Bir Garabetin Mazisi: 5816’nın Tarih-i Tevellüdü
Paylaş:

1694556-300x169 Bir Garabetin Mazisi: 5816’nın Tarih-i Tevellüdü

Halk arasında “Atatürk’ü Koruma Kanunu” yahud kanun numarası olan “5816” adlarıyla bilinen “Atatürk Aleyhinde İş­lenen Suçlar Hakkında Kanun”, resmî olarak 25.7.1951 tarihin­de kabul edilerek Adnan Menderes (ö. 1961) başkanlığındaki Demokrat Parti Hükümeti döneminde hayatımıza girmiştir. “Atatürk aleyhinde işlenen suç” ifadesi aslında oldukça müp­hem bir anlam dünyasma olduğu için, birkaç maddeyle ilgili kanunda söz konusu suç unsurları şöyle çerçevelenmeye çaba- lanmıştır:

“Madde 1: [a] Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

 b.Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri ve­yahut Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir.

c.Yukarki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başka­larını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.

Madde 2: [a] Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumi veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunacak ceza yarı nispe­tinde artırılır.

[b] Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verüecek ceza bir misli artırılır.

Madde 3: Bu kanunda yazdı suçlardan dolayı Cum­huriyet savcılıklarınca re’sen takibat yapılır.

Madde 4: Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

Madde 5: Bu kanunu Adalet Bakanı yürütür.”

İlgili kanun maddeleri, Mustafa Kemal’in (ö. 1938) ölü­münden epey sonra yazddığı için, aslında onu değil de doğal olarak onun maddî-manevî hatırasını korumaya dönüktür. Fa­kat “hatıra” mefhumu bir şahs-ı manevî ve sembol inşa ettiği için, onun da içeriği her şahs-ı manevî ve sembol gibi daima muğlak ve oldukça esnektir.

Heykel, büst ve abide gibi maddî unsurlar söz konusu ha­tıranın görünür parçalarım oluşturduğundan, bu adreslerin o manevî hatıra ile zahirî irtibatı belli oranda anlaşılabilirdir. Fakat Mustafa Kemal’e yönelik eleştirel fikirler, onun söz ve fi­illerini tasvip etmemeler söz konusu olduğunda; bunun o şahs-ı manevîye halel getirip getirmediğini ve hakaret niteliği taşıyıp taşımadığını tespit ameüyesi oldukça indlleşmektedir. Söz ko­nusu indîliğin ceremesini bazı kitaplar, gazeteler, dergiler ve dolayısıyla müellif, muharrir ve mütefekkirler, sansür, yasak, tecrit ve ceza gibi türlü bedeller ödeyerek maalesef yıllar bo­yunca çekmişlerdir.

Resmî tarih anlatısının ısrarlı bir şekilde vurguladığı üze­re, Abdülhamid-i Sânî’nin (ö. 1918) hilafet devri, amansız bir devr-i istibdattır. Sansür, kafiyeler, jurnal, Fizan sürgünleri… dönem insanına korkudan nefes aldırmamıştır, işbu klasikle­şen anlatıya göre. Bu dönemi istibdat devrine çeviren saiklerin üst sıralarında, şüphesiz ki Sultan Abdülhanüd’in sansür poli­tikası gelmektedir. Sultana muhalif çevreler, uzun bir müddet; kitap ve gazetelerin sansürlenip yasaklanmasından, matbaala­rın kapatılmasından, basın hürriyetine müdahale edilmesin­den esefle bahsetmiş, daima şikayetlenmişlerdir. Hatta mevcut baskıyı delebilmek için yurt dışında neşriyat yapmaya başla­yan isimler çıkmış, zamanla da sayılan hatırı sayılır derecede artmıştır. Muhalefetin ve eleştirinin yolu dolaylı bir hâl alarak zamanla sanat mecrasına da kaymış, karikatür ve mizah ens­trümanları tenkit ve hicvin öne çıkan usûlleri olmuştur.[1]

Bu dönemde yükselen sansür ve kapatmalardan şikayet- lenmelerde hiç şüphesiz ciddi haklılık payı vardır. Fakat Abdülhamid’i “Kızıl Sultan” olarak yaftalayıp geçen zümrenin, o dönemdeki mezkûr sansür politika ve tatbikatlarını yalnızca “Abdülhamid’in paranoya derecesindeki korkularına bağlayıp geçiştirmesi, devlet mekanizmasının oldukça indirgemeci bir şekilde değerlendirilmesine sebebiyet vermektedir. Hâlbuki bu sansür ve yasaklar, İkinci Abdülhamid’in “devlet merkezli mo­dernleşme” yönündeki strateji ve iradesiyle yakından bağlantı­lıydı ve yaşananların bu irade çerçevesinde -doğru ya da yan­lışlığından bağımsız- oldukça anlamlı bir tarafı bulunuyordu.

Beka problemi etrafında mihnetli günler geçiren devletin önceliği, doğal bir refleksle, ferdî haklardan devlet menfaatine çevrilmişti. Siyasî arenada gittikçe öne çıkan İslâmcıhk hareke­tinin bu dönemde merkezî bir politika hâline gelmesinde dahi söz konusu zaruretin ciddi bir payı bulunmaktaydı. Dolayısıyla mevcut aşırılıklarına, yer yer keyfîliğine ve zaman zaman yük­selen şiddetine rağmen Osmanlı’nın son dönemindeki sansür politikasının sadece padişahların ve hükümetlerin korkularıy­la eşleştirilmesi, meseleye bütüncül ve isabetli yaklaşamamaktan kaynaklanan ciddi bir hatadır.[2]

Genç Osmanlılar ve Jön Türkler, ardından İttihad ve Te­rakki Cemiyeti mensuplan, sebebi her ne olursa olsun, maruz kaldıkları sansür uygulamalarım tasvip etmiyor; bunun mede­niyete, insanlığa, asriliğe ve hatta İslâmlığa muvafık olmadığını türlü teşebbüs ve vesüelerle dillendiriyorlardı. Türkiye Cumhu- riyeti’nin kurucu kadrosu da Devlet-i ‘Aliyye’nin -bilhassa son döneminin- zemmi konusunda adı anılan muhalif zümrelerin anlayışım büyük oranda devralmıştı. Çünkü söz konusu tenkit mirası aynı zamanda yeni kurulan devletin meşruiyetine de hizmet ediyordu. Dolayısıyla geçmişi şiddetle eleştiren bu yeni yönetimden beklenilen, geçmişte zemmedilen tüm icraatların Anadolu insanının hayatından kalıcı olarak çıkarılmasıydı. Fa­kat durum hiç öyle beklendiği gibi olmadı. Evet; sansür, matbaa kapatma, yazar cezalandırma kabilinden pek çok garabet ay­nıyla ve hatta daha da ziyadeleşerek ne yazık ki devam etti. Bu devamlılığın en uzun müddet ve yoğun hissedildiği konu ise, Mustafa Kemal’e yönelik eleştirel ifade ve yazılar oldu.

Resmî makamların Türk basın ve matbuat tarihine dair neşriyatlarındaki ifadeler, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş­te yaşanan durumu âdeta güllük gülistanlık tasvir etmekte ve sâbık yönetimdeki menfî ahvalin artık tam tersine döndüğü­nü iddia etmektedirler. Bu türden anlatılara göre, Cumhuriyet dönemi; devr-i Hamid, meşrutiyet, mütareke ve Sultan Vahdeddin (ö. 1922) dönemlerinin istibdadından tamamen uzak, özgürlüklere kayıtsızca koşulan âdeta mutlak bir hürriyet dö­nemidir. Meselâ, Matbuat Umum Müdürlüğü müşavirlerinden Server R. İskit’in (ö. 1975) kaleme aldığı ve 1939 yılında Devlet Basımevi’nden neşredilen Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tari­hine Bir Bakış isimli eserde, üzerine konuştuğumuz süreç şöyle tasvir edilir:

“İcra Vekilleri Heyetimizin 7 Teşrinievvel 1923 tarihli bir kararnamesi ile idare-i örfiyeyle beraber matbuat sansürü de kaldırıldı. Artık sansür tarihe karışmıştı. Yeni Türkiye sonra ne böyle bir hareket ne de böyle bir kelime tamdı ve bir daha tanımayacaktır.”[3]

İskit’in, eserini neşrettiği 1939 yılına kadar gerçekleşen yasak, sansür ve cezalardan habersiz bir saflıkla işbu satırla­rı kaleme almış olma şansı yok. Çünkü o, resmî bir makamın sahibi ve kullandığı dil, resmî bir propaganda dili. Dolayısıyla söylemi, olanı değil, duyurulmak isteneni ve ideali ilan eden, son derece stratejist bir söylem. Birazdan paylaşacağımız sı­nırlı sayıda misal dahi, sanıyorum ki meselenin aslında hiç de böyle olmadığını ispata kâfi gelecektir. Çünkü bilhassa Mustafa Kemal ve icraatları söz konusu olduğunda matbuat ve neşriyat faaliyetlerinin türlü yollarla nasıl hizaya sokulduğu, gizlenme­si mümkün olmayacak derecede çeşitli örnekliklere sahiptir. Hatta işin trajikomik yanı, iktibas edilen satırların sahibi İskit dahi sonraları pek çok yayın -meselâ Büyük Doğu mecmuası- hakkmda raporlar sunmuş ve bu yayınların muzır olduğu hu­susunda “yukarıya” muhtelif bilgilendirmeler yapmış bir isim hâline gelecektir.[4]

5816 sayılı meşhur kanun normalde 1951 yılında yürür­lüğe girdi. Fakat bizce, ilgili kanunun bu tarihte tedavüle girişi aslında, doğumu çoktan gerçekleşmiş bir çocuğa nüfus kâğıdını yıllar sonra çıkartmaktan farksız, tabir caizse formalite gereği gerçekleştirilen hukukî bir icraattan ibaretti. Çünkü 1923 son­rasındaki her gün, yani Mustafa Kemal Paşa’nın elini kuvvet­lendirdiği ve muhaliflerinden teker teker kurtulduğu, nihayet muhalifsiz tek adam makamına erdiği vetire, reisicumhurun -gah örtülü gah açık yahud gah meşru gah gayr-i meşru yollar­la ve nihayet- bir şekilde korunduğu bir dönemdi. Söz konusu koruma bazen Mustafa Kemal’in stratejik talepleriyle, bazen Meclis eliyle, bazen fedailer yoluyla, bazen başka vesilelerle gerçekleşse de neticede Gazi ciddi eleştiri, yıkıcı muhalefet ve fiilî saldırıdan mahfuz bîr hâle gelmişti. Pek tabi İşbu koruma­lım bir ayağı da onun sözlerini, anlatılarını nakzetmemek; onu, anlattıklarını çürüterek küçük düşürecek ciddi eleştiri ve ifşa­larla liderlik ettiği harekete halel getirmemek geliyordu. Bunu sağlamanın yani “Atatürk’ü koruma”nm en kolay yolu ise elbet­te neşriyat sansürüydü.

23 Nisan 1923’te açılan Meclis, açılışının üzerinden henüz üç yıl geçmişken, 22 Temmuz 1923’te bir karar çıkartmış ve kendisi hicrette olan Manavoğlu Nevres Bey’in (ö. 1928) Anado­lu isimli eserinin yurda girişini yasaklamıştır.[5] Oldukça erken dönemde kaleme alınan bu -yer yer hakarete varan- Kemalizm eleştirisi, nedense metindeki eleştirilere cevap vermek yerine, en kolay yol tercih edilerek yasaklanma yoluna gidilmiştir. Yine aynı yıl, 17 Ekim 1923 tarihinde İcra Vekilleri Heyeti’nin yani bugünkü tabirle Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararla, Selanik’te çıkarılan, Mustafa Kemal Paşa’yı ve Kemalist icraatları eleşti­ren yazılarıyla dikkat çeken, oldukça güçlü tenkitlere sahip bi­rer gazete olan İmdat ve Hakikat”in yurda girişi yasaklanmıştır.

Hilafetin ilgası kararıyla birlikte başlayan yoğun tenkit hareketliliğinin yurt içindeki ayağı kolluk kuvvetleri ve yargı marifetiyle büyük oranda dizginlenebiliyordu.[6] Fakat yurt dı­şındaki tenkitleri, haber ve neşriyatı önlemeninse öyle kolay bir yolu yoktu. Söz gelimi, Paris’te çıkarılan Mücâhede gazete­sinde hilafetin ehemmiyeti ve bu kurumu ilga lehinde alman kararın fecaatine dair sert yazılar kaleme ahnıyordu. Elbette söz konusu sert yazılarda Mustafa Kemal’de tenkit ediliyor, kendi beyanları öterinden ahde vefasızlıkla itham ediliyordu. Tahmin edileceği gibi oldu ve 25 Ağustos 1924 te ahnan bir ka­rarla gazetenin memlekete girişi memnû kılındı?

Büyük Millet Meclisi 4 Mart 1925 tarihinde önemli bir ka­nun çıkarttı: Takrir-i Sükûn Kanunu. Bu kanunun sansür gücü­nü ifade etmek için ona “sansürün atom bombası” demek ye­rinde bir benzetme olabilir. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun birinci maddesi şöyledir: “İrticaa ve isyana ve memleketin nizamı iç­timaisini ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlale bâis bilûmum teşkilât ve tahrika ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı hükümet, reisicumhurun tasdikiyle, re’sen ve idare- ten men’e mezundur. İşbu ef’âl erbabını hükümet İstiklal Mah­kemesine tevdi edebilir.”

İlgili maddeyle birlikte, ülkedeki tüm muhalif ve münek­kit neşriyata ilk ciddi neşter vurulmuş oldu. Hatta bu kanunla aba altından gösterilen sopa da İstiklal Mahkemesi’ydi. Kanu­nun kabulünü müteakip; Tevhid-i Efkâr, Sebillürreşâd, Son Telg­raf, İstiklâl, İstikbâl, Kahkaha, Tok Söz, Yoldaş, Doğru Öz, İkaz, Aydınlık, Tanın, Sayha, Sada-yı Hak, Millet, Doğru-Öz, Ordu Ne- şideleri ve Orak-Çekiç gibi ulusal ve yerel nitelikteki muhtelif cenahtan pek çok mecmûa 1925 yılı içerisinde kapatıldı. Adı anılan gazetelerin başyazarları ve yayıncıları da tabi ki kapat­maların akabinde İstiklal Mahkemelerinde yargılandılar.

Şeyh Said Kıyamını vesile bilerek uygulamaya konulan neşriyat engellerinden, sâbık Şeyhülislam Mustafa Sabri Efen- di’nin (ö. 1954) Gümülcine’de çıkardığı Yarın gazetesi de na­sibini almış ve gazetenin yurda girişi 1925’te yasaklanmıştır. Mustafa Sabri’nin Kemalist inkılâplara yönelik hücumu, laiklik ve hatta lâ-dinîlik olarak nitelediği savrulmalara yönelik taar­ruzlarının Anadolu’da makes bulup farklı bölgelerdeki muhte­lif isyanlara dinî motivasyon oluşturduğu düşünülüyor ve bu motivasyonun devamlılığı onun dergisi ve eserleri yasaklana­rak engelleniyordu. Aynı yıl, yine Manavoğlu Nevres Bey tara­findan kaleme alınan ve bu defa daha hacimli bir Kemalizm eleştirisi olan Kamçı isimli eserin de yurda girişi yasaklandı.[7]

Şeyh Said İsyanı’nın Ankara Hükümeti için âdeta bulun­maz nimete dönüştüğü, bu vetirede bölgede olsun olmasın tüm muhalif seslerin kısılmasının hedeflendiği, yaygın bilinen bir gerçektir. Çünkü Lozan görüşmeleri hâlâ devam ediyordu. Tak- rir-i Sükûn Kanunu, normalde hıyanet-i vataniye ile ilişkili ola­rak çıkarılmış bir kanun olmakla birlikte, aslında mebuslarını tamamen Mustafa Kemal’in belirlediği ve “kız gibi bir meclis” hâline getirdiği İkinci Meclis’e, daha net ifadesiyle bizzat Mus­tafa Kemal’e yönelik fikrî muhalefeti bitirmeye hizmet eden bir stratejik silah olarak kullanılmıştı.

“1925 Şeyh Said İsyanı ile basın ve hükümet arasın­daki ilişkiler kopma noktasına gelmiş, hükümete geniş yetkiler tanıyan 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu ile İstanbul ve Anadolu’nun değişik eğilimlerdeki birçok muhalif gazete ve dergisi kapa­tılmış ve gazeteciler mahkemelerde yargılanarak çe­şitli cezalara çarptırılmışlardır.

Dönemin ilk basın yasası ise ancak 1931 yılında çıka­rılabilmiştir. Bu yasayla birlikte güdümlü bir basın anlayışının uygulanmasına geçilmiştir. Bu yasa kap­samında dönemin gazeteleri İçişleri Bakanlığı’nın talebiyle Matbuat Umum Müdürlüğü’nden gelen bir telefon emriyle kapatılabilmiştir.

Bu nedenlerle 1931-1938 yıllan arasında Türkiye’de oldukça sınırlı bir basın özgürlüğü havası yaşanabil­mişim Bu yıllarda daha çok hükümete güdümlü bir özgürlük anlayışı var olmuştur.”’9

İkinci Abdülhamid döneminin sansür politikasının belli bir devlet mantalitesine uygun gerçekleştirilmesi gibi, Kema­list sansür hareketi de elbette belli bir devlet mantalitesine uygun işliyordu. Kemalist savunu, Cumhuriyet’in erken yıllarında yani tek adam yönetiminde gerçekleşen baskının “mo­dernleşme hareketinin doğurduğu zorunluluk için yaşandı­ğını dillendirerek bu mantaliteyi açıklamaya çakşır. Mezkûr anlatıya göre modernleşme Cumhuriyet’in adımıdır. Hâlbuki, daha sonra başka yazılarda temas edeceğimiz üzere, Cumhu­riyet döneminde görülen bazı kötü icraatlar söz konusu oldu­ğunda “Osmanlı’dan Cumhuriyete tarihî devamlılık” düşün­cesini savunanlar, iyi addedilen şeyler söz konusu olduğunda bu devamlıhğı nedense birdenbire iptal etmektedirler. Ashnda pek iyi biliyoruz ki modernleşme Osmanlı dönemi hareketli- liklerindendir ve Cumhuriyet dönemi modernleşmesi ancak Osmanlı modernleşmesinin tedriciliğini iptal eden devrimci yönüyle ondan ayrılır. Zaten toplumda iz bırakan her ne varsa işbu devrim anlayışının yıkıcılığına dayanmaktadır. Post-mo- demizm düşüncesini doğuran saik de modernizm adına, aydın­lanma ve özgürleşme adına, medeniyet götürme adına yapılan gayr-i İnsanî işlerdir.

“Bu dönemde [erken Cumhuriyet döneminde] basın öz­gürlüğünün olmadığını söylemek yetmez. Osmanh mutlakıye­tinde de, basın hükümetin istemediklerini yazamazdı. TC’nin tek partili zamanında ise, basın, hükümetin istediklerini yazar­dı.”[10

Tabi bu sözün ancak hükümet/devlet üe Mustafa Kemal Paşâ özdeşliğinde anlamlı olduğu, sanıyorum izahtan vares­tedir.[11] Temas edilen yeni devlet mantalitesindeki en önemli problem ise; varlığını geçmiş dönemin despot, aşırı uygulama­ları üzerinden meşrulaştırmaya çalışanların çok daha şiddetli despot ve aşırı uygulamalara imza atarak tutarsızlaşması ve işbu tutarsızlığı istikrarlı bir devlet politikasına çevirmesiydi.[12]

Artık bir cumhurbaşkanı olan, daha doğrusu başkomutan, baş muallim, reisicumhur, gazi, halaskâr, ebedî şef, parti ebedî genel başkam velhasıl devletin, milletin her şeyi hatta bizzat devlet olacak olan Mustafa Kemalin şahsına yönelik menfî – hakaret değil- ifadelerin suç teşkil ettiği düşüncesiyle yasak­laması işi, adı açıktan konmamış bir hâlde hızla ilerliyordu. 1930 yılından itibaren artık ülkenin her şeyi hâlinde görülen Gazi aleyhindeki yazılar başka bir mazerete gerek duymadan sırf Mustafa Kemal’e yönelik menfî bazı değerlendirme ve ifa­delerinden ötürü kanunla yasaklanmaya başlamıştır. Mesela 1931 senesinde Mussolini isimli kitabın yasaklanışı bu duruma öncü ve tipik bir misaldir. Eserde, müellif Antonio Aniante’nin (ö. 1983) Mustafa Kemal’e diktatör ve faşist demesi “garazkâ- rane saldırı” olarak nitelenmiş ve mezkûr yasağın gerekçesi olmuştur.”13 Hâlbuki kendisine diktatör denilen bir kişi aslında dünyanın en masum, en hümanist insanı da olabilir. Fakat bu sözün doğru olmaması bir yasak sebebi olamaz. O görüşe katıl­mayabilir, yanlış bulabilir, hatalı ve eksik olduğunu söyleyebi­lirsiniz fakat yasak, bir meşru müdafaa değildir.

İnceleyin:  Chp ve İcraatleri

H.C. Armstrong’un (ö. 1943) kaleminden ve henüz Musta­fa Kemal Paşa’nm sağlığında çıkan (1932) Grey Wolf: An Intima- te Stucfy of a Dictator (Bozkurt: Bir Diktatörün Samimi Tedkiki) isimli biyografik eserin İngilizce aslı ile Fransızca ve Almanca tercümeleri de uzun yıllar yurda sokulmamıştır. Bilindiği ka­darıyla Mustafa Kemal bu eseri görmüş ve etüt etmiş, farklı vesilelerle cevaplar vermeye de çabalamıştır.[14] Fakat verilecek cevapların mevcut metindeki ifadelerden daha tesirli olamaya­cağına kanaat getirilmiş olunmalı ki, yasak uzun bir müddet devam etmiştir.[15]

Bazı hatıratlara müracaat ettiğimizde, aslında Mustafa Ke­mal’in eseri mütalaa ettikten sonra muhatap olduğu eleştirileri son derece büyük bir olgunlukla karşıladığım ve “safahatımızı eksik bile anlatmış” dediğini görürüz. Lâkin kitabın neşrini ve ilgili yasağı takip eden süreç hakkmdaki kayıtlar bizlere, eleş­tirilerin hiç de böylesi engin bir olgunlukla karşılanmadığını göstermektedir. Önce, eserin yasaklandığı yıl, kitabın tanıtım yazısına yer veren Le Mols isimli derginin ve akabinde de 1934 yılında aynı kitabın tanıtımına yer veren Journal Des De’Bats isimli gazetenin yurda girişi yasaklanmıştır. Yasaklı süreç M. Kemal’in sağlığıyla sınırlı kalmamış; 1955’te Bozkurt adıyla ger­çekleştirilen ilk tercümesinden başlanarak okuyucuya sunulan metnin Türkçe neşirleri de hep, ancak ciddi oranda sansürlene­rek gerçekleştirilebilmiştir.

1933 yılı, sadece Bozkurt kitabının yasaklanması ile geçil­mez. Bu yıl, Mustafa Kemal’in “hatırasının zedelendiğine” ve dolayısıyla korunması gerektiğine kanaat getirilen çok daha şaşırtıcı ve ciddi icraatlardan birine sahne olur. Millî Mücadele’nin mühim simalarından Kâzım Karabekir Paşa (ö. 1948), Nutuk ile inşa edilmeye başlanan resmî tarih anlatısını, Millî Mücadele’nin önemli kahramanlarını tarihten tasfiye eden ha­kikate mugayir bir girişim olarak niteleyerek, İstiklal Harbi’ne dair bildiklerini bir de kendi zaviyesinden anlatmaya başlar. Bu anlatı evvela Milliyet, Akşam ve Son Posta gazetesi sütunla­rında, “Millici” ism-i müstearıyla yazan Mustafa Kemal ile mü­nakaşa şeklinde başlamıştır. Karabekir, İstiklal Harbi’ne dair yazdıklarını parça parça gazeteye verir. Fakat ilk altı fasıldan sonraki parçalar, müdahale edilerek yayınlanmaz.[16] Karabekir’e yönelik ilk sansür burada gerçekleşir fakat burayla sınırlı kalmaz.[17] Karabekir engellemesinin ardINdan gazetelerde ya­yınlananlar sadece Millici’nin ve diğer münekkitlerin cevapları olur.[18]

Mustafa Kemal tam bu süreçte İstiklal Harbi’ne dair ta­nıklık ve perspektifini, bir senelik yoğun bir mesaiyle Nutuk’ta yazıya dökmüştür. Nutuk’ta yer yer Karabekir Paşa’ya, gazete­de başlayan teşebbüsünün cevabı olarak muhtelif tenkitler yö­neltilir.[19] Bunun üzerine harbin serencamına dair tanıklık ve bilgüerini İstiklal Harbimizin Esasları adıyla kitaplaştırma yö­nünde bir adım da Karabekir cephesinden gelir. Zaten ikilinin arası uzun zamandır açıktır. Karabekir, İzmir suikastı davasın­da gözaltına alınan, İstiklal Mahkemesi’nce idamla yargılanan, 1926 sonrasında bir nevi ev hapsi ve göz altmda bulundurulan mimli bir isim hâline gelmiştir. Dolayısıyla başına gelenlerin arkasında Mustafa Kemal Paşa olduğunu düşünür ve soğukluk karşılıklı hâl alır.

Kurucu kadro, Karabekir’in elinden böyle bir eserin neş­redileceği haberini alınca, henüz matbaadayken müdahale ederek eserin tüm nüshalarını toplatır ve yaktırır. Aynı zaman­da Kâzım Karabekir’in ve bazı yakınlarının hanesi de basılarak eserin müsvedde nüshaları, notları, teksirleri, belgeleri kabilin­den her ne varsa tümüne el konulur. Gerçekleştirilen hızlı ve etraflı hamleye rağmen eserin tüm nüshalarını toplatmayı ba­şaramazlar ya da daha doğru ifadesiyle Karabekir Paşa birkaç nüshayı çok daha emin bir yelde muhafazaya zaten evvelden muvaffak olmuştur. Çünkü tecrübeli bir asker olan Paşa, sahip olduğu evrakları utun zamandır birçok İhtimali göz önüne ala­rak zaten çeşitli yerlere gizlemiş, bazılarını ise çoktan toprağa gömmüştür. Fakat 1948‘deki vefatına kadar Karabekir kendin­de mahfuz bu hatıratı maalesef yeniden gün yüzüne çıkara­mamıştır.

Mustafa Kemal’in sağlığında Kâzım Karabekir münzevi bir hayata mecbur olur. Onun tekrar siyasî görünürlük kazanması Atatürk’ün vefatı sonrası, İnönü döneminde gerçekleşir. Fakat bu görünürlük “sansürden ve baskıdan kurtulma” mânâsına gelmez. 5816’NIn henüz adı yoktur ama o hep tedavüldedir.

Mustafa Kemal’in vefatından yaklaşık 6 ay sonra Kara­bekir Paşa bu defa Tan gazetesinde yeni bir mülakat dizisine başlar. Yarım kalan ve hatta üzerine yeni şeyler eklenen hesabı artık kapatmak ister. Mülakat şu sözlerle başlar: “Şahsen be­nim 15 sene menkub vaziyette kaldığımı biliyorsunuz. Bu men- kubiyet müddeti, bilhassa çoluğum çocuğum için pek acı geçti. Buna rağmen ben bildiğim yoldan şaşmadım. Her zaman için hakikatin müdafii olarak kaldım. Fakat, ne yazık ki, bu 15 sene içinde, kıymetli fikirlerle ortaya çıkarak, hayatlarını istihkar edercesine çalışan ve memlekete büyük hizmetler ifa eden bazı vatan çocuklarının bir kenarda nasıl unutuldukları, kimsenin gözünden kaçmamıştır.”[20]

Karabekir isim vermez ama mülakat boyunca kendisine mağduriyet yaşatanlar, sansüre uğratanlar bulunduğundan dem vurur. Mülakatın ilk parçası neşredildikten sonra evvela basın yoluyla tenkitler başlar, küçük çaplı gösteriler gerçekle­dir, Yaşananlar mülakatın devam edememesine sebep olur. Kâ­zım Karabekir’in o mülakatta dile getirdiği “Reiskâra yaranmak için uluorta fikirler neşrinden evvel, hâdiseleri olduğu gibi tes­pit ederek, yeni nesle aynen anlatmamız gerekir” düşüncesi de başka bahara kalır.

Kâzım Karabekir, aradan geçen zaman zarfında, Nutuk’a yönelik cevabını daha mufassal ve zamanın imkânları gereği daha müdellel hâle getirecek evsaftaki çalışması İstiklal Har­bimiz kitabını 1960 yılında neşreder. Yaklaşık olarak Nutuk hacmindeki eser yayınlanır yayınlanmasına fakat sansür o dö­nemde bu eserin de yakasını bırakmaz. Tabi bu dönemde 5816 artık tedavüldedir ve varlığını güçlü bir şekilde hissettirir. Ki­tap toplatılır ve yayıncısı Tahsin Demiray (ö. 1971) Toplu Basın Asliye Ceza Mahkemesi’ne sevk edilir.[21] Bilirkişilerin, eserin suç unsuru taşımadığına yönelik raporlarına rağmen, savcılık yayıncının cezalandırılmasını ve toplatılan nüshaların müsa­deresini talep eder. Savcının bu talebine karşın mahkemenin kararı ancak sekiz yıl sonra, 1968’de verilebilir. Yayıncı, bilirki­şi raporu doğrultusunda nihayet beraat eder. Eserin kamuoyu ile buluşmasının imkânı da ancak bu tarihten sonra mümkün olur. Yaşanan tüm netameli sürecin belki de en üzücü yanı, Paşa’nın 1933’te baskın yapılan köşkünden ve yakınlarının ha­nelerinden götürülebilen doksan çuval dolusu evrakın ancak çok küçük bir kısmı iade edilip diğer kısmın akıbetinin meçhul kalmasıdır.[22]

Söz konusu belgelerin akıbetinin neden meçhul kaldığını Kılıç Ali’nin (ö. 1971) hatıratından hareketle bir nebze anlaya­biliyoruz. Kılıç Ali’nin belirttiği üzere, söz konusu hatırattan ve eldeki vesikalardan tek rahatsız olan Mustafa Kemal değildir. İsmet İnönü ve bazı devlet erkanı da eserin neşrinden son de­rece huzursuzdur. Bu nedenle kitabın toplatılması ve belgelere el konulması kararında onların da dahli bulunmaktadır. El ko­nulan belgelerin iade edilmemesindeki ana saik ise İnönü’nün “Belgeler Kâzım Karabekir Paşa’nın elinde kaldıkça günün bi­rinde tekrar bastırması kabildir. Onun için elindeki belgeleri alıp yok etmek gerekir” sözlerinden anlaşılmaktadır.[23] Yani “Atatürk’ün ve yakın çevresinin hatırası” muhafaza edilmiş, bu hatıraya böylelikle halel getirilmemiştir de diyebiliriz.

Mustafa Kemal’in, Kâzım Paşa’nın 1933’te yaktırılan ese­rinden kendisi için ayrılan bir nüshayı inceledikten sonra 9 sayfalık bir cevap yazdığını biliyoruz. Aslında anlaşılan, esere tam bir cevap yazma teşebbüsünde bulunduğu ve daha sonra devam etmeyip cevabım kısa kestiği, tamamlamadığıdır. El ya­zısı cevabî notlar, eski millî eğitim bakanı Haşan Âli Yücel’den (ö. 1961) kızı Canan Eronat’a (ö. 2013), ondan da gazeteci Uğur Mumcu’ya (ö. 1993) intikal etmiştir.[24] Fakat tıpkı Armstrong’un eserinde olduğu gibi Karabekir’in eserine yazılan cevabın da is­tenilen tesiri sağlamayacağı düşünülmüş olmalı ki, cevap yazısı uzatılmadan bırakılmış ve toplatılan eserin yakılması yönünde ivedi bir karar alınmıştır.

Türkiye’deki atmosferi yakinen bilen ve yurt dışında bu­lunduğu zaman zarfında (1926 sonrası) yine memleketi ya­landan takip eden Cumhuriyetin ilk Sıhhiye Vekili ve aynı za­manda Lozan delegelerinden Dr. Rıza Nur (ö. 1942) Hayat ve Hatıratım isimli eserini 1935 senesinde hitama erdirse de, onu ancak 1960’ta neşredilmek şartıyla British Museum’a emanet etmiştir. Dolayısıyla Rıza Nur da böylelikle hatıratının neşrini yaşarken göremeyen, “Atatürk’ün hatırası”na halel getirmesine müsaade edilmeyen isimler arasında girmiştir.[25]

Mustafa Kemal’in yakınında bulunup da hatırasını yazan­lar ciddi problemlere muhatap olduğu için bazı isimlere hatırat yazmak dolaylı yoldan yasaklanmıştır. Meselâ bunlardan en meşhuru. Mustafa Kemal’in hizmetlilerinden biri olan Cemal Granda’dır (ö. 1978). Granda, köşkte çalışan bir hizmetlinin tuttuğu notlar/günlük sebebiyle işten atıldığını görünce, aynı akıbete uğramamak için notlarını olabildiğince gizli yazmış ve bunları Mustafa Kemal’in vefatından sonraki merhalede Yalo­va’da derleyebilmiştir. Derlenen hatırat ise ancak 1971’de kitap olarak yayımlanma fırsatı yakalayabilmiştir.

Aynı şekilde Mazhar Müfit Kansu (ö. 1948) da Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber isimli hatıratında böylesi bir önlemden bahseder. Mahmut Esat Bozkurt’un İnkılâp Dersle­rinde anlatmak üzere, Mustafa Kemal’in cumhuriyet düşün­cesini evvela ne zaman ifade ettiğini sorması üzerine Paşa, Bozkurt’u Kansu’ya yönlendirir. Kansu Erzurum’dan itibaren Paşa’nm sürekli yanındadır ve şahit olduğu hemen her hâdise­yi günlüğüne işlemektedir. Hatta şahit olmayıp kaçırdığı günle­ri de bilahare sorup öğrenerek boşlukları doldurmaktadır.

Bozkurt’un talebine cevap vermeden evvel -onu kendisi­ne Paşa yönlendirmiş olduğu hâlde- Mustafa Kemal’den tekrar müsaade isteyen Kansu, bu hassasiyetinin gerekçesini “Ata, hatıratımın ve notlarımın neşri hususunda kendisinden izin almadıkça herhangi bir teşebbüste bulunmamaklığımı daha önceden emir buyurmuşlardı”[26] diyerek ifade eder. Bozkurt’a vereceği cevabın yalnız bu konuyla sınırlı olması kaydıyla müsaade alır ve kendisiyle başka bir bügi paylaşmaz. Zaten Kansu’nun daha sonra yayınladığı hatıratı, başlığı ile muvafık değildir. Vefatıyla noktalandığı İçin sadece yaklaşık bir yıllık dönemi anlatır. Bu karşın -hatıratını Mustafa Kemal’in vefatın­dan sonra (194B) yayımlamaya başladığı hâlde- hem Nutuk’m anlatısının dışına çıkmamaya özen gösterir hem de tüm seren- camı anlatmaz ve filtreler.

1936’ya gelindiğinde basın politikasında ya da Mustafa Kemal’e yönelik tenkitli neşriyata müsaade hususunda herhan­gi bir değişim olmaz. Bu yılda ise, Philippe de Zara (ö. 1955) ta­rafindan kaleme alınan Mustafa Kemal Dictateur isimli eser ya­saklılar listesine girer. Belki de bu uygulamayla, ortada hiçbir diktatör olmadığı en kestirme surette gösterilmek istenmiştir.

Biz bu yazıda, 5816’nın aslında kanun olarak yazdı hâle gelmeden evvel fiilen tedavülde olduğunu gösterme niyetinde olduğumuz için dönemde başka sebeplerle gerçekleşen san­sür ve cezalara temas etmiyoruz. Yoksa Komünist propaganda yapmak, irticai faaliyetlerde bulunmak, Kürtçü teşebbüslerde olmak… gibi pek çok iddia ile nice yasak ve engellemenin ya­şandığı ehlince malumdur. Bunlar şimdilik bahs-i diğer konu­lar ama şunu da belirtmek lazım, zaman zaman bu iddialar­la yasaklanan neşriyat içerisinde aslında son derece masum, hakaret ve iftiradan ziyade geçmiş vaatleri ve bu vaatlere isti­naden beklenilen icraatları ihtiva eden metinler de olabilmek­teydi. Meselâ, sadece Kürtçü bir hareket olduğu için Hoybun Cemiyeti tarafından neşredilen, Celadet Ali Bedirhan (ö. 1951) imzalı Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Hazretlerine Açık Mektup da yasaklılar çuvalına atılabilmiştir. Hâlbuki orta­da ne bir iftira ne bir hakaret vardır. İstenilenler sadece; Millî Mücadele döneminde verilen birtakım sözlerin hatırlanması, Kürtlerin haklarının tanınması ve özerklik meselesinin dikka­te, tartışmaya almmasıydı. Pek tabi bazı eleştiriler de vardı. Bu taleplerin dile getirilmesi dahi Mustafa Kemal’in icraatlarının dolayısıyla da şahsiyetinin zedelenmesi olarak niteleniyor ve yasaklanabiliyordu. Her neyse, biz tekrar kendi konumuza dö-

Mustafa Kemal’in vefatıyla birlikte kendi hayatını sonlan­dırmak üzere teşebbüste bulunacak, İntihar girişimini, göğsün­de kalıp artık onunla yaşayacağı bir kurşunla yaralı atlatacak olan Başyaver Salih Bozok’un (ö. 1941) hatıraları dahi aynı en­gele takılanlardandır. Bozok vasiyetinde belirttiği üzere, hatı­ralarının Mustafa Kemal’in sağlığında neşredilmesine bizzat Gazi, emriyle engel olmuştur: “Atatürk ile beraber yaptığım seyahatlere dair bazı defterlerde notlarım olduğu gibi, Ata­türk’ün bana gönderdiği çok kıymetli mektuplar var. Bunları neşretmek için benden satın almak isteyenler olmuştur. Fakat Atatürk buna müsaade etmedi ve ‘Bunları biz öldükten sonra neşretmek üzere çocuklarına miras bırak’ dedi.”[27]

Şimdiye kadar hep fikirler, fikirlerin düe getirildiği hatı­rat, gazete ve kitaplar üzerinden 5816’nın tarih-i tevellüdünü konuştuk. Liste eğer uzatmak istersek daha bir hayli uzar gi­der. Meselâ, Mustafa Kemal’in eşi Latife Uşşakî’nin (ö. 1975), ayrılıkla beraber tüm devlet arşivindeki belgelerinin yok edil­mesi ve ayrıca evrak-ı metrukesinin hâlen kasalarda mahfuz oluşu gibi noktalara temas etmedik. Latife Hanım’dan evvel “Çankaya’nın hanımı” olan Fikriye’nin (Ö.1924) intiharıyla bir­likte bütün evrak, mektup, günlük türü malzemesine neden el konulduğuna hiç girmedik.

Belki tuhaf gelecek ama bizzat Mustafa Kemal’in dahi san­süre maruz kaldığını ihsas edecek türden bazı nakillere dahi temas etmedik. Meselâ, Cemal Granda’nın hatıratındaki bazı ifadeler bize Mustafa Kemal’in “maruz kaldığı” bir sansürü ha­ber vermektedir. Söz konusu hatırata göre, Mustafa Kemal’in gizlenen ikinci bir vasiyeti mevcuttur.

“Atatürk’ün ölümünden sonra vasiyetnamesin açık­landığı zaman bir ikinci vasiyetnamenin daha bulunduğu, bunda Atatürk’ün çok sevdiği hizmetçi, berber, odacı gibi özel hayatında beraber olduğu kişilere iliş­kin maddeler bulunduğu fakat sonradan bu vasiyet­namenin yok edildiği yolunda söylentiler çıkmıştı.

Arkadaşlar araştırmışlar fakat bu söylentileri doğru­layan bir ize rastlamamışlardı. Oysa Atatürk, bizlerle çeşitli zamanlarda yaptığı konuşmalarda geleceğimi­zin garanti altına alınacağı yolunda sözler etmişti.

Hepimizin kafasında o kayıp (?) vasiyetname hâlâ bir soru olarak kalmıştır.”[28]

Reisicumhur gerçekten bilinenin dışında ikinci bir vasiyet daha kaleme almış mıdır? Eğer aldıysa, bu vasiyetin muhtevası yalnızca hizmetlilerine dair maddî bir ikramiyeden mi ibaret­tir? Arttırılabilecek suallerin zihne birbiri ardınca üşüşmesi tabidir. Granda’nm konu hakkında sonradan vâkıf olduğu ve naklettiği kadarıyla, bir süre sonra İsmet Bozdağ (ö. 2013) işbu söylentinin üzerine giderek Tercüman gazetesindeki yazısında meçhul vasiyetin Kılıç Ali’de olduğunu yazmıştır. Kılıç Ali’nin “Ben ölmeden açmayın!” dediği nakledilen vasiyetnamenin, – eğer bu tembih doğruysa- yalnızca hizmetlilerle alakalı olma­dığı anlaşılmaktadır.

İnceleyin:  Uydurma Dil Felaketi

Kılıç Ali’nin ölümünden sonra evrak-ı metrukesi oğlu Alte- mur Kılıç’a intikal etmiş; daha doğrusu Kılıç Ali’nin o dönemki eşi, Altemur Kılıç’m evdeki bütün evrakları toplayıp gittiğini belirtmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla “ikinci vasiyetname” gizli ve ısrarlı bir seyahat yaşamaya devam etmiştir. Kılıç Ali’nin oğlu Altemur Kılıç, babasından kalan belgeleri gazeteci Hulûsi Tur­gut ile paylaşarak neşredilmesini sağlamıştır.

Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları adıyla neşredilen bu hatıratta ikinci bir vasiyete dair tek satır yer almaz. Bu durum, böyle bir vasiyetnamenin hiç mevcut olmadığını düşündürse de, Kılıç Ali’den rivayet edilen “ben ölmeden açmayın” ifadesi onun kasıtlı olarak hatıratta yer almadığını düşündürmekte ve varlığı ihtimalini devam ettirmektedir. Eğer bu nakil doğru ise, o takdirde Kılıç Ali’nin açıldığına şahit olmak istemediği ikinci vasiyet vardır ve yalnızca hizmetlilerin iaşesi, özlük hakları ve emeklilik ikramiyeleri gibi konuların ötesinde daha mühim ko­nuları havidir.[29]

Belki de bu vasiyeti Altemur Kılıç şahsî bir tasarrufla imha etmiş, Hulûsi Turgut ile hiç paylaşmamıştır. Çünkü onun böyle “aşırı korumacı” bir tavra sahip olduğu, Latife Hanım’m evrak­larının açılması mevzubahis olduğunda tekrar görülür. Nor­malde kendisiyle yahud babasıyla direk alakası olmadığı hâlde “evrakların açılmaması gerektiğini” kamuoyuna bildirmiştir.[30]

Mustafa Kemal’e yönelik sansürün bir diğer misali, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun (ö. 1974) kaleme aldığı Atatürk ese­rinde karşımıza çıkar. Atatürk’ün ölümü sonrasında kaleme alman eserin hem devlet eliyle neşri hem de “mahzurlu yanlan olup olmadığının tespiti için” İsmet İnönü ile görüşen Karaosmanoğlu, İnönü’nün bu girişimden memnun olmadığını bildi­rir. Aradan geçen birkaç senelik süre sonunda Haşan Ali Yücel (ö. 1961) ile birlikte son okuması yapılırken, Yücel’in “şu fıkra- ları çıkarsak, bu cümleleri başka şekle soksak” müdahalelerin­den anlar ki aslında bu sansürün sahibi İsmet Paşa’dır.[31] Niha­yetinde Mustafa Kemal de “kendince” onu korumak isteyenler tarafından sık sık sansüre maruz bırakılmıştır.32 Fakat bu işler hep böyledir bir yerde adalet zedelendiğinde, belki biraz zaman alır ama adaletsizlik döner dolaşır ve muhakkak adaleti zedeleyenleri de vurur.

Dikkat edilirse şimdiye değin adı anılan hemen tüm isim­ler hem Mustafa Kemal’in yakınında yer bulan hem de Cum­huriyetin kuruluş sürecinde etkin vazifeler alan tanıdık si­malardır. Yani devrim -evvela ve yine- önce kendi evlatlarını hırpalamıştır, diyebiliriz.

Bilindiği üzere 5816 sayılı kanun aynı zamanda heykel, büst, abideleri korumayı da ihtiva ediyordu. Çünkü bunlar da Atatürk’ün hatırasının mütemmim cüzleriydi. Peki bu türden bir korumanın 5816 sayılı kanun öncesi mazisi var mıydı? Bel­ki biraz da ona bakmak lazım fakat bu mesele ayn bir yazının konusu olmayı hak eder. Biz burada meselenin bu yönüne dair bir iki misale temas edip geçeceğiz. Devammı kaleme almak belki başka zamana belki de başkalarına nasip olur.

1930’lı yılların ortasında, Heykeltıraş Münir Hayri Ege- li’den (ö. 1970) bir Mustafa Kemal heykeli sipariş edilir. Heykel tamamlanır ama ortalıkta, Rusya’dan gelen heykeltıraşın hey­keli Lenin’e benzettiği konusunda bir fısıltı dolaşmaya başlar. Sanat galerisinin açılışına Gazi’de iştirak eder ve gelir gelmez malum heykelin yerini sorar. Heykelin karşısına geçip “Kim yaptı bunu?” der. Münir Hayri “Ben, efendim” diye cevap verir. Reisicumhur “Yaptığın gibi yık bunu!” der ve galeriden ayrılır. Heykel yıkılır. Tabi mesele sadece heykelin imhasıyla kalmaz. Münir Hayri Egeli’nin CHP bünyesinde kurduğu Sanat Propa­ganda Servisi lağvedilir. Yine Egeli’nin maarifteki görevine son verilerek Gaziantep Lisesi’ne öğretmen olarak atanır…

Yine 1930 yılında, bu defa 12 Ağustos’ta gerçekleşen Ser­best Fırka*nın İzmir’deki mitingiyle başlayan hareketlilikler arasında yaşanan bir vaka kayıtlara yansır. Serbest Fırka yanlı­larından bir grup mitingin de coşkusuyla İzmir’de bazı Atatürk posterlerini yırtarlar. Tabi ilgili şahıslar, poster yırtmanın âdil karşılığı olarak yakalanıp hapse tıkılmışlardır.[33]

Mustafa Kemal Paşa’nm 10 Kasım 1938 tarihindeki irtiha- linden sonra bir sakinlik yaşanır. Fakat Kemalist zümre, Paşa hakkındaki beyan ve uygulamaların azılı takipçisi olmaya de­vam eder. Mardin milletvekili Kâmil Boran’ın (ö. 1988) 1951 yılında, “Atatürk’ün ölümünden 1950 yılına kadar gerek onun manevî varlığını gerekse resim, heykel ve büstlerine karşı ne gibi tecavüzlerde bulunulduğunu” öğrenmek üzerine verdiği soru önergesine dönemin İçişleri Bakanı Halil Özyörük’ün (ö. 1960) verdiği cevapta “1942-1949 senesine kadar hiçbir tecavü­zün vâki olmadığı”[34] söylenmişse de bu doğru görünmemek­tedir. “Tecavüz” addedüen işler olmuş, tepkiler ve baskılar da gösterilmiştir. Meselâ, 11 Ocak 1947 tarihli Vakit gazetesinde, Peyami Safa’nm Bakışlar başlıklı sütununda yer alan “Niçin Sustular?” yazısı, birkaç tecavüzün haykırışıdır.

“Demokratların kongresinde, partinin müfettişlerin­den biri, bu memleketin 23 seneden beri kızıl bir sul­tanın emri altında sevk ve idare edildiğini söylemiş.

Kızıl sultan Atatürk’tür.

Bir ânda bütün kongrenin şahlanmasını, ayağa kal­kıp “sözünü geri al!…” diye haykırmasını ve iftirayı savuran adam sözünü geri almazsa, onu kürsüden indirip derhal kapı dışarı atmasını beklerdiniz değil mi? Hayır! Atatürk’ün Ankara’sında, bütün mevkiini ve şöhretini Atatürk’e borçlu Celal Bayar’ın açtığı demokratların kongresinde, bir tek vatan evladı çıkıp da bu iddiayı reddetmemiştir.İkrardan geldiği şüphesini uyandıran sükuti içinde hatibi dinlemişler.

Niçin sustular?

Siz onların susmalarına şaşınız,biz nasıl olup da ha­tibi alkışlamadıklarına hayret edelim. Çünkü yine Ankara’da ve demokratların bir toplantısında, bir kadın. Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözü­nü milli hafızadan silip “Ne mutlu demokratım diye­ne” sözünü onun yerine geçirmek istediği zaman Ce­lal Bayar ve arkadaşları bu hezeyanı alkışlamışlardı.

Yine Ankara’da Demokrat Parti’nin bir şubesi açılır­ken, Celal Bayar, sahici demokrasiyi memlekete ken­dilerinin getirdiğini söylediği zaman demokratlar bunu da alkışlamışlardı.

Yine Ankara’da ve iki gün önce bu kongrede, Celal Bayar, kendi partisinin Türk tarihinde bir çağ, evet, bir çağ açtığını ve böylece, zımnen, sahici Türk in­kılâbının yeni başladığım söylerken, Atatürk hak­kında kullandığı bazı cemile sözlerine rağmen, onun inkılâbını azımsamış ve alkışlanmıştı.

Artık bütün bu imaları açığa vurmak ve baklayı ağız­dan çıkarmak lazımdı. Bunu da Demokrat Parti’nin müfettişi yaptı ve Ata’nın hatırası üstüne “Kızıl Sul­tan” damgasını yapıştırdı. Ve bakınız, İzmir gençliği­nin ve bazı gazetelerin galeyanına rağmen, demok­ratlar bu sözü protesto etmiş değillerdir. Celal Bayar da susmuştur. Niçin susmasın? “Kızıl Sultan” artık sağ değildir ve onu başbakanlığa getiremez!”

Yakın mazinin dramatik tarihi, tarihi malzemenin şehadet ettiği üzere, Mustafa Kemal Paşa’nın henüz sağlığında 5816’yı aslında bizzat kendisi doğurmuş ve farklı mecralarda büyütmüştür. Misalde kesrete hâlâ hacet var mı bilmiyorum ama şunu biliyorum; Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hak­kında Kanun aslında, Mustafa Kemal’in otoriterleşme imkânı bulup hatta akabinde totaliter bir yönetim fırsatı yakaladığı dönemden itibaren -gayri resmî surette de olsa- hep tedavülde olmuştur. Eğer ki bu koruma tavrı, hakaret ve iftiraya dönük olsaydı da farklı görüşlerle eleştirileri kapsamasaydı, o takdir­de elbette meşru bir hak addedilirdi. Lâkin bu sınır hiçbir vakit muhafaza edilmedi, sık sık ihlal edildi. Dolayısıyla ilgili kanuna yaslanılarak yaşatılanlar da ne hazin ki tarihimizin sancı se­bepleri arasmda yerini aldı, halen alıyor ve bu gidişle daha da uzun vakitler alacak gibi.

Melikşah Sezen – Mayınlı Arazide Gece Yürüyüşü,syf:11-36

Dipnotlar:

[1] Tek parti döneminde, istibdat dönemi olarak nitelenen safhadaki po­litik mizah hareketliliğinden eser kalmaz. Mizah yayınları tarihine yönelik Muhalefet Defteri isimli eserdeki şu tespit, dönüşümdeki çar­pıcılığı fark etmemiz açısından kıymetlidir: “1923-1950 yılları ara­sında yayımlanan mizah dergilerinin ortak özelliği CHP’nin tek par­ti iktidarını eleştirmemeleri, daha doğrusu eleştirememeleri veya aktif olarak bu partiyi desteklemeleridir.’’ Levent Cantek & Levent Gönenç, Muhalefet Defteri: Türkiye’de Mizah Dergileri ve Karikatür, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, 2023, s. 13.

[2] Konu hakkında geniş bilgi için bkz. Fatmagül Demirel, II. Abdülha- mid Döneminde Sansür, İstanbul: Bağlam, 2. Basım, 2020.

[3] Server R. İskit, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, İs­tanbul: Devlet Basımevi, 1939, s. 154.

[4] Devlet Arşivleri Başkanlığı Cumhuriyet Arşivi, Kurum: Muamelat Ge­nel Müdürlüğü (30-10-0-0), Yer Bilgisi: 86-570-4.

[5] İlgili eser 2015 senesinde ülkemizde tekrar neşir imkânı yakalamış­tır. Bkz. Manavoğlu Nevres Bey, Kemalizmin İç Yüzü, (haz.) Ömer Ha­kan Özalp, İstanbul: Derin Tarih Kültür, 2015.

[6] Bu dönemde yükselişe geçen sansür politikası sebebiyle Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nde başkanlık vazifesini icra eden M. Zekeriya Sertel (ö. 1980) makamından istifa etmek durumunda kalmıştır. Bkz. Yıldız Sertel, Susmayan Adam: Babam Gazeteci Zekeriya Sertel, İstan­bul: Can, 2018, s, 90-91,

7 Hilafetin ilgası münasebetiyle yöneltilen tenkitlerin sayısı oldukça kabarıktır. Dolayısıyla sadece bu sebebe müstenit yasaklamaların sayısı da son derece fazladır. Konu hakkında geniş bilgi için bkz. Deniz Güner, Sansür ve İktidar: Cumhuriyet Dönemi Tehdit Algıları, İstanbul: Yeditepe, 2015,

[8] Bazı resmî kayıtlarda eserin ismi Kırbaç olarak da zikredilmektedir. Bkz. Devlet Arşivleri Başkanlığı Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Ku­rum: Kararlar Daire Başkanlığı (30-18-1-1), Yer Bilgisi: 11-49-3.

[9] Mustafa Özbey, Hülya Baykal, Tan Baykal, Basın Yönetiminde Sansür: Mütareke Dönemi, Ankara: Minel, 2016, s. 26.

[10] Mete Tunçay, Eleştirel Tarih Yazıları, İstanbul: Liberte, 3. Baskı 2012,6.136.

[11] “CHF Genel Başkanı ve Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal kendisini, halk olarak, millet olarak görmektedir. CHF Genel Başkanı ve Cum­hurreisi Gazi Mustafa Kemal, milleti oluşturan fertlerin teker teker toplamınm meydana getirdiği bütüne eşittir. Halkın, milletin bizzat kendisidir. Böyle olunca, halkın, milleti meydana getiren fertlerin reyini teker teker sormaya gerek yoktur. Halkın iradesi, millî ira­de, CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal’de tecelli ettiğine göre, onda somutlaşmış olduğuna göre, sadece onun iradesinin tecellisi­ne bakmak yeter.” İsmail Beşikçi, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Tüzü­ğü (1927) ve Kürt Sorunu, İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı, 2013, s. 72.

[12] Gazeteci M. Zekeriya Sertel’in 27 Temmuz 1930 tarihinde Son Pos­ta’ da yer alan “Boğuluyoruz, Biraz Hava İstiyoruz!” ve 1 Ağustos 1930’daki “Neden Korkuyoruz?” başlıklı yazıları, basma yönelik baskı ve sansürden artık âdeta isyan eden muhtelit yazılardan iki sidir. Yıldız Sertel, Susmayan Adam: Babam Gazeteci Zekeriya Sercel, s. 142-144.

[13] Mustafa Yılmaz & Yasemin Doğaner, Cumhuriyet Döneminde Sansür (1923-1973), Ankara: Siyasal, 2007, s. 137.

[14] Bkz. Sadi Borak (haz.), Armstrong’dan Bozkurt Mustafa Kemal ve İf­tiralara Cevap, İstanbul, 1955.

[15] İşin garibi, tam da bu yıllarda Mustafa Kemal Paşa da kendisinin yurt içinde ve dışında diktatör olarak göründüğünü bildiğini yakın çevresiyle paylaşır. “Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dicta- teur manzarasıdır. Vakıa bir meclis vardır fakat dahil ve hariçte bize dictateur nazarıyla bakıyorlar”, “ben öldükten sonra arkamda kalacak olan müessese bir istibdat müessesesidir.” Osman Okyar & Mehmet Seyltdanlıoğlu, Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye: Fethi Okyar ın Anıları, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür, 10 Baskı 2024 s. 103404.

[16] Son Posta Gazetesi’nin 18 Mayıs 1933 tarihli neşrinde, Kâzım Kara- bekir’in mektuplarım neden kestiğine dair şöyle bir izahat yer alır: “Siirt mebusu Mahmut Bey bugün neşrettiği bir fıkrada Kâzım Ka­rabekir Paşa’nm mektuplarmı niçin kestiğini izah etmektedir. “Kâ­zım Karabekir Paşa Hazretlerinin tarihî hakikatleri aydınlatmak için değil, daha ziyade şahsî propagandası için günlerdenberi yaz­dığı mektuplar neşrediliyordu” diye başlayan bu mektupta Mahmut Bey, Kâzım Karabekir Paşa’nm mektuplarını 15 numaralı vesikada­ki bir fıkranın gazeteye konulmadığı için kestiğini bildiriyor.”

[17] Gerçi Karabekir yıllar önce “Meclis kürsüsüne çıkıp ikide bir göz­lerini cumhurbaşkanlığı locasında oturan Mustafa Kemal Paşa ya çıkarmak imkânını bırakmadınız. Söz hürriyeti bir şu kürsüye in­hisar etmiş bulunuyordu; yarın buradan konuşmak hakkından da mahrum olacağız” demişti ve âdeta başına gelecekleri evvelden bil­mişti. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, İstanbul: İleti­şim, 10. Baskı, 2021, s. 75.

[18] Bkz. Akşam Gazetesi, 11 Mayıs 1933, s. 1-2,12 Mayıs 1933, s. 1-2,13 Mayıs 1933, s. 1-2, 14 Mayıs 1933, s. 1-2,15 Mayıs 1933, s. 1-2; Son Posta Gazetesi, 19 Mayıs 1933, s. 7, 9,20 Mayıs 1933, s. 8.

[19] Mustafa Kemal Atatürk, Hatıratlarla Karşılaştırmalı Nutuk, (haz.) Heyet, İstanbul: Kültür A.Ş., 2. Baskı, 2020, s.288-291 374-378 859- 862.

[20] Cemil Koçak, “Tek Parti Yönetimi, Kemalizm ve Şetlık shu iiu ı K-m
Şef/Millî Şef”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, İstanbul iici ?10.Baskı, 2021, II, s. 136.

[21] İstiklal Harbimiz eserinin nâşiri Tahsin Demiray’ın hayat hikâyesi de dikkate değerdir. Bkz. Mustafa Armağan, Paşaların Hesaplaşma­sı, İstanbul: Ketebe, 2020, s. 55-59.

[22] Murat Bardakçı, Bir Devlet Operasyonu: 19 Mayıs, İstanbul: Turku­vaz,4. Baskı, 2023, s. 25,55,

[23] Hulûsi Turgut (der.), Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, İstan­bul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 28. Baskı, 2023, s. 307.

[24] Uğur Mumcu, Kâzım Karabekir Anlatıyor, Ankara: Umag, 35. Baskı, 2023, s. vu.

[25] Eser tam metin olarak Almanya’da ancak 1982 yılında Kadir Mı- sıroğlu (ö. 2019) tarafindan neşredilebilmiştir. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, I-IV, Almanya: Heidi Schmit, 1982. Türkiye’de hâlen tam metni yasaklıdır. Eserin Türkiye’de gerçekleşen neşirleri ciddi oran­da sansürlüdür.

[26] Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Bera­ber, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 7. Baskı, 2022,1, s. 72-73.

[27] Mehmet S. Bozok, Seryaver Salih Bozok, İstanbul: Nemesis, 2023, s. 11.

[28] Cemal Granda, Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri, Ankara: Gufo, 2023,

[29] Milliyet gazetesinin Yakın Tarihimiz isimli kültür ekinde (Fasikül 3) yer alan Emest Hemingvvay’ın “İnönü Büyükelçi Yapılıp Washing- ton’a Atanacaktı” başlıklı haberinde yer bulan Haşan Rıza Soyak’ın (ö. 1970) beyanına göre, Mustafa Kemal’in bir de sözlü olarak bı­raktığı başka bir vasiyet daha mevcuttur. İçeriği siyasîdir ve ken­disinden sonraki cumhurbaşkanına dairdir. Fakat bu sözlü vasiyet iddiası kabul görmemiş, hayata geçirilmemiştir.

[30] İpek Çalışlar, Latife Hanım, İstanbul: Doğan Kitap, 2006, s. 471.

[31] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, s. 140-141.

32 Başka misalim için bkz. Cemil Koçak, Geçmişiniz İtinayla remiz. leııa İstanbul: İletişim, 10. Baskı, 2022, s. 29 vd.

[33] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, s. 99.

[34] TBMM Tutanak Dergisi, 9. Dönem, 6. Cilt, 69. Birleşim, 27.04.1951, s. 288-289.      *