Kimiz ?
‘
Yüce Görev (Misyon) Uğruna Yaşananlarla Ülküsel Hayat İnşâa Olunur: ‘DEVLETİ EBED MÜDDET’
(1) Ta Hsiungnıı varsayılı atalarından, demekki M.Ö. Dördüncü yüzyıldan beri Avrasya denilen anakaranın bütün bellibaşlı inanç câmialarına —Kamlık, Göktanrı itikâdı, Taoculuk, Burkancılık, Mazdaklık, Manicilik, Yahudilik ile Hıristiyanlığın kollarından Nasturîlik, Katoliklik ile Ortodoksluk— girip çıkmış Türklüğün,57 hayata ve insana karşı vazgeçilmez ülküsü, yâni tarihî ödevi, İslâmm yüce çağrısına içkindir, mündemiçtir. Alperen, kuvveydi; Velî-Gâzîyle fiile dönüştü. Türklerin, imparatorluk devletini kurmak uğruna savaşma irâdesi, Müslümanlaşmaylarıyla manâsını kazanmıştır.
Türk tarihinin en mümtaz devlet adamlarından Göktürklerin vezir-i âzamı Bilge Tonyukuk (ö 726), Türkün hasletlerinin ne olduklarını ve ülküsünün ne olması gerektiğini şöyle bildirmiştir: “Türkler, Çinde kendilerinden yüz kat kalabalık bir halkla baş edemezler. Türkler, mera ile pınarları izlediklerinden, belli bir yere bağlanamazlar. Gerek bundan dolayı gerekse yalnızca savaşma işinde kullanıldıklarından, koskoca bir imparatorluğa karşı çıkamazlar. Güçlü olduklarında zapdetmek üzre ilerilerler; zayıf düştüklerinde de çekilip gizlenirler. Tan hânedânının ordusu kalabalıktır; ama işe yaramaz.
“Bir şey daha: Burkan (Buddha) ile Lao Çe öğretileri salt insancıllık ile zaaf telkin ederler. Savaşma ile güçlenme duygusu ile irâdesini ortadan kaldırırlar. Bu yüzden tapınaklar inşâa etmemeliyiz”.
Nihâyet, Orhon kitâbelerine bakarak Türklerin İl (Devlet) telâkkisi şöyle dile getirilebilinir: “Emniyeti ve adâleti sağlamağı amaç bilen (ET el törü: ‘Siyâsî ve adlî teşkilât), kuvvetli ve hâkimiyete itaat ve inkıyât eden teşkilâtlanmış (ET eti bermekr. ‘Sıkı sıkıya örgütlemek’) müstâkil bir câmia”.
İmdi, bu telâkkiyi en açık ve sallantıya yer bırakmadan barındıran İslâm ülküsüdür. O, sömürü ile zulme karşı ve ihlâs ile ilim, hak ile adâlet uğruna savaşta ifadesini bulan ve cihât denilen bir ulu ülküdür. İşte, İslâm ahlâkının odağını oluşturan bu ülküyü içleştirerek her hâl ile şartta yaşayıp başkalarına dahî öğretme mücâdelesini verenler mücâhittirler. Müslümanlaştıktan sonra Türklük, cihât tarihini yaşamağa koyulmuştur. Türk tarihinin kutsallığı da bu ülküde saklıdır.
(2) Türkistanda Tanrı dağlarının güney batısındaki Talaş ırmağı kenarında Milâdî 751’de vukûu bulmuş çarpışmanın, özellikle de Selçukluların 956’da Müslümanlığı resmen benimsemelerinin ardısıra Türkler, kitleler hâlinde ihtidâ etmişlerdir. Bahse-konu vuruşmada Türkler, Müslüman Arab ordusuna iltihâk edip Çinlilere karşı çarpışmışlardır.Başka bir deyişle, Türkler, Arap kılmanın zoruyla Müslüman kılınmışlardır, iddiası, tarihe ilişkin bir vakanın çarpıtılmasından özge bir şey değildir
Özellikle 956 yılının sonlarında sayıca da heyecân itibariyle dc Türkler Müslümanlığı öylesine hızlı ve kalabalık biçimde benimsemişler ki onlara hayranlık nidâsı şeklinde tezâhür eden ‘Türk imân!” denmiş. Deyim birleştirilip kısaltılınca, zamanla, öncelikle de Farsça telâffuzla “Turkoman”, o da, Türkcede “Türkmen” diye söylenir olmuştur.Özellikle 956 yılının sonlarında sayıca da heyecân itibariyle dc Türkler Müslümanlığı öylesine hızlı ve kalabalık biçimde benimsemişler ki onlara hayranlık nidâsı şeklinde tezâhür eden ‘Türk imânı” denmiş. Deyim birleştirilip kısaltılınca, zamanla, öncelikle de Farsça telâffuzla “Turkoman”, o da, Türkcede “Türkmen” diye söylenir olmuştur.konu vuruşmada Türkler, Müslüman Arab ordusuna iltihâk edip Çinlilere karşı çarpışmışlardır.Başka bir deyişle, Türkler, Arap kılmanın zoruyla Müslüman kılınmışlardır, iddiası, tarihe ilişkin bir vakanın çarpıtılmasından özge bir şey değildir.
Talas vuruşmasının ardından Türk boyları Orta Asyanın doğusundan batısına dalgalar hâlinde hicret edip Müslümanlaşmış, akabinde Dârül-İslâmda, çoğunlukla, yerleşik düzene geçmişlerdir. Nitekim, Kürt sözlükeü ve muhaddis Macideddîn İbn Athir’in (1149-1210) bildirdiğine göre, sâdece 960’da Mâverâünnehre ulaşıp yerleşen iki yüz bin çadırlık Türk toplulukları ihtida etmişler. Hicret etmeyip yurtlarını terketmeyen çeşitli Türk boyları dahî, göçenlere oranla daha yavaş olmakla birlikte, zamanla Müslümanlaşmışlardır. Hıtaylar gibi, Doğuda kalıp da Müslümanlaşmamış olanlarsa, git gide Türklüklerini yitirerek ya Moğollaşmış ya da Çinlileşmişlerdir. Buradan da Sekizinci ile Dokuzuncu yüzyıllardan itibâren Müslüman olmanın, Türklüğün tarifinde baş orunu işğâl ettiğini anlıyoruz.
Artık, Müslümanlaşmakla yetinmeyip Dokuzuncu yüzyıldan itibâren Türklük, İslâm dini ile medeniyetinin taşıyıcısı, yürütücüsü, dünya çapında öncüsü ile savunucusu kesilmiştir. Evvelce, çoğunlukla, ‘günübirlik’ bozkır devletimsi teşkilâtlar kurmağı beceren, başta da Çin olmak üzre, yerleşik üstün medeniyet toplumlarını vur-kaç usuluyla sındırarak talanla geçinirken, Müslümanlığa intisâbından itibâren Türklük, hakkaniyetci-savaşcı-üretici uzun soluklu cihân devletlerini vucuda getirmeği başarmıştır. Nihâyet bu devlet kurma sanatının şâhikasını, üstüne üstlük de Yeniçağda, altı yüz küsur yıl ömürlü, ulu çınarı andırır, ‘Devletiebedmüddet’i, yânı asırdîde Osmanlı Devletini teşkil etmiştir. Ülkü, ‘Devletiebedmüddet’tir. Ülkünün ete kemiğe bürünmüş biçimi, tarihte Türklüğün en parlak başarısı, Osmanlı Devletidir.
(3) İlhâmını İslâmın adâlet esâsından alan Osmanlı Devleti, siyâsî ile hukukî teşkilâtlanışını atası Selçuklular üzerinden, bir ölçüde, Akhamenitlsnn halefleri Pari ile Sâsânî devlet geleneklerinden devşirmiştir.(64) Tabîî, bunların Müslümanlaşmış hâlini ifade eden Abbasî devlet yapısı birinci derecede etkili olmuştur. Bizans aracılığıyla Romanın derpîş ettiği imparatorluk devletinin sağlamlığı ile dayanıklılığı, güvenilirliği ile şakaya gelmez ciddîliği, her bakımdan çok çeşitliliği benimsemişlik ve ülkesiyle de milletiyle de bölünmez bütünlüğü vurgulayan vasıfları, Osmanlı, içleştirerek kendine mâletmiştir.
Orta Asyanın doğusunda yaşayıp hüküm sürdükleri çağlar boyunca Türklerin dikkati, Çin ve onun medeniyeti üstünde odaklanmıştır. Batıya kaydıkça Hint-Avrupalı, bu meyânda İranlı toplumlarla karşılaşıp temâsa geçmiş ve zamanla kaynaşmışlardır. İlk temâslar, İranlılardan Perslerin İslâmöncesi medeniyet dönemine rastlar. Ama asıl yoğun ilişkiler, Müslümanlaşmış İran kültürüyledir. İlkin İranlıların yaşadıkları Mâverâünnehir yörelerini ele geçirmişlerdir. Seyhun ile Ceyhun ırmaklarının ötesi, yânı Mâverâünnehir, Müslümanlaşmış Perslerin, demekki Farsların indinde Türklerin yurdu anlamında Tur andır artık. Sonuçta o geniş bölge 900’lerde Türkistan adıyla anılır olmuştur. Mâverâ- ünnehirden sonra Türkleşen bir başka yöre güney Kafkasyadaki Azarbaycandır. Nihâyet 1000’den itibâren de Türkler, bizzât İran topraklarında devlet kurar olmuşlardır.
Bu devletlerin önde gelenleri Karahanlılar ile Selçuklulardır. Bunlardan sonra İranı bin yıl süreyle yönetmiş hânedânlar, kültürce Farslılaşmış olsalar dahî, Türk soyundandılar. Fars kültürüne intisâp, daha Selçuklular devrinde başlamıştır. Farslılaşma, dil başta gelmek üzre, önemli ölçülerde Anadolu Selçuklularına da sirâyet etmiştir. Türklere Türkceyi iâde eden, Anadolu Selçuklularının ardısıra gelmiş, Osmanlıdır. Dilin yanında, İslâmî kavrayış cihetinden de Osmanlı, Farstan esen yellere karşı durmuştur. Buna karşılık, Türk (Oğuz) asıllı, hidâyette de Sünnî olup Sufî tarikattan neşet etmiş Safavî hânedânı (hükümfermâ: 1502-1737), Şah Ismâilin (1487-1524) önderliğinde İranın millî birliği ile bütünlüğünü tesîs etmiştir.(65)
İslâm âlemini yakıp yıkmış korkunç Moğol ile Timur istilâlarının arkasından mezkûr dünyada dengeleri yeniden kurmağa kendini aday ilân eden iki rakîp Türk hânedânıyla karşı karşıyayız. Bunlardan biri Osmanlıyken, öbürü Safavîdir. Ancak, Osmanlı, Türk Oğuz özüne bağlı kalırken, Safavî(66), hüküm sürdüğü ülke ile orada yaşayan çoğunluğun kültür belirlenimine uyarak Farslılaşmıştır. Safavîler, Osmanlı muârızlarından kendileri-ni ayırmak amacıyla Şîîleşirlerken, Osmanlı da onlara karşı Sünnîliği vurgulamıştır. Ancak, mezhep farkına rağmen Türk —hele Şîî Azarbaycan ile Sünnî Doğu Türk— ve İran kültürleri kaynaşarak çarpıcı raddede benzer bir görünüm kazanmışlardır: Türk-Fars İslâm Kültürü.(67) Bu durumun en göz alıcı örneğini iki tarafın dilinde görebiliriz. Farscadan Türkceye büyük çapta söz aktarımı olurken, Türkçe de Farscayı, sözvarlığının yanısıra, dilbilgisi biçimi ve kuralları yönünden ziyâdesiyle etkilemiştir.(68)
Türk-Fars İslâm Kültürünün, Osmanlı üstünde etkisi, doğusundaki Türk ile Fars ülkelerine oranla daha zayıf kalmıştır. Bununla birlikte, doğusundaki Türk ile Fars toplumları gibi, belirli bazı kurucu unsurları itibâriyle Osmanlı da, ‘Türk-Fars İslâm Kültürü’ dairesinden sayılmalıdır.
Gerek insan tiplerinin, giyim kuşam ile yaşama tarzlarının, gerek hayatı ve dünyayı değerlendirişin, gerek mimârînin, tezyibin, edebiyat ile sözvarlığının benzeşmeleri gerekse yazı birliğinin sağladığı, özellikle aydınlar, yânî ulemâ arasındaki, bildirişme rahatlığı ile kolaylığı git gide silinip ortadan kalkmış; sonuçta, Yeniçağ Batı Avrupasının tersîmlediği tasarı uyarınca öncelikle Osmanlı Türklüğünün İslâmsızlaştırılmasıyla bu medeniyet coğrafyasının doğusuna, yâni Maşrıka şâmil mezkûr kültür ortaklığı da silinip gitmiştir.
Türkler ile Farslıların ortaklığım tarihte andırır tek ömek, İkinci Dünya Savaşı sonuna değin, Çinliler, Japonlar ile Koreliler arasındaki sıkı kültür birliğidir.
66- Bkz: EK ile.
67- İng “Turko-Persian Islamicate Culture” -Robert L. Canfıeld: “The Turko- Persian Traditiori\ 1 – 34. syflr. Robert L. Canfıeld, ‘İslâmî’yi* din anlamında Islamic şeklinde kullanırken, medeniyet için Islamicate demiştir -bkz: A.g. çalışma, 32. s.
68- Bkz: Gerhard Doerfer. “Türkische und Mongolische Elemente im Neuper- şischen’ dört cilt.
Teoman Duralı – Omurgasızlaştırılmış Türklük,syf;59-65