecânisleşmiştir Ondokuzuncunun sonu ile Yirminci yüzyılın başlarında doruğa eriştiğini gördüğümüz Osmanlı millet tecânüsünün dayandığı beş sütün sayabiliriz: Çok eski Türk geleneğinin devamı, devlet- millet kaynaşmışlığının —buna ETde ‘ordu’ denmiştir— ifadesi, Tanrının-yeryüzündeki-gölgesi ve geçmişten alıp getirdiği me rûuluk ruhsatıyla geleceğin teminâtı hânedân mensûbu önder —devlet kurucusu hânedân önderleri muzaffer kumandan olmak zorundaydılar—; Matûridî-Hanefı yorumuna dayalı devletin denetimi ile gözetiminde Müslümanlık; Hz Peygâmber ile ehlibeyt aşkı; ve nihâyet yaklaşık Dokuzuncu yüzyıldan bu yana yazılı bir muhâfazakâr yazı Türkcesi. Mezkûr devlet, ruhsatı Tanrıdan almış bir ruhbân zümrenin idâresini yaşamamıştır.
Bundan dolayı din devleti (Fr théocratie) ortaya çıkmamıştır. Devlet, dinin değil; tersine din, devletin denetiminde kalmıştır. Genelde Türk devletlerinde, özellikle de Osmanlıda ruhbân-ruhbân-olmayan ayırımı yaşanmadığı gibi, askerî-mülkî zümreler ayrışması da gün ışığına çıkmamıştır. Bu olağanüstü hayatî önem taşır hususlar göz Önüne alınmaksızın Türklüğün, bâhusus Osmanlının tarihî çözümlemesi bizleri sağlıklı sonuçlara götürmez.
Osmanlı, esâs itibâriyle, Oğuz-Türkmen, Çağatay/özbek,Kırgız, Kazak, Uygur, Tatar gibi, Türk unsurlarının teşkil ettiği kategorinin bir kısmı, parçası, üyesi olmuştur. Mantık lisânıyla konuşursak, ‘Türk/lük’ kaplam, ‘Osmanlı/lık’ da onun ıçlemındedir. Tıpkı hasım yeğenler Arab ile İsraillinin Sâ-mi; eski düşmanlar Alman ile ingilizin Germen; Rus, Leh, Ukranya, Bulgar, Sırp, Çek v.s. milletlerinin İslav çatısı altında derlenmesi gibi, bir şey. Türkce bir diller ile lehçeler ailesinin, belki de kavının, genel deyimlendirilişidir.
Osmanlıysa, bir birlikli imparatorluk devleti, yânı kavim esâsına oturtulmamış devlet ile temelini, özünü Türklcrin teşkil ettiği, kandaş, türdeş olmayan toplumlardan yahut halklardan kurulu milletin sanı olmuştur. Osmanlı, dilce, dince, mezhepçe, tarikatça, örfçe, âdetçe ve iktisâdı geçim araçları ile yollan itibâriyle çok çeşitli alt- toplum dokularından örülmüş bir üstyapıdır. Bu devlet üstyapısı, başta hânedân olmak üzre, yönetici zümrenin kendine uygu la/yamadığı, öncelikle hukuk ile iktisâttaki adâleti sâyesinde, böylesi müdhiş bir çeşitliliği, bunca uzun süre birarada tutmağı başarmıştır.
O, sonuçta, ülkü devletinin seçik örneğini teşkil etmiştir. Kendine vucut veren insanlar arasında, tekrarlamak bahâsına söyleyelim, dirimsel bağın izi dahî bulunmaz. İlk başta gelen ilkesi Allah inancı; İkincisiyse, Devlet ülküsüne olan bağlılıktır. Bu bakımdan onu oluşturan halkın ruhuna sinmiş olan “Allah, Devlet ile Millete zcvâl vermesin!” şiârıdır. Bu, o denli güçlü bir itikâd olmuştur ki, son Pâdişâh, memleketten sürülürken,sarayını terketmeden önce, yüzüğünü, “devlet malıdır!” diye parmağından çıkarıp masaya koymuştur. Ecnebi bankalarda hesab açtırmağı akıl etmeği bir yana bırakın, sâdece, yurdu ter- kederken, Topkapı sarayından değerli bir mücevheri yanında götüreydi, menfada ayâlıevlâdı dahî servete garkolabilirdi. Oysa borçları ödemeyip cenaze masrafı karşılanamadığından, naaşı, menfâdakı ikâmetgâhının arka kapısından kaçırılmıştır.
2-Siyâsî nizâmların en mütekâmili asilzâde hükümdarlıktır. Bunu bir defa yıktınızmı, tekrar teşkili imkansızdır.Hadi Osmanlı hanedanına dayalı hüküm- darlığı yemden kuralım deseniz,, bu, artık olmaz. Cumhurbaşkanlığı makumına birini arıyorum diye sokağa, meydana çıkınız.Aklı başında, yüksek öğrenim görmüş herhangi biri bu işi rahatlıkla becerebilir Bunu karşılık gelişigüzel biri tahta geçemez. Hânedân mensübu olarak tahtın varisi, devletadamı şeklinde dünyaya gelir, ömrünün ilk anlarından itibaren bu maksat doğrultusunda yetiştirilip eğitilir. Şehzade oturağına nasıl oturup de-fi hacette bulunacuğından tutunuz da eti, balığı, sebzeyi ne şekilde yemesi gerektiğine varıncaya dek, süflisinden seçkinine, tekmil yaşama ve davranma tarzlarını en ince ayrıntılarıyla öğrenip içleştirmek zorundadır.
Nihâyet ‘saygıdeğer devlet’ dediğiniz işleyişler bütünü, bir teşrîîm (Fr protocole) hevengidir. Hükümdar ile yakın ve uzak çevresi tabaaya/vatandaşa örnektir. O, devlet ciddîliğinin timsâlidir. Bunun bilincine tarihte ziyâdesiyle erişmiş olan lngilizdir. Başta ilk ve eski rakîbi Fransız olmak üzre —1789 ihtilâlikebîri iddiamızı örneklemektedir—, yıkmağa ahdetmiş olduğu devlet ile milletlere cumhuriyet fikrini zerkedip on lan darmadağın etmek sûretiyle üstlerinde hâkimiyetini kurmuştur. “Başkasına verir talkımı, kendi yutar salkımı’’ misâli, ele güne cumhuriyeti telkîn ederken —meşrûtî— hükümdarlığı pekâlâ kendine saklamış, benzer kurnazlığı laiklik konusunda da göstermiştir. İngiltere herkese dindışı devlet yönetim tarzını tavsiye ederken kendisi din devleti kalmağa özen göstermiştir.
(3) Onsekizinci yüzyılın sonlarından itibâren dünya çapında yayılıp yükselişe geçen İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel de- vindiricisi Mâlî Sermâyecilik, adaletsizliği, yânı zulmü Ondoku- zuncu yüzyıl sonları ile Yirmincide iyiden iyiye küreselleştirmiştir. Mülkünün temeli adalet olan Osmanlı, sahteciliğin, ikiyüzlülük ile zulmün dörtbir yandan, bütün cephelerden karşı koyulmaz dehşet verici saldırısına yüz yılı aşkın süre direnebilmiştir.
Tecâvüze uğramış öteki çağdaşı devletler, milletler ile toplumlar- dan daha uzun zaman boyunca ayakta kalma başarısını göstererek. Katledildiğine kanâat getirildiğindeyse, ölmediğini kanıtlarcasına, İstiklâl Harbini zaferle tâclandırmak sûretiyle gömülmek istendiği mezarından fırlamıştır.
Osmanlı Türk milleti, Millî Mücâdeleye girişirken, belli bir toprak parçası anlamındaki yurdu kurtarmak amacıyla silâha sarılmamıştır. Zirâ, bu milletin maşerî şuurunda böyle bir kavram yer etmemiştir. Bahis konusu olan, bütün Müslümanların yaşadığı diyârdı. Osmanlı, Millî Mücâdele esnâsınad Antebi, Maraşı nice savunmuşsa, Birinci Cihân Harbi sırasında Basra, Bağdat, Medine yahut Akâbe uğruna da onca canhırâc savaşmıştır. Dârulislâm, Osmanlının maşerî şuurunda bir bütünlüktür. Dârul-İslâmda yaşayanlar da, bir milletin ferdidirler. Bu milleti geçmişten geleceğe taşıyan ülküsel sürekliliğinin en üst teşkilâtlanışıysa Devlettir. O Devletin ete kemiğe bürünmüş ifadesi de, Halîfe-Kaysar-Han-Pâ-dişâh olan kişidir. Nasıl lslâmın âlem telâkkisi, Vahdete dayanıyorsa, Devlet anlayışı da bir o kadar ‘ Birlikçi’dir. Aslında, bugün dahî, bağlandığımız Birlikçi (Fr unitariste) devlet anlayışı, Osmanlının ta derinlerimize işlemiş siyâsî şuurunun mirâsıdır.
Teoman Durali,Omurgasızlaştırılmış Türklük