Ölümün Hakikati, Ölümün Acı Verici Oluşu ve Ölümün Hakikatine Dair Rüya Yoluyla Bilgi Edinme*
Paylaş:

 

olum_gercegi_h51912-300x200 Ölümün Hakikati, Ölümün Acı Verici Oluşu ve Ölümün Hakikatine Dair Rüya Yoluyla Bilgi Edinme*

 

Gazzâli

çev. Hümeyra Özturan

Gazzâlî (ö. 505/1111) İhyâu ulûmi’d-dîn adlı eserinin son kısımlarında ölüm ve ölüm sonrası haller meselesini genişçe ele almıştır. Dikkat çektiği ilk husus, ölümün ne olduğuna dair muhtelif fikirlerin varlığına rağmen isabetli olan tek görüşün âyetler ve güvenilir rivayetler yoluyla bize ulaşanlar olduğudur. Buna göre ölüm, ruhun bedeni alet olarak kullanmayı bırakması anlamına gelir ve ruhun beden aracılığıyla gerçekleşmeyen üzülme, sevinme, bilgi elde etme ve mutlu olma gibi özellikleri bedenin ölümünden sonra da var olmaya devam eder. Bu bağlamda Gazzâlî, İslam filozoflarından farklı olarak ölümün bir üzüntü olduğunu vurgular. Çünkü ölüm, insanın dünyada sevdiği şeyler­den ayrılmasıdır ve beden yok olsa bile ruh acı çekmeye devam edeceği için, ruh geride bıraktıklarından, kötü eylemlerinden ve onların ortaya saçılmasıy­la duyacağı mahcubiyetten dolayı üzüntü ve pişmanlık duyar. Dahası ölümün gerçekleşmesi de çok büyük bir fiziksel ve ruhsal acıdır. Bunu tam anlamıyla peygamberler ve velîler bilir, o yüzden de en çok onlar ölümden korkarlar. Alıntıların son kısmında ise Gazzâlî, ölüm sonrasına dair durumları müşahede etmenin peygamberler ve velîler için imkânından söz ettikten sonra, diğer insanların da sadık rüya ile ölüme dair bazı durumlar hakkında bilgi elde edebileceklerini belirtir. Duyulur âlemden uzaklaşan insanın kalbine, rüya esnasında melekût âleminden bazı bilgiler Levh-i Mahfûz’dan yansıyabilir. Bu bilgiler ise tahayyül gücü aracılığıyla görüntülere dönüşebilir ve bu hayaller hafizada kalabilir. İşte bu görüntüler, rüya tabiri ilmi bilen birinin yorumlan vasıtasıyla bilgiye dönüşebilir ve kimi zaman geleceğe yahut ölmüş birinin âhiretteki durumuna dair doğru bilgiler ihtiva edebilir.

VII. Bab: Ölümün Hakikati ve Sûr Üfleninceye Kadar Kabirde Ölünün Karşılaşacağı Şeyler Hakkında

Ölümün Hakikatinin Açıklanması

Bil ki, insanlar, ölümün hakikatine dair, kendisinde hata ettikleri yanlış zanla- ra sahiptirler. Bazıları ölümün bir yokluk olduğunu, haşir ve neşrin olmadığı­nı, iyi veya kötünün bir sonucunun olmadığım, insanın ölümünün hayvanların ölümü ve bitkilerin kuruması gibi olduğunu zannederler. Bu, inkarcı ve Allah a, âhiret gününe iman etmemiş kişilerin görüşüdür.

Bir grup da ölümle yok olup gidileceğim, yeniden dirilme vaktinde (haşr) geri döndürülene kadar kabirde bulunulduğu süre zarfında da cezalandırmaya uğ- ramayıp acı çekilmeyeceğini, mükâfatla da sevinilmeyeceğini zanneder. Diğer bazıları da şöyle der: Ruh, ölümle yok olup gitmeyecek şekilde bakidir, ödüllen­dirilen de cezalandırılan da bedenler olmaksızın ruhlardır. Bedenler diriltilmez ve kesinlikle haşrolunmaz. Bütün bunlar bozuk ve hakikatten sapmış zanlardır. Hâlbuki güvenilir [haber] yollarının şehadet ettiği ve âyetler ve haberlerin açık bir şekilde gösterdiği, ölümün anlamının sadece bir hal değişikliği olduğu, ruhun ise bedenin ayrılmasından sonra da ya azab görerek ya mükâfat görerek varlığı­nı devam ettirdiğidir.

Ruhun bedenden ayrılmasının anlamı ise ruhun beden üzerindeki tasarru­funun, bedenin ona hizmetten ayrılarak son bulmasıdır. Çünkü uzuvlar, ruhun kullandığı aletlerdir. [İnsanoğlu] eliyle vurur, kulağıyla duyar, gözüyle görür, şeylerin hakikatini kalbiyle bilirdi. Buradaki kalp, ruhu ifade eder. Ruh, şeyleri bir araç olmaksızın kendiliğinden bilir. Bu nedenle üzüntü, keder, acı çeşitleri ile nefs bazen acı duyar, mutluluk ve sevinç türleriyle de mutluluk duyar. Bütün bunların uzuvlarla alakası yoktur.Ruhun kendisine has niteliği olan her şey, beden ondan ayrıldıktan sonra da ruhla kalmaya devam eder. Uzuvlar aracılığıyla [ruhta] bulunanlar ise bedenin ölümüyle birlikte, ruh bedene dönene değin ata­lete uğrar. Ruhun kabirdeyken bedene iadesi olanaksız değildir, [bu dönüşün] diriliş gününe ertelenmesi de [aynı şekilde] muhtemeldir. Kullarından her biri hakkında verdiği hükmü en iyi Allah bilir.

Bedenin ölümle atalete uğraması, kronik bir hastalığın, bedende gerçekleşen mizaç bozulması [yahut] sinirlerde gerçekleşen [tahribatın] şiddetiyle uzuvları atalete uğratmasına ve ruhun söz konusu uzuvlara nüfuzunun engellenmesine benzer. Bilen, akleden ve algılayan ruh, bazı uzuvlarda çalışmaya devam eder, [ruhun] bazı [işlevleri] bazı [uzuvlara] uygun olarak çalışmaz. Ölüm de bütün uzuvların çalışmayı bırakmasından ibarettir. Uzuvların her biri alettir, ruh da onlan kullanan [merkezdir]. Ruh ile insanın bilgileri, acılan, kederleri, haz ve mutluluktan kendisiyle idrak ettiği manayı kastediyorum. Uzuvlar üzerindeki tasarrufu durduğunda, bilgiler ve algılar yok olmaz, mutluluk ve kederler orta­dan kalkmaz, haz ve acıları ruhun kabulü son bulmaz. İnsan hakikaten bilgiler, acılar ve hazlan idrak eden manadır ve bu da ölmez, yani yok olup gitmez.

Ölümün anlamı, [ruhun] beden üzerindeki tasarrufunun kesilmesi ve bede­nin, ruhun aleti olmaktan çıkmasıdır. Tıpkı çolak1 olmanın anlamının, elin kul­lanılan bir araç olmaktan çıkması anlamına gelmesi gibi, ölüm de bütün uzuvla­rın herbirindeki mutlak bir işlevsizlik[13] [14] durumudur. İnsamn hakikati ise nefsi ve ruhudur ki bunlar da bâkidir.

Evet, insanın durumunun değişmesi iki yöndendir: İlki, insandan gözünün, kulağının, dilinin, elinin, ayağının ve bütün uzuvlanmn, ailesinin, çocuğunun, akrabasının ve diğer yakınlarının, atımn, binek hayvanlarının, kölelerinin, ev­lerinin, mallarının ve diğer mülklerinin alınmasıdır. Bu şeylerin insandan alın­masıyla, insanın bu şeylerden ayrılması arasında fark yoktur. Acı veren şey, [söz konusu] ayrılıştır. Ayrılma bazen de adamın malının gasbedilmesidir, bazen de adamın gücünün ve malının esir edilmesidir. Her iki durumda da [duyulan] acı aynıdır.

Şu halde ölüm, insanın mallarından sıkıntıyla ayrılıp, bu âleme benzer ol­mayan başka bir âleme [gitmesi] manasına gelmektedir. Dünyada kendisine alıştığı, onun sebebiyle mutlu olduğu ve varlığına güvendiği bir şeyi vardıysa, ölümden sonra ona hasreti de büyük olur. Ayrılışındaki mutsuzluğu zor olur.

Kalbi, örneğin giyip de mutlu olduğu bir gömleğe kadar bir bir malmdan, maka­mından ve mülkünden [ayrıldığı şeyleri] düşünür. Allah Teâlâ’yı zikretmekten başka bir şeyle ferahlamaz ve ancak O’ndan başkasıyla mutlu olmazsa, nimeti büyük olur ve mutluluğu tamamlanır. Zira onunla sevdiği arasındaki [engeller] boşaltılmış, engeller ve meşguliyetlerden kurtulunmuştur. Çünkü dünyadaki bütün sebepler Allah Teâlâ’nın zikrinden alıkoyucu [meşguliyetlerdir]. [İşte] bu, ölüm durumuyla hayat durumu arasındaki farklılıklardan biridir.

İkincisi: Tıpkı uyanıkken açık olmayan şeylerin uykudayken açık hale gelme­si gibi ona da ölümle hayattayken açık olmayan şeyler açık hâle gelir. İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar* (…) İnsana açık hale gelen ilk şey, iyi­liklerinden ve kötülüklerinden ona fayda ve zarar veren şeylerdir. Bu [bilgiler], onun kalbinde sır olarak saklanan kitapta yazılıdır. Dünya meşguliyetleri onu [bu bilgileri] okuyup öğrenmekten alıkoymuştu, meşguliyetler kesilince ona bü­tün eylemleri açık hale gelir. Kötülüklerine, onlara üzülmeksizin bakamaz, öyle ki bu üzüntüden kurtulmak için ateş seline dalmayı tercih eder. Bu esnada ona şöyle denir: “Oku şimdi kitabım! Bugün kendini yargılamak üzere kendi nefsin yeter!” (İsrâ 17:14).

Bütün bunlar nefsin [bedenden] ayrılması esnasında, defnedilmeden önce [insana] açık olur ve ayrılık ateşi onu kaplamaya başlar. Yanı onun bu fam dün­yada onun gönül verdiği şeylerden ayrılmasını [kastediyorum]. [Ancak] onlar­dan azık ve yeterlik için istenenler istisnadır. Azık ve yeterlik isteyen kişi, ga­yesine ulaştığında (…) azığın kalanından ayrıldığına sevinir. Çünkü azığı [sırf azık edinmek uğruna] kendisi için istemezdi, [zaruri olduğu için isterdi]. [İşte bu], dünyadan, zaruri olan ölçüsünden başkasım almayan kişinin durumudur. Zaruri [ihtiyacının] son bulmasından dolayı, ondan müstağni hale geldiği için sevinecektir ki, sevindiği şey gerçekleşmiş ve ondan müstağni olmuştur.

Bunlar, definden önce insana çöken azap ve acılardan büyük olan türlerdir. Sonra defin esnasında ruhu bedene bazen, başka bir tür azap için döndürülür.

Bazen de [böyle bir azaptan] affedilir. Müreffeh bir dünya ile nimet verilmiş kişinin durumu, kralın yokluğu esnasında onun evinde, mülkünde, hareminde, kralın işinde dikkatsiz olacağına veya kralın onun eylemlerinin kötülüğüne dik­kat edip haberdar olmayacağına güvenerek bolluk içinde yaşayan, sonra da kral tarafından ansızın yakalanarak kendisine, içinde bütün çirkin eylemlerinin ve suçlarının zerresine kadar adım adım derlendiği bir defterin sunulduğu kişinin durumu gibidir. Kral yenilmez bir hüküm sahibidir, haremi için kıskançtır, mül­kündeki suçlar için intikam alıcıdır ve sopayla cezalandırılırken onun için araya giren şefaatçilere de yüz vermez, işte bu yakalanan kişinin, kralın azabı üzerine çökmeden önce korkudan, mahcubiyetten, utançtan, üzüntü ve pişmanlıktan halinin nasıl olacağını düşün.

İnceleyin:  Ana Kaynak İslam

İşte bu, günahkâr ve müreffeh dünyaya aldanmış ölünün, kabrindeki azabı­na düşmeden önceki durumudur. Hele ölüm ânındakinden Allah’a sığınırız. Şüp­hesiz rezalet, hataların ortaya çıkması, gizli şeylerin ortaya dökülmesi; bedenin başına gelen dayak, kesilme ve bunun dışındakiler gibi bütün azaplardan daha büyüktür. Bunlar, ölüm ânında ölünün durumuna bir işarettir. Basiret sahipleri bunlara, gözle görmekten daha kuvvetli olan bâtınî müşahede ile şahit olmuşlar­dır. Kitap ve sünnetin şahitlikleri de bunlara şehadet eder.

Evet, ölümün hakikatinin tümünün üzerindeki örtüyü kaldırmak mümkün değildir. Çünkü hayatı bilmeyen ölümü de bilmez. Hayatın bilgisi ise kendisin­deki ruhun hakikatinin bilgisini ve kendi zatının mahiyetini idrak etmesiyle olur. Rasûlullah (s.a.s.) için bu konularda konuşmaya izin verilmemiş ve şundan ötesini söylememesi [istenmiştir]: “Ruh, Rabbimin emrindendir” (İsrâ 17:85). Din âlimlerinden hiçbiri için de kendisine muttali olsa bile- ruhun sırrım açığa çıkarmaya [izin verilmemiştir]. Bu konuda ancak, ölümden sonra ruhun duru­munun zikredilmesine izin verilmiştir. (…)

[Ölüm Ânının Şiddetine Dair]

Bil ki, ölüm ânının (sekerat) şiddeti, tatmadıkça hakikî olarak bilinemez. Onu tatmamış kişi onu ancak ya idrak etmiş olduğu acılara kıyasla ya da ölüm ânın­daki insanların can çekişirken içinde bulunduğu şiddetli durumdan çıkarsayarak bilebilir. Şahit olduklarına kıyasla [bilmesi]ne gelince, kendisinde ruh bulunma­yan hiçbir uzuv acıyı hissetmez. Kendisinde ruh olduğunda ise acıyı idrak eden ruhtur. Uzva yara veya ateş gibi herhangi bir şey isabet ettiğinde [onun] izi ruhu kaplar ve ruhu kaplaması oramnda da acı verir. Acı ete, kana ve diğer parçalara dağılır ve acının bir kısmı dışındaki ruha isabet etmez. [Fakat] acılarda ruhun kendisinden başka bir şeye değil de [sadece] kendisine dokunan bir şey varsa, bu acı ne büyük ve ne şiddetli olur! Can çekişme, ruhun kendisine inen ve sonra onun bütün parçalarına sirayet eden bir acıdan ibarettir. Öyle ki bedenin derinlerine yayılmış ruhun parçalarından hiçbir parça kalmaz ki ona da acı yayılmış olmasın. [Hâlbuki] ona bir diken batsaydı, onun verdiği acı ancak, dikenin isabet ettiği kişideki [isabet eden] yere bağlı olan ruhtan bir parçada söz konusu olacaktı.

Yangının izi ise büyük olur, çünkü yangının parçaları bedenin diğer parçala­rına derinlemesine nüfuz eder. Kendisine ateş isabet etmemiş olmadıkça yanmış uzuvlardan açık ve gizli hiçbir parça kalmaz, etin diğer parçalarında yayılmış olan ruhanî parçalar da o[nun acısını] hisseder. Yaralara gelince, sadece bıçağın değdiği yere isabet eder, bunun için de yaranın acısı, ateşin acısından hafiftir.

Can çekişmenin acısı ruhun kendisine hücum eder ve bütün parçalarına ya­yılır. Çünkü [ruh], damarların her birinden, parmaklardan, bütün cüzlerden, mafsallardan, her bir saç telinin özünden, baştan ayağa deriden çekilip çıkarıl­maktadır. Onun büyüklüğü ve acısı sorulmaz. Öyle ki, şöyle denir: Ölüm, kılıç­la yaralanmaktan, testerelerle parçalanmaktan ve makaslarla doğranmaktan daha şiddetlidir. Çünkü bedenin bıçakla kesilmesi ancak ruhla bağlantısı nede­niyledir. Doğrudan ruhun kendisi [acıya] maruz kaldığında bu nasıl olur?!

Dayak yiyen kişi, kalbinde ve dilinde gücü kaldığı için imdat diler ve çığlık atar. Ölünün sesi ve çığlığı ise acısının şiddetiyle birlikte kesilir. Çünkü [ölümle] ızdırap ona ulaşır ve kalbine yükselir, her yerini etkisi altına ahr, her gücü zayıf­latır ve bütün yaraları kötüleştirir, onda imdat dileme gücü kalmaz.

Akıl ise kendini bırakır ve karışır; dil ise tutulur, uzuvlar zayıflar. (…) Fer­yat, çığlık ve imdat dileyerek ara vermeye güç yetirebilmeyi ister ama buna gücü yetmez. Onda bir güç kalırsa, ruhun can çekişme ve çıkma ânında boğazından ve göğsünden belli belirsiz böğürdüğünü duyarsın. Rengi değişir, bembeyaz olur. Öyle ki, yaratılışının aslı olan toprak onda sanki ortaya çıkar. Bütün damarları çekilir, acı içine ve dışına öyle yayılır ki gözbebekleri gözkapaklarından yukarı yükselir. Dudakları çekilir, dili yerine çekilir, husyeler yerinden yakan çekilir, parmak uçlan yeşile döner. Tek bir damar çekilirken dahi acısı büyükken, da­marlardan her birinin çekilmesinin bedene [verdiği acı] sorulmaz. Bütün damar­ların [çekilmesi] şöyle dursun, tek bir damarın dahi çekilmesinin ruhun kendi­sine verdiği acı nasıl olur?

Sonra uzuvlardan her biri tedricen ölür. Önce ayaklar soğur, sonra bacaklar, sonra da baldırlar. (…) Her bir uzuv için can çekişme üzerine can çekişme, acı üzerine acı vardır. Ta ki [can] boğaza gelir, bu esnada dünyaya ve dünya ehline bakışı son bulur, tevbe kapısı üzerine kapamr, keder ve pişmanlık onu sarar. Rasûlullah (s.a.s.) “Kulun tevbesi [cam boğazında] gargara etme [aşamasında olmadığı sürece] kabul edilir”[3] buyurdu. Mücâhid, “Yoksa kötülükleri yapıp ya­pıp da içlerinden birine ölüm gelip çattığında “Ben şimdi tevbe ettim” diyenlerle kâfir olarak ölenler için kabul edilecek tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap ha- zırlamışızdır” (Nisâ 4:18) âyetini [tefsir ederken] şöyle der: “[Ölüm] elçisi [ona] görünür olduğunda, ölüm meleğinin görünme aşaması onun için başladığında ölüm acısının tadını ve can çekişme onu takip ettiğinde ızdırabmı sorma!” Bu nedenle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demiştir: “Allahım, Muhammed’e ölüm sıkıntı­sını kolaylaştır.”[4]

İnsanların ölümden [Allah’a] sığınmamaları ve onu büyük görmemeleri an­cak ölüme dair bilgisizliklerindendir. Şeyler vukuundan önce ancak nübüvvet ve velâyet nuruyla idrak edilir. Bu nedenle de peygamberlerin (a.s.) ve evliyânın ölüm korkusu büyüktür, öyle ki İsa (a.s.) şöyle demiştir: “Ey Havârîler toplulu­ğu, Allah’a, bu sıkıntıyı, yani ölümü bana kolaylaştırması için dua edin. Ben ger­çekten ölümden öyle korkuyorum ki, korkum beni ölümden ölüme savuruyor.”

İsrailoğulları’ndan bir topluluğun kabirden geçerken birbirlerine şöyle de­diği rivayet edilir: “Allah’a, şu kabirden bir ölü çıkartması için dua edin de ona [sorular] soralım.” Onlar da dua ettiler. Sonra onlara, gözlerinin arasında secde izi olan bir adam kalktı ve mezarlıktaki kabirlerden birinden çıktı, şöyle dedi: “Ey topluluk, benden ne istiyorsunuz? Ben elli yıl önce ölümü tattım ve kalbim ölümün acısından [hâlâ] sükûnet bulmadı.” (…)

Ölülerin Hallerinden, Uykuda Mükâşefe Yoluyla Bilinenler

Allah Teâlâ’nm kitabı, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sünneti ve ibret alma yöntemlerin­den istifade eden basiretlerin nurlan, ölülerin halleri hakkında genel olarak bilgi verir. Onlan mutlu ve bedbahtlar olarak ikiye ayırarak [anlatır], ancak bizzat Zeyd’in Amr’ın hali asla açık edilemez. Çünkü Zeyd’in Amr’ın imanına güvensek bile ne durumda öldüklerini, nasıl bir sonla [hayata veda ettiklerini] bilemeyiz. Zahir olanın doğruluğuna güvensek bile, kalplerindeki takvâyı [bile­meyiz, çünkü] o gizli saklıdır, takvâ sahibine karşı bile gizlidir, ondan başkası nasıl [bilebilir]? Gizli olan takvâ olmaksızın açık olan doğruluğa göre hüküm verilmez. [Nitekim] Allah Teâlâ şöyle demektedir: “Allah ancak takvâ sahiple­rinden kabul eder” (Mâide 5:27) Zeyd ve Amr için verilen hükmü, ona ve onun başma gelenlere şahit olmadan bilmek mümkün değildir. Öldüğü zaman mülk ve şehadet âleminden gayb ve melekler âlemine geçilir, baş gözüyle görülemez, başka bir gözle görülür. Bu göz, her insanın kalbinde yaratılmıştır, ancak insan onun üzerine, şehveti ve dünyevî meşguliyetlerinden oluşan yoğun bir örtü ör­ter, onunla göremez olur. Bu örtü kalbinin gözünden kaldırılmadıkça, onunla melekler âleminden bir şey görebilmesi tasavvur edilemez.

İnceleyin:  İbn-i Teymiyye Kimdir, Üç Talak Hakkında Görüşü Nedir?

Örtü, peygamberlerin (a.s.) gözlerinden kalktığında, melekût [âlemine] bak­maları ve onların hayret verici durumlarına şahit olmalarında bir beis yoktur. Ölüler de melekût âlemindelerdir ve [peygamberler] onların da [hallerine] şahit olur ve [onlardan] haber verirler. Bu nedenle Rasûlullah (s.a.s.) Sa‘d b. Mu‘âz ve kızı Zeynep’in kabrinde sıkıştınldıklarını görmüştür. Şehit olduğunda Ebû Câbir’in durumu da böyleydi. Çünkü [Rasûlullah] Allah Teâlâ’nın onu huzuruna oturttuğunu ve ikisi arasında örtü olmadığım haber verdi.

Bunlar gibi müşahedelerin peygamberlerden ve derecelerini onlara yaklaş­tırmaya çalışan velîlerden başkasında bulunması beklenmez. Bizim gibiler için ancak başka [tür] bir zayıf müşahede mümkündür. Bu da [zayıf olmakla birlikte] yine nebevî bir müşahededir. Bununla rüyadaki müşahedeyi kastediyorum. [Bu müşahedeler] peygamberlik nurlarındandır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Salih rüya, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüz’dür.”[5]

O yine, kalpteki örtü kaldırılmadan elde edilemeyen bir inkişâftır. Bu neden­le salih ve sadık bir insanın rüyası değilse ona güvenilmez. Çok yalan söyleyen, fesadı ve günahı çok olan, kalbi kararmış kişinin rüyasına itimat edilmez. Onun gördüğü karmakarışık rüyalardır. Bu nedenle Rasûlullah (s.a.s.), rüyanın temiz olması için uyku esnasında abdestli olmayı emretmiştir. Bu aynı zamanda içsel temizliğe de işaret eder ki asıl olan odur. Görünenin temizliği onu tamamlama ve yetkin hale getirme yerine geçer. Her ne zaman iç saf ve tertemiz olursa, kal­bin gözbebeğinde gelecekte olacak şeyler açık oluverir. Tıpkı Rasûlullah’a (s.a.s.) Mekke’ye gireceğinin rüyasında açık olması gibi. Öyle ki şu âyet inmiştir: “Allah, rasûlüne gerçeğe uygun rüyasında doğruyu bildirmiştir” (Fetih 48:27).

Nadiren de olsa insan, bazı şeylere işaret eden ve sonra da onların doğru çık­tığım gördüğü rüyalardan mahrum da sayılmaz. Uykuda rüya ve gaybm bilgisi, Allah Teâlâ’nın hayret verici yaratımlarından ve insanoğlunun fıtratının güzel- liklerindendir. Bu, melekût âleminin en açık delillerinden biridir. İnsanoğlu ise, kalbin ve âlemin hayranlık verici diğer şeylerinden bihaber olduğu gibi bundan da bihaberdir.

Rüyanın hakikati hakkında konuşmak, mükâşefe ilimlerinin inceliklerindendir. Onu, muâmele ilmine ekleyerek zikretmek mümkün değildir. Ancak bu­rada onu zikretmemiz mümkün olan miktarı, gayeyi anlatacak bir örnek olarak [şu olabilir]: [Gaye, senin şunu] bilinendir: Kalp, kendisinde suretleri ve işlerin hakikatlerini görebileceğin bir ayna misalidir. Allah Teâlâ nın, âlemin yaratılı­şının başından sonuna kadar takdir etmiş olduğu her bir şey, Kur ân da geçti­ği üzere bazen “Levh[-i Mahfûz]” bazen de “el-Kitâbü’LMübîn”, kimi zaman da “İmam-ı Mübîn” diye tabir edilen, Allah’ın yaratmış olduğu bir yaratılmış olan şeyde yazılı ve tespit edilmiş haldedir. Âlemde olan ve olacak olan bütün şeyler orada yazılıdır ve bu gözle görülemeyecek şekilde orada nakşedilmiştir.

Kitap kâğıttan veya parşömenden oluyor diye söz konusu Levh[-i Mahûz]un ahşaptan, demirden veya kemikten olduğunu sanmayasın. Levh[-i Mahfuzun], yaratılmış levhaya benzemediğini kesin olarak bilmen gerekir. Tıpkı O’nun zâtının ve sıfatlarının, yaratılmışların zâtlarına ve sıfatlarına benzememesi gibi Allah’ın kitabı dayaratılmışların kitabına benzemez. Ancak sen onu anlamak için bir örneğe ihtiyaç duyarsan, şunu bil: Levh[-i Mahfûz]daki takdir edilmiş şeylerin muhafazası, Kur’ân’ın kelimelerinin ve harflerinin Kur ân hafızlarının beyninde ve kalbindeki muhafazasına benzer. [Kuran da hafızların zihninde] yazılıdır. Öyle ki, kıraat ederken [yazılı sayfaya] bakar gibi olurlar. [Hâlbuki] beynini parça parça inceleşen, tek bir harf dahi yazı göremezsin. Orada görüle­cek bir yazı yoksa, bakılacak bir harf de yoktur.

Böylece Levh[-i Mahfûz]un mevcudiyetini, Allah Teâlâ’nın takdir ettiği ve meydana getirdiği her şeyin nakşedilmiş [hali] olarak anlaman gerekir. Levh’in örneği, kendisinde suretlerin göründüğü bir aynadır. Bu aynanın karşısına baş­ka bir ayna konulursa, aralarına bir örtü girmedikçe bu aynanın sureti diğerin­de görünecektir. Kalp de bilgilerin suretlerini (rüsûm) kabul eden bir aynadır, Levh ise bilgilerin suretlerinin topluca kendisinde mevcut olduğu bir aynadır. Kalbin, şehvetleriyle ve duyularının gereksinimleriyle meşgul olması, kalp ile melekût âleminden olan Levh’in incelenmesi arasında gerilmiş bir engeldir. Olu­verir de bir rüzgâr eserse bu engeli hareket ettirir ve kaldırır, kalbin aynasında melekût âleminden hızlı bir şimşek gibi bir şey ışıldar. [Bu] bazen sabit olur ve devam eder, bazen de devam etmez ve çoğunlukla da böyledir.

Uyanık olduğu esnada duyularının kendisine mülk ve şehadet âleminden kendisine belirenlerle meşguldür, bu da melekût âlemine engel olur. Uykunun anlamı, duyuların durgunlaşıp kalpte belirmemesidir. Kalbin duyulardan ve ha­yalden uzak durup cevherinde saf olmasıyla onunla Levh-i Mahfuz arasındaki engel kalkar, kalbinde Levh[i Mahfûz ’dakilerden bir şey vaki olur. Tıpkı, arala­rındaki örtü kaldırıldığında, bir aynadaki suretin diğer aynada ortaya çıkması gibi. Ancak uykunun diğer duyuların çalışmasını engellemesi, hayalin çalışma­sına ve onun harekete geçirtmesine engel değildir. Kalpte vuku bulan şeyi, ha­yal hızla alır ve ona yakın bir temsil ile onu taklit eder. Hayalden ayn olarak muhayyelât ise hafızada tutulur ve hafızada kalır. Uyamldığı zaman hayalden başkası hatırlanmaz. Anlamlardan hangi anlamın anlatıldığını [anlamak için] rüya tabircisinin bu hayale bakması lazımdır. Hayal edilmiş olanla anlamlar arasındaki münasebet ile anlamlara yönelmesi gerekir.

Tabir ilmine bakanlar için bu örnekler açıktır. Sana bir örnek yeterli olur: İbn Sîrîn’e adamın biri şöyle dedi: “Elimde sanki, erkeklerin ağzını, kadınların da edep yerlerini mühürlediğim bir mühür gördüm.” İbn Şîrîn şöyle dedi: “Sen, Ramazan’da sabah olmadan önce ezan okuyan müezzinsin.” Adam da “Doğru söyledin” dedi.

Bir engel olan mührün ruhuna bak, onunla mühürlemek istenilir. Söz konu­su şahsın durumu Levh-i Mahfâz’dan kalbe, her nasılsa o şekilde açık edilmiştir. O [kişinin] varlığı, insanları yeme ve içmeden alıkoyar. Ancak hayal, alıkoyma durumunu mühür nezdinde mühürleyen üe birleştirmiş, anlamın ruhunu ihtiva eden hayalî suretle onu temsil etmiştir. Hafızada ise onun hayalî suretinden başka bir şey kalmamıştır. Bu, rüya ilmi denizinden küçücük bir nebzedir. Onun hayret vericiliği sınırlanamaz. [Rüya] ölümün kardeşiyken nasıl sınırlanabilir ki [zaten]?

Ölüm, hayret verici şeylerin en acayibidir ve [uyku] zayıf bir yönden ona benzediği için, gayb âlemindeki perdeyi kaldırmada etkili olur. Öyle ki uyuyan kişi gelecekte ne olacağını bilebilir hale gelir. Örtüyü yırtıp kaldıran ölümde ise [kimbilir] neler görürsün? Perde tamamen açılır, öyle ki insan, nefsin ayrılışı gerçekleşirken, hiçbir engel olmaksızın nefsinin [halini] görür. Ya -Allah bizi bundan muhafaza buyursun- zincirlerle, utanç verici ve rezil şeylerle kuşatılmış halde ya da kalıcı nimetlerle ve sonu gelmeyen büyük bir zenginlikle desteklen­miş [olduğunu görür.]

Editör:Hümeyra Özturan – Din Felsefesinin Ana Konuları,c.5,syf:214-223

 Kaynak metin: Gazzâlî, ihyâu ulûmi’d-dîn, Cidde: Dâru’l-minhâc, 2011, c. IX, 468-477; c. IX, 357-361; c. IX, s. 500-505.

[1] Burada geçen kelime, kronik hastalık anlamındaki zemâne kelimesidir. Ancak anlam itibariyle ellerin tutmasına engel olan bir kronik hastalıktan bahsedildiği için çolak olma karşılığını ter­cih ettik.

[2] Burada yine zemâne kelimesi geçmektedir ve bağlam nedeniyle işlevsizlik karşılığı tercih edil­miştir.

[3] Tirmizî, “Da’avât”, 98; İbn Mâce “Zühd” 30

[4] Tirmizî, “Cenâiz”, 8; İbn Mâce, “Cenâiz’. M.

[5] BuhCri,‘Ta’bîr’, 4; Müslim, “Ruya,8; Ibn Mâce, “Ta’bîr”, 1.