Gazali Bir Ara Agnostik Oldu Mu?
Paylaş:

fj9yxYp4-240x300 Gazali Bir Ara Agnostik Oldu Mu?

Enis Doko, Gazalî’nin bir ara agnostik olduğunu söylüyor.

Bazıları da Gazalî’nin 6 aylık gibi bir dönemde sofist ol­duğunu iddia ediyor. Oysa agnostizm veya sofizm bizzat Tanrı­nın yahut bilginin varlığından şüphe içerisinde olmak demektir. Agnostiğe göre Tann’mn varlığını ve yokluğunu ispat edecek kadar yeterli delil yoktur. Bunlar sadece bir yöntem olarak de­ğil, epistemik olarak da ontolojik olarak da şüphenin varlığını asd kabul ediyor. Gazalî, hayatının bir döneminde azıcık da olsa Allahın varlığından şüphe içerisinde oldu mu? Biz şüphe ile imanın bir arada olmayacağını biliyoruz. Gazalî, acaba şüphe ile birlikte mi iman etmiş oldu?

Gazalî’nin kendi krizini anlattığı el-Munkız mined-dalal adlı eserinde söylediklerinden anladığım şudur: Gazalî bir kriz yaşıyor, ama bu bir iman krizi değildir. Burada Allah’ın varlı­ğından şüphe etmiş değildir. Bu açıdan inanç krizi yaşamıyor. Allah’ın var olduğunu, tek olduğunu kabul ediyor. Burada sı­kıntı yok Ancak bunu ispat etmenin yöntemi olarak kelamı da felsefeyi de masum imam anlayışını da reddediyor, kabul et­miyor. Çünkü özellikle kelam ve felsefe akıl yürütmelere da­yanıyor ve akıl yürütmeler her zaman hatalı sonuç verebiliyor. Aklın yanılma ihtimali her zaman var. Üstelik akıl yürütmeler bir noktadan sonra bıktırıcı, usandırıcı ve sıkıcı olabiliyor. Akıl yürütmeler hatalı olduğu için şimdi Allah’ın varlığı da batıl mı olacak? Hayır. İşte Gazalî bu noktada yöntem olarak kesinliği ortaya koyacak bir arayış içerisine giriyor. En güzel ve kesin ispat yöntemi olarak da tasavvuf! yöntemi kabul ediyor. Şimdi bir başkası da tasavvuf! yöntemi eleştiri konusu yapsa bu Al­lah’ın varlığından şüphe içerisinde olduğunu mu gösterecek?

Enis Doko demişken belirtmem gerekir ki, kendisi, agnos­tiklere karşı hoş bir tutum içinde. Onun için Gazalî’yi de mal­zeme olarak kullanıyor. Dahası da var: Doko’nun bir twitine muttali oldum. Kısa bir video da yayınladı. Şaşırdım kaldım doğrusu. Şunu diyor kısaca: “Bir kişi hem Müslüman hem de agnostik olabilir. Ahlaksız Müslüman olabiliyor. Amelsiz Müs­lüman olabiliyor. înancmda şüpheli olan niye Müslüman ol­masın. Böyle bir Müslümanlık ideal olmasa bile kişi yine de Müslüman olabilir. Mesela bir agnostik Tanrı’nın varlığına ve yokluğuna inanmadığı halde bir dinin amellerini yapabilir. O zaman o kişi Müslüman demektir.”

Bu, işin özeti. Bundan sonra bunu teyid etme babında de­mediğini bırakmıyor! Şöyle diyebilmiştir: Gazali ve pek çok kişi bir müddet agnostik bir süreç yaşamıştır. Sahabeden de şüphe beyan edenler var. Peygamberimiz onları dışlamak ye­rine “işte iman bu” diyerek onları dışlamamıştır. Doko, burada vesveseyi şüphe olarak anlıyor! Oysa vesvese şüphe değildir. Dahası Hz. Peygamber, vesvesenin kendisine iman dememiş­tir. Vesvese iman olabilir mi?! Hz. Peygamberin iman dediği şudur: Şeytan, kişiye vesvese veriyor, onu ayartmaya çalışıyorsa o kişide iman var demektir. Hırsız boş eve girer mi? Şeytan da işte iman olmayan kalbe vesvese veremez. Dolayısıyla hadis­lerde vesvese kavramı daha çok şeytan tarafindan insanın içine atılan ve onun imanına zarar vermeyi amaçlayan tehlikeli so­ruları, düşünceleri belirtir.

Burada bir felsefeci olan Doko’nun hadislerden delil getir­mesinin ilginç olması bir yana güzel bir tarafi da vardır. Demek ki, delilsiz, hadissiz, sünnetsiz olmuyor. Peki hadisleri anlaya­biliyor muyuz? Bu konu üzerinde biraz daha durmak istiyo­rum. Evet, hadislerde vesvesenin iman olduğu geçer, ama aynı hadislerde Peygamberimizin vesveseden Allaha sığındığı da geçer. Şöyle bir hatırlayalım:

Hz. Peygamber, Arafat gecesinde yaptığı duada, “Allahım! Vesveseden sana sığınırım” diye dua etmiştir. (Tirmizî, Duâ, 78) Hadislerde her insanın bir şeytanının bulunduğu (Müs- ned, I, 385; Dârimî, Rikak, 25), kanın damarlarda dolaşması gibi şeytanın da insanın içinde dolaştığı (Buhârî, Ahkâm, 21; Bed’ü’l-halk, 11; Ebû Dâvûd, Savm, 78) bildirilir. Gazzâlî bu hadisi, “şeytanî tesirlerin iç dünyamıza sirayet etmesi” şeklinde yorumlar; kendisinin de zaman zaman hiç beklemediği du­rumlarda kalbine değişik vesveseler doğduğunu söyler. (Kanû- nüt-tevil, s. 12-13)

Yukarıdaki iddiada dile getirildiği gibi bazı müslümanlar Resûl-i Ekrem’e gelerek içlerinden, söylemeye dahi cesaret ede­meyecekleri vesveseler geçtiğinden yalanmışlardır. Resûlullah da bu durumun onlardaki kesin ve katıksız imana delâlet etti­ğini, ümmetinin bu tür vesveselerden dolayı -telkin edilenleri yapmadıkları sürece- sorumlu tutulmayacağını beyan etmiş­tir. (Müslim, îmân, 201-205, 211) Hâris el-Muhâsibî’ye göre Resûlullah, sahâbîlerdeki bu duyarlılığı vesvese konusunda so­rumluluklarım yerine getirmeleri noktasında yeterli saymıştır. Zira insanlardan içlerindeki vesveseleri söküp atmalarını bek­lemek kendi tabiatlarını değiştirmelerini istemek anlamına ge­lir, bu da irade gücünü aşar. Vesvese konusunda sorumluluktan kurtulmak için aklın ve bilginin gereğine göre davranarak ves­vesenin etkisini önlemek yeterlidir. (er-Ri(âye, s. 188-189,249- 250). Âlimlerin belirttiğine göre ilgili hadislerde kesin imana delâlet ettiği bildirilen şey şeytan tarafindan insanların içine atı­lan vesveseler değil, onları anlatmayı dahi kendileri için ateşte yanmaktan daha tehlikeli görerek bundan derin üzüntü duyan müslümanların bu konudaki sadakat ve duyarlılıklarıdır. İşte imana delalet eden şey budur. Yukarıda dediğimiz gibi bun­lar şeytanın imanı yerinden sökmek için mü’minin kalbine at­tığı gelip geçen düşüncelerdir. Esasen şeytan, başka yollardan saptıramadığı müminlere vesvese verir; inkâr ve İsyana sapan­lar zaten şeytanın oyuncağıdır, onlara vesvese vermesine gerek yoktur. Resûl-i Ekrem bu tür vesveselerden yakınanlardan bi­rine, “Allah’a hamdolsun ki şeytan size vesveseden başka bir yolla zarar verememiştir”; başka birine de, “Allah’a hamdol­sun ki şeytanın tuzağını vesveseye çevirdi” demiştir. (Müsned, I, 340; ayrıca bk. I, 235; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 109) (Bk. DİA..“Vesvese” maddesi)

Doko, peygamberimizden insanları dışlamamayı, kazanmayı öğrendiğini söylüyor! Allah’ın varlığı aklî delillerle bilinmez, diyen sufiler varmış! Bunlar teistik agnostikmiş!! Batıda fıdeistler agnostik teistlermiş. Kendisi ise agnostik değil, rasyonel teistmiş. Daha da ilginci videosunda teistleri yüzde 51 Tanrı ve nübüvvete inanan olarak zikretmesi!! Çok ilginç!! Acaba ken­disi de bir teist olarak yüzde 51 mi Allah’a inanıyor?! İnanı­lacak gibi değil! O zaman Kur’an’a iman nedir? Yoksa Doko yüzde 51 mi Kur’an’ın Allah’tan bir vahiy olduğuna inanıyor?! Öyle ya! Şüphe içerse de Allah’a iman olduğuna göre şüphe­miz olsa da Kur’an’ın Allah’tan geldiğine iman olmaz mı? İman ve şüphe, maalesef yanyana…

İman ve şüphe demişken Taha Abdurrahman aklıma geldi. Taha Abdurrahman, şüphe metodu nerede ve nasıl uygulanmalı diye soruyor. Taha Abdurrahman, şüphe metodunu batıklardan alarak kendi din, kitap ve medeniyetine uygulayan Müslüman­ların yaptığını eleştiriyor ve ufuk açıcı tasnifler ortaya koyuyor. Buna göre modernist müslümanlar şüphe metodunu batıklar­dan ahp Kur’an incelemelerinde kullanıyorlar. Bu da hem iş­leri karıştırmak hem de inançlarda ciddi sarsıntılara sebep ol­mak anlamına geliyor. Şöyle: Şüphe metodu, maddi olgular sahasına münhasırdır. Burada uygulanırsa fayda verir, bilginin artmasına sebep olur. Zira bu alanda sadece görüntü ile yeti­nilmez, ciddi deneyler yapıhr, deneyler tekrarlanır, şüphe izale edilmeye çahşıhr ve bir şekilde bilgiye ulaşılır.

İnceleyin:  Kadere İman Kuran'a Aykırı Mı ?

Batıda bir takım bilim adamları bu şüphe metodunu Tevrat ve inciTe uygulamış, bu kitapların otantik olmadığına dair ciddi sonuçlara ulaşmışlardır. Bu da Kutsal kitaplara olan inancı za­yıflatmıştır. Maalesef Müslümanlar da bu metodu alıp Kur’an ve bizim tarihimize uygulamışlardır. Ve sonuç aynıdır: Kur’an’a olan inanç, değerlere olan inanç zayıflamıştır. Oysa Kur’an ayet­leri maddi olgular sahasına ait değildir; değerler sahasına aittir. Dolayısıyla Kur’an ayetleri noktasında bizi hakikate ulaştıracak yol şüphe yolunun tam zıttı bir yolu izlemektir. Bu yolun şeksiz iman olduğunda şüphe yoktur. Zira bir değere iman arttıkça o değer de kendini iman eden kişiye daha fazla açar. O değere iman azaldığında ise değerin açılımı eksik olur. Bir değere karşı tam bir şüphenin olması durumunda ise imandan eser kalmaz.

İman meselesini Batılı kavramlarla izah etmeye çalışmanın sonucu budur. Rasyonel değil de, agnostik teist varmış ve ola­bilirmiş! Ne kadar var, var mı, doğru mudur, bilmiyorum. Ama olsun, önemli değil, Batı burası, her şey olabilir. Peki agnos­tik mümin olunabilir mi? Asla! Kur’an’a bakıyoruz, iman me­selesinin kesin olduğunu görüyoruz. İnanan için durum böyledir. İşte birkaç ayet:

“Hâlbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” (Necm, 28)

“Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz” (Yûnus, 36)

“De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başkasına uymuyor ve sadece yalan söylüyorsunuz.” (Eriâm, 148)

“Bu hususta onların hiçbir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar” (Câsiye, 24)

Hristiyanların durumu ve Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi inançları konusunda da Cenâb-ı Hak, “Bu hususta zanna uy- mak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.” buyuruyor. (Nisa, 157)

Bu kadar ayet bir kesin bilginin, bir de zannî/şüpheli bil­ginin olduğunu söylüyor. Tevhid, yani hakikat, yani Allah’ın birliği kesin bilgidir. Onun dışında olan şirk, küfür, ateizm, deizm, agnostisizm vs. zannî nilgilerdir. Bunların kesin bilgi, tevhid karşısında hiçbir değerleri yoktur. Hal böyle iken ag- nostizme hoşgörülü yaklaşıp böyle bir İmanın geçerli olabile­ceği nasıl söylenebilir?

Tam da bu noktada bir hususu hatırlatmak gerekir: Objek­tif kesinlik ile sübjektif kesinliği karıştırıyor Doko! Evet, Al­lah’ın varlığı objektif bir kesinlik değildir. Yani herkesi bağla­yıcı, mecbur bırakan bir bilgi değildir. Olması da gerekmez. Çünkü olursa imtihan sırrına aykırı olur. O halde Allah, her­kesin görüp inanmak “zorunda” kalacağı bir konu, bir inanç değildir. Bu sebeple herkese “bak, ben inanıyorum, sen de ina­nacaksın!” denilemez. Zaten böyle olsa imtihan gerçeği orta­dan kalkardı. Allah isteseydi, herkes mü’min olurdu. Ama iste­medi, bu durum ayetle sabit. Bununla birlikte Allah’ın varlığı inanan için kesindir, yüzde 100’dür. Buna sübjektif kesinlik di­yebiliriz. Şöyle ki; aç-susuz bir insanı veya midesi ağrıyan bi­rini düşünelim. Açlık veya hastalık o insan için kesindir. Ama karşıdaki insan için kesin olmayabilir. Tok ne anlar açın ha­linden misali… Şimdi bu durumda aç olan insan için yüzde 51 açtır veya hastadır diyebilir miyiz? Hayır! O kişi için açlık veya hastalık yüzde yüzdür. Ama karşıdaki insan için bu du­rum, yüzde 51 veya 90 olabilir. Bunun gibi kişi için kesinlik arzeden nice olay vardır. Adam birini öldürmekle suçlanır. O adam katil olmadığına kesin inanır. Ama deliller, şahitler onun aleyhinedir. Katil olmadığı halde ceza alır. O halde meseleleri karıştırmamak gerekir.

İlaveten söylebiliriz ki, Allah’a iman burada saydığımız gibi tamamen sübjektif bir kesinlik de değildir. Dış alemde de O’nun varlığına işaret eden nice deliller konulmuştur. Aklını kullananlar için elbette bunda ibretler vardır. Allah öyle buyur­muyor mu? “Kuran ın gerçek olduğu kendileri için apaçık belli oluncaya kadar onlara dış dünyada, çevrelerinde ve kendi içle­rinde bulunan delillerimizi hep göstereceğiz. Rabbinin her şeye tanıklık etmesi (onlar için) yeterli değil midir?” (Fussilet, 53) Ama neticede kimse bunlar sebebiyle inanmak zorunda değil­dir. Zaten Allah dileseydi, herkes iman ederdi, ama dilemedi.

Şimdi bu dediğimizi muhtemelen Doko’nun sevdiği Batı diliyle ifade etmeye çalışalım. Iman-tahkik-akıl ilişkisi konu­sunda üç görüş vardır.

1.Katı akılcılık (Teizm): Bu anlayışa göre aklî bir delil ol­madan iman olmaz.

2.Katı imancılık (Fideizm): Buna göre dinî inanç sistem­leri rasyonel bir değerlendirmeye tabi tutulamaz. Yani iman için soyut ve çıkarımsal delillere ihtiyaç yoktur.

3.Eleştirel akılcılık: Eleştirel akılcılığı tanımlamanın en iyi yolu, onun her iki yanında bulunan katı akılcılık ve katı imancılıktan farklı olan yönlerini ortaya koymaktır. Eleştirel akıl­cılıkta fideizme benzemeksizin dinî inançların rasyonel ola­rak değerlendirilmesinin mümkün olduğu kabul edilir. Fakat o, katı akılcılığa benzemeksizin bu değerlendirmenin kesin ve herkes tarafindan kabul edilmesi gereken kanıtlarla temellen­dirilmiş olmasını zorunlu görmez.

Benîm şahsen meylettiğim görüş budur. Bu görüş yuka­rıda sübjektif kesinlik dediğim hususu da teyid etmektedir. Zira imanın herkesi kabule zorlayan delillerle temellendirilmesi zorunlu değildir. Zaten herkesi kabule zorlayan bir delil varsa orada imandan bahsedilemez. Bununla birlikte ferdin kabul ettiği bu iman kendisi açısından kesindir, şüphe barındırmaz.

Gelelim diğer ifadelere… Tanrının varlığına ve yokluğuna inanmayan bir agnostik herhangi bir dinin amellerini yapabilir­miş! YaniTanrı’nın varlığından şüphe içinde olan birinin namaz kıldığını düşünelim! “Tanrı’nın varlığından emin değilim, ama olabilir de… Bana namaz kıl, demiş. Aslında böyle bir emir ol- mayabilir de… Ama ben belki Tanrı vardır diye böyle bir na­maz kılsam hiç de fena olmaz!” Düşünebiliyor musunuz? Ben düşünmek dahi istemiyorum. Bir din bu kadar sulandırılabilir mi? Ahlaksız, amelsiz Müslüman olabiliyor, inançsız Müs­lüman niye olmasın?! Adama “kafan yerinde mi? Ne içtin de bu hale geldin?” diye sorarlar. Bu, kafayı yiyip nirvanaya ulaş­mak değil de nedir?

Aslında bunlara cevap vermeye değmez, diyesim geliyor içimden. Deve misali, neresine cevap vereceksin?! Gazalî yan­lış anlaşılmış, sufıler yanlış anlaşılmış, fideistler yanlış anla­şılmış, sahabe yanlış anlaşılmış! Ama şu kadarını söylememe müsaade edin: Müslümanlar cinnet mi geçiriyor? Müslüman- lar ne yapmaya çalışıyor?! Herkesi müslüman yapmak için bu kadar taviz vermeye ve fütursuz konuşmaya gerek var mı? Üs­telik konunun uzmanı olmadığını söylediği halde!! Bu, haddi aşmak değil midir? İnanç esaslarını yeni mi öğreniyor Doko, yeniden mi şekillendirmeye çalışıyor? Gazalî, inancından mı şüphelendi yoksa aklî deliller ile uğraşmak mı onu bunalttı? Onun serüveni tam anlamıyla inandığı Allah’a aklî yoldan de­ğil, amel ile, takva ile gönülden bağlanma idi. Buna yukarıda değindik. Sufiler, aklî yöntemi kabul etmez, doğru. Bunun ag­nostisizmle ne alakası var?! Bîr sufi kadar Allah’a hakkıyla ina­nan biri daha var mı? Ama bu, neticede sübj ektif kesinliktir. Fi­deistler de sufiler gibi aklî temellendirmeyi kabul etmez. Onun için akıl karşıtıdırlar. Onun için tabir-i caizse “tam/katı iman- cı”dırlar. Şimdi bunları agnostik kabul etmek mümkün mü?! iyi bir fideist olan Kierkegaard bunları duysa Enis’e ne derdi acaba? Diğer taraftan hem yukarıdaki metinde hem de başka çalışmalarında Allah’ın varlığını ispat etmeye çalışıyor? Neden? Agnostik olarak Müslüman kalmak mümkün ise bu çaba niye? Akademik artistlik olsun diye mi? îman şüphe kaldırır bir şey mi ki, agnostizme yer açmaya çalışıyor?! îman eden biri zaman zaman şüpheye düşse onun bu şüphesini tasdik etmek mi yoksa onu gidermek mi gerekir? Biz aklımızla onu ikna edemiyorsak onun şüphesini haklı mı çıkarmalıyız? Allah hakkında şüphesi olanın Kur’an ve Peygamberle hiç alakası olmayacağına göre bunlara Müslüman demek nasıl mümkün olabilir?! Bunun bir adım sonrası deist ama Müslüman, daha ileri bir adımı ateist ama Müslüman, kafir ama müslüman olmayacak mıdır? Ag­nostikler Müslüman olabileceğine göre yahudi ve Hristiyan- lara evleviyede Müslüman demek gerekmeyecek mi? Dini bu kadar sulandırmaya gerek var mı?

İnceleyin:  Bir Kıssa;Ya Varsa !

Tam bitirdim derken başka bir akademisyenin agnostizm güzellemesine rastgeldim. O da agnostizmi dogmatizmin kar­şısına koyarak farkında olarak veya olmayarak meşrulaştırmaya çalışıyor Ne oluyor Müslümanlara anlamak mümkün değil? Şöyle diyor akademisyen: “Agnostizm kavramı, felsefi ve te­olojik açılardan yoğun tartışmalara neden olan bir kavramdır. Kavramsal olarak agnostizm, mutlak gerçek olarak kabul edi­len ilah, öbür dünya, insanın ilahi olandan mesajlar alması veya ölümden sonra dirilme gibi konuların bilinmez olduğunu, me- tafıziksel, kozmolojik, teolojik ve felsefi konuların bilinmezli­ğini ve belirsizliğini ifade etmektedir. Agnostisizm, şeksiz ve şüphesiz inanıyorum demek yerine şüpheli, açık ve ihtimalli bir şekilde bilmiyorum demektedir. Agnostisizm, kendinden emin bir şekilde mutlak kesinlikle dini, felsefi, bilimsel ve koz­molojik konuların bilineceğine inanmamak demektir. Dogma­tizmde kesinlik, netlik ve mutlaklık varken agnostisizmde ihti­mal, şüphe, görecelilik ve belirlenemezcilik vardır.

On dokuzuncu yüzyılda agnostik ve agnostisizm kavram­larını ortaya atan İngiliz biyolog T.H. Huxley, bilimsel, dini ve metafizik alanlarda bilmediğini ifade etmek için bu terimleri kullanmıştır. Tanrı, öbür dünya, vahiy, dini metinlerin insanüstü bir kaynaktan gelmesi gibi konularda kendinden emin ve kesin bir şekilde dogmatizmi üreten din ve teolojiye karşı agnosti­sizm, bilimsel, felsefi, metafiziksel ve dini konularda dogmatizme karşı bir pozisyonu ifade etmektedir. Agnostizmin zıddı din değil, dogmatizmdir. Dogmatizm, düşünceye, şüpheye, konuş­maya ve iletişime kapıyı kapatırken, agnostisizm yeniliğe, farklı tercihlere, göreceliliğe ve çoğulculuğa kapıyı açık tutmaktadır.

Tanrı, ölümden sonra dirilme, insanüstü alemden mesajlar alma, bazı metinlerin insanüstülüğü, ruh, zihin, yaratılışın kö­keni, mucize gibi konuların mutlak gerçekliğine ve geçerliliğine dair elimizde tartışılmaz, açık, net ve kesin kanıtlar bulunma­maktadır. Dini ve metafiziksel alanlarda elimizde açık, net ve kesin kanıtlar olmadığı için agnostisizm, metafizik konularda kesin hükümler vermekten kaçınır, bu konulardaki hükmü hep erteleyen bir tutum takınır. Dini, felsefi ve bilimsel konularda elimizde yeterli, tatmin edici ve açık kanıtlar olmadığı için on­ları bilmediğinden dolayı onlara dair inanç düzeyinde bir tu­tum ve durum içinde olmama pozisyonunu ve durumunu, ag­nostisizm ifade etmektedir. Dogmatizm, dini, metafiziksel ve felsefi konularda son sözü söylemektedir. Agnostisizm ise sü­rekli olarak söylenen sözlerin ilk sözler olduğunu ve daha çok söylenecek sözler olduğunu ifade etmeye çalışır. Agnostisizmin değer verdiği şey, sözün kesinliği değil, sözün yeniliği, göreceli­liği ve çeşitliliğidir. Birey, sadece insani olan sözü, fikri, teoriyi veya eseri anlayabilir. İnsanın, kendi dışındaki veya üstündeki bir varlığın veya canlının zihnini okuması ve anlaması mümkün değildir. Bütün felsefe, sanat, bilim, teoloji, mitoloji ve edebi­yat, insanın insana söylediği sözün meyveleridir. İnsan, insana kulak vermeli, dinlemeli, yorumlamak, eleştirmeli ve geliştir­melidir. Agnostisizm, bütün insani sözlere son söz olarak de­ğil, söze giriş olarak bakmaktadır.

Agnostisizm, hikmete kesin sahip olduklarını iddia eden, kerameti kendinden menkul gnostisizme karşı olduğu gibi, Tanrı gibi dini kavramları kesin olarak inkar eden ateizme de karşıdır. Agnostisizm, fideizm olmadığı gibi, ateizm de değil­dir. Agnostisizm, inançsızlık veya inanç karşıtlığı değildir. Ag­nostisizm, bilgisizlik veya bilgi yokluğudur. Agnostisizm, ye­terli bilgi yokluğundan dolayı dini ve metafiziksel konularda kesin hükümler vermekten kaçınmaktadır. Agnostisizm, ortada olma, daha doğrusu Araf’ta olmak hali gibidir. Agnostisizm, esnek, değişken ve gelişken bir durumdur. Bilim, felsefe, din,ahlak, sanat ve ekonomi gibi alanlarda ortaya çıkan yeni bilgi­leri, bulguları ve fikirleri olumlu bulan agnostisizm, büyük bir esneklikle yeni kanıtları değerli görmekte ve ileride ortaya çıka­bilecek muhtemel yeni kanıtlara ve bilgilere de kapıyı açık bı­rakmaktadır. Agnostisizm psikolojik açıdan hiçbir şekilde doğ­ruyu buldum ve doğruya sahip oldum psikolojisi içinde değildir. Doğruyu aramak ve herkesin kendi doğrusunu kendince üret­tiğini ve tecrübe ettiğini öngören agnostisizm, hüküm vermek yerine, sürekli olarak hüküm vermekten kaçınan bir psikolo­jik durumu ifade etmektedir. Doğmatizm, hükümlerinde katı, sert ve güçlü olmayı savunurken, agnostisizm ise esnek, zayıf ve akışkan bir durumu ifade etmektedir. Doğmatizm, madde­nin katı halidir. Maddenin gaz hali ise agnostisizmdir. Dog­matizmin katılığına karşı agnostisizm, her şeyin gaz gibi bu­harlaşmasını benimsemektedir.”

Uzun bir alıntı oldu. Daha önce dediğim gibi Batılı kav­ramlarla düşünmenin, hatta imanı izah etmenin sonucu budur. Demek ki, ya agnostik ya da fideist/dogmatik olacaksın! Agnos­tik isen fideist veya dogmatik olamazsın; fideist veya dogma­tik isen agnostik olamazsıîı! Bana ne? Bu kavramlarla düşün­mek zorunda mıyım? Evet, ya fideist ya da agnostik olunabilir, ama mümin olunamaz. İman kesinlik ister. Şüphe barındır­maz. Ancak bu iman fıdeistlerin ve dogmatiklerin imanı gibi değildir. Biz, saçmadır, ama yine de iman edin, demeyiz. İma­nımız akılla temellendirilebilir bir şeydir. İmanımızı, yani tev­hidi gerekirse başkalarıyla da tartışırız, savunuruz. Tartışmaya kapalı, savunulamayacak bir inancımız, dogmatik bir yapımız yoktur. Yine imanımızın kesinliği, güneşin doğudan doğması gibi bir kesinlik de değildir. Bunun farkındayız. İnsanın aç ol­duğunu bilmesi gibi bir kesinliktir. Mü’min-kafır herkes güne­şin doğudan doğduğunu bilir; ama iman öyle değildir. Zaten imtihan sırrı budur. Yoksa imtihanın ne anlamı kalırdı! Al­lah, herkesin iman etmesini dileseydi, herhalde kendini aşikâr ederdi. O zaman da, bu, iman olmazdı. Görünen, dokunulan şeye iman olur mu?

Ezcümle Müslümanlar kendini, kendi inanç kavramla­rıyla ifade etmeli, başkasının inanç kavramlarıyla hem kendi­nin hem de başkalarının kafasını karıştırmamalıdır. Kavramlar ve içerikleri, doğdukları tarihin, atmosferin, havanın manasını ve ruhunu taşırlar. Başka tarihin kavramlarıyla düşünmek hele de bunu kendi inanç sistemine aktararak sistemi ters yüz et­mek artistik yapıbozumculuk değil, sadece taklittir, hem de ol­dukça yüzeysel bir taklit…

Yavuz Köktaş – Akademik Sohbetler 2(Kelam),syf:63-74