Tecelli Türleri
Necmeddin-i Dâye
çev. Halil Baltacı
Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu ve dindarlık tarzı olarak kurumlaştığı dönemin başlangıcında kaleme aldığı Mirsadül-ibâd adlı eserinde, tarikat hayatının kişi üzerindeki dönüştürücü etkisini anlatması ve yorumlamasıyla dikkat çeker. Tasavvufî yaşantı dolayısıyla varlık, bilgi ve ahlak bakımından kişinin kemale erdirme süreci sayılan seyrüsülûk, bu anlatıma göre insanın Allah’a yönelik hareketliliği dolayısıyla edindiği tecrübelerden oluşur. Söz konusu tecrübelerin önemli bir kısmı İlâhî isimlerin dolaysız etkinliği ve insanın bilişsel yönlerini tamamlamasıyla ilgilidir. Bu noktada İlâhî isimlerin İnsanî açıdan birtakım nihaî göstergelerini öne çıkararak seyrüsülûke ilişkin farkındalık sağlama amaçlı anlatımlar kendi içerisinde yer yer felsefî mirasla bütünleşen bir birikim ortaya çıkmasına yol açmıştır. Dâye’nin metni İlâhî isim ve sıfatlar hakkında konuşmanın tasavvuf bağlamında seyrüsülûkle ilgili olarak tamamlayıcı temalarından birini sunmaktadır Dâye, bu metninde tasavvufî tecrübenin kökenindeki nebevî özü yansıtma amacıyla Allah’ın peygamberlere özel muameleleri ile İlâhî isimlerin tecellileri arasında bağ kurar. Onun anlatımı söz konusu nebevî özle sûfîlerin halleri arasında tecelli açısından süreklilik bulunduğu yönündedir. Bu noktada tecelli kavramı insanı etkisine alan ve Allah karşısında edilgenliğin son noktasına taşıyan bir kavrama dönüşür. Böylece İlâhî isimlerin varlık, bilgi ve ahlak bakımından etkinlikleri ifadesini bulmuş sayılır. [M. Nedim Tan]
İlâhlık ve Rablik Tecellileri: Celâl ve Cemal
Hazret-i Hakk’ın tecellisi; zât ve sıfat olmak üzere iki şekilde olur. Zât tecellisi de ulûhiyet tecellisi ve rubûbiyet tecellisi olmak üzere iki çeşittir. Rubûbiyet tecellisi Hz. Musa’da (a.s.) gerçekleşti. Dağ onun bağımlısıydı (tufeyl), o dağın değil. “Derken Rabbi dağa tecelli buyurunca, onu un ufak (toz duman) ediverdi. Musa da baygın düştü” (A‘râf 7:143) Tecelliden dağın nasibi un ufak olmak, Musa’nın (a.s.) nasibi ise bayılmak oldu. Hak Teâlâ rubûbiyetiyle tecelli edince Musa (a.s.) ve dağın varlıkları yok olmadı, fakat dağ parça parça oldu, Musa (a.s.) ise baygın düştü. Hazret-i Rubûbiyet, terbiye edici ve koruyucu olduğundan onların varlığım bâki olarak bıraktı.
Ulûhiyet tecellisi Hz. Muhammed’de (s.a.) gerçekleşti. Hz. Muhammed (s.a.), kendi varlığının yağma edilmesine karşılık “Her halde sana be/at edenler ancak Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir” (Fetih 48:10) hakikatiyle Zât-ı ulûhiyetin vücuduyla varlık kazandı. Böyle yüce bir mutluluk başka hiçbir peygambere nasip olmamıştır. Sadece “onun harmanından başak devşirene” bu şerefi lâyık görmüşlerdir ki bu harmandan başak devşirmiştir. Bu hakikat şu şekilde dile getirilmiştir: “Kulum bana nafile ibadetlerle de yaklaşır. Nihayet onu severim; bir kere de onu sevdim mi, artık ben o kulumun işittiği kulağı, göreceği gözü, şiddetle kavrayacağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum.”[1] Bu mutluluk Zât-ı ulûhiyet tecellisinin özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Sıfatlar tecellisi de cemal sıfatlar tecellisi ile celâl sıfatlar tecellisi olmak üzere iki çeşittir. Cemal sıfatlar tecellisi de benzer şekilde zâtî sıfatlar ile fiilî sıfatlar olmak üzere; zâtî sıfatlar tecellisi de nefsî ve manevî sıfatlar olmak üzere iki çeşittir. Nefsî sıfatlar, sadece Zât-ı Bârî’ye delâlet eden ve ondan haber veren sıfatlardır. Bunlar vücûd, vahdâniyyet ve kıyâm bi-nefsihî gibi sıfatlar olup zâttan başkasına delâlet etmezler. Mesela Allah Teâlâ vücûd sıfatı ile tecelli ettiğinde bu tecelli, Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Varlıkta Allah’tan başkası yoktur” sözünü iktizâ eder. Vahdâniyet sıfatı ile tecelli ederse Ebû Sa‘îd el-Harrâz’m “Cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur” cümlesini iktizâ eder. Benzer şekilde kıyâm bi-nefsihî sıfatıyla tecelli edecek olursa da Bâyezîd-i Bistâmî’nin “Kendimi teşbih ederim, şanım ne yücedir” sözü tahakkuk eder.
Manevî sıfatlar zâtın üzerine zait olan bir manaya delâlet eden ve ondan haber veren sıfatlardır. Bunların ilim, kudret, irade, sem‘, basar, hayat, kelâm, bekâ gibi sıfatlar olduğunu söyleyebiliriz. Allah Teâlâ alîm sıfatıyla tecelli ederse, Hz. Hızır’da olduğu gibi “Ona ledünnümüzden bir ilim öğretmiştik” (Kehf 18:65) âyetiyle işaret edilen ledün ilmi meydana gelir. Kudret sıfatıyla tecelli ettiğinde, Hz. Muhammed’de (s.a.) olduğu gibi; “Attığın vakit de sen atmadın ve lâkin Allah attı” (Enfâl 8:17) âyetinde işaret edildiği şekilde bir avuç toprakla düşman askerini hezimete uğratır. Allah mürîd sıfatıyla tecelli ettiğinde, Ebû Osmân Hîrî’nin “Otuz yıldır biz her ne dilemişsek Allah da onu dilemiştir” sözü tahakkuk eder. Eğer sem‘ sıfatıyla tecelli ederse, Süleyman peygamberin (a.s.) karıncaların sesini işitmesi gerçekleşir. “Bir karınca şöyle dedi: Ey karıncalar! Haydin meskenlerinize girin” (Nemi 27:18). Allah basar sıfatıyla tecelli ederse de musannifin söylediği şu sözler meydana gelir. Beyit:
Bu yüzden şimdi senin yüzüne ayna oldum,
Senin gözlerinden yine senin yüzüne bakmaktayım.
Bil ki, hakikatte insan, Hakk’ın zât ve sıfatlarının aynasıdır. Ayna gibi saf olduğunda Allah’tan tecelli eden her sıfatla mütecelli olur. Bu tecelli esnasmda aynada zahir olan her sıfat, aynanın değil, tecelli sahibinin tasarrufuyla gerçekleşir. Ayna saf olduğundan kendisinde zâhir olan aksi kabul etmekten başka bir şey yapamaz. İnsanın halife olmasımn sim, Allah’ın zât ve sıfatlarının hem muzhiri [gösteren] hem de mazhan [görünen] olmasındadır.
Allah Teâlâ eğer hayat sıfatıyla tecelli ederse Hızır ve İlyas’m bâki bir hayat kazanması; kelâm sıfatıyla tecelli buyurduğunda ise Hz. Musa (a.s.) ile konuşması vâki olur ki “Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu” (Nisâ 4:164) hitabı gelmiştir Kezâ Allah bekâ sıfatıyla mütecelli olduğunda, muktezâsı gereği insan benliğini ortadan kaldırarak Rabbânî sıfatlarını sabit kılar. Bu hakikati gösteren âyet şudur: “Allah dilediğini imha eder, dilediğini de yerinde bırakır” (Ra‘d 13:89). Bu nedenle Hallâc-ı Mansûr şöyle demiştir:
Benimle senin arandaki bu varlığım bana zahmet veriyor,
Kereminle aradan bu varlığımı kaldır!
Fiilî sıfatlara gelince, bunlar Hakk’ın halik, rezzâk, muhyı ve mümıt gibi sıfatlarıdır. Allah Teâlâ rezzâk sıfatıyla tecelli ettiğinde, Meryem’de (a.s.) olduğu gibi Hurmanın da dalını kendine doğru silkele, üzerine derilmiş taze hurmalar dökülsün (Meryem 19:25) hakikati ortaya çıkar. Halik sıfatıyla tecelli ettiğinde,İsa’da (a.s.) olduğu şekilde “Hani benim iznimle çamurdan kuş biçiminde bir şey yapıyordun, içine üflüyordun da benim iznim ile bir kuş oluveriyord.” (Mâide 5:110) gerçeği belirir. İhyâ sıfatıyla mütecelli olduğunda, Hz. İbrahim’de (a.s.) gerçekleştiği gibi “Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” (Bakara 2:260) sim gerçekleşir. Bu hakikat, aynı şekilde İsa (a.s.) için şu şekilde ortaya çıkmıştı: “Hani ölüleri benim iznimle diriltiyordun” (Mâide 5:110). İmâte [öldürme] sıfatıyla tecelli ettiğinde Bâyezid gibi olur. Ebû Türâb Nahşebî’nin bir müridine nazar edince bu kişi nârâ atarak can verdi. Böyle bir kimse kime kahırla baksa onu helâk eder. Bu sıfat her ne kadar fiilî sıfatlardan ise de celâl sıfatıyla da ilgisi vardır.
Celâl sıfatları da zâtî ve fiilî olmak üzere iki çeşittir. Fiilî celâl sıfatı imâte sıfatında biraz önce açıklandı. Fakat zât sıfatlardan bahsedilecek olursa bunlar ceberût ve azamût olmak üzere iki çeşittir. Allah Teâlâ ceberût sıfatlarla tecelli ettiğinde renksiz, şekilsiz, keyfiyetsiz, oldukça heybetli ve nihayeti olmayan bir nur zâhir olur. Başlangıçta panldamalar ile görülür ve hemen İnsanî sıfatları o anda yok ederek varlık eserlerini ortadan kaldırır, neredeyse fenâ haline bile şuuru kalmaz. Eğer sâlike gücünün yetmeyeceği şekilde “Rableri onlara tertemiz bir içki içirir” (İnsan 76:21) sâkisinin sunduğu tecelli kadehindeki celâl şarabından tek damla verilse, sâlik bu damlanın darbesiyle öyle sarsılır, vücûd şehrini öyle yağmalar ki kendi varlığı ve fenâsma dair şuuru kalmaz. Bayılma hali bundan ibarettir.
Azamet sıfatların tecellisi de aynı şekilde Hayy ve Kayyûm sıfatları olmak üzere iki çeşittir. Kibriyâ, azamet ve kahhârhk gibi Hayy ve Kayyûm sıfatları tecelli ettiğinde fenâul-fenâ ortaya çıkar. Bundan sonra bekâu’l-bekâ yüz gösterir. Böylece “Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir” (Nûr 24:35) âyetinde emir buyurulan nurun hakikati zâhir olur. Bu asla gizlilik kabul etmeyen bir zuhûr, batma kabul etmeyen bir doğuştur.
Cemal sıfatların tecellisinde bazen örtü bazen tecelli olur çünkü telvin makamıdır. Fakat celâl sıfat tecellileri söz konusu olduğunda, temkin makamından söz ettiğimiz için iki renklilik kalkmıştır. Fakat bu çok nadir görülen bir durumdur. Bir zaman Şeyh Ebû Sa‘îd [Ebu’l-Hayr], Şeyh Ebû Ali Dekkâk’m—Allah ruhlarını mukaddes eylesin— meclisinde bulunuyordu. Ebû Ali Dekkâk tecelli makamından bahsetmekteydi. Şeyh Ebû Sa’îd delikanlılık çağında hareketli bir gençti. Kalktı ve şöyle dedi: “Ey Şeyh bu hal devamlı mıdır?” Şeyh Ebû Ali Dekkâk ‘Terine otur, devamlı değildir” dedi. Ebû Sa‘îd ikinci defa kalktı ve şöyle dedi: “Bu hal devamlı mıdır?” O yine “Yerine otur, devamlı değildir” dedi. Ebû Sald bir saat oturdu ve üçüncü defa kalkıp “Ey Şeyh bu hal devamlı mıdır?” dedi. Şeyh Ebû Ali Dekkâk “Devamlı değildir, devamlı olması oldukça nadirdir” dedi. Şeyh Ebû Sa’îd bir nârâ attı, dönmeye başladı ve şöyle dedi: “işte bu o nadirattandır, işte bu o nadirattandır. Bu makamda imanla ilgili olan şeyler ıyân haline gelir, iyân ise ayrıda saklıdır. Bu makamda küfür ve iman itibarım kaybeder; ikilik, kavuşma ve aynlık ortadan kalkar. Bu makamda “Lâ ilâhe illallah” hakikati tecelli ederek varlık putu tamamen ortadan kalkar, vilâyet-i ulûhiyetin saltanatı kurulur. Bu hakikat, Hz. Muhammed’in (s.a.) velayetinde ortaya çıktığından dolayı Allah Te âlâ ona “Ey Muhammedi Bil ki, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” (Muhammed 47:16) buyurdu. Eğer bu makam müşâhede edilmeyecek olsaydı, “Lâ ilâhe illallah” hakikatinin marifeti ortaya çıkmayacaktı. “Günahından dolayı istiğfar et!” (Mü’min 40:55). Yani varlık günâhına istiğfar et. Varlığın, başka hiçbir şeyle kıyas edilemeyecek bir günahtır. Bu nedenle Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Kalbimi bazen örtü bürür bu sebeple günde yetmiş kere Allah’a istiğfar ederim.”[2] Yani halka karışmak ve peygamberlik tebliği ve beşerî işlerle meşguliyetten dolayı her an çokluk oluyor, bulut gibi hakikat güneşini kapatıyor. Ben bu duruma engel olmak için günde yetmiş defa istiğfar ediyorum.
Öte yandan kibriyâ, azamet ve kahhâr sıfatları, sâlikin velâyetinde tecelli ettiğinde sâlik daha önce bulduğu her şeyini kaybeder. Bunun yerim hayret ve dehşet doldurur. İlim ve marifetle, cehalet ve belirsizlik yer değiştirir. Efendimiz (s.a) bu makamda “Rabbim! Benim ilmimi artır” (Tâhâ 20:114) sözlerinden sonra, “Ey hayret sahiplerinin delili, hayretimi arttır”[3] virdini söylemeye başladı. Sâlik bu makamda denize benzer, bütün varlığı bu hadiste gark olur, ama dili susuzluktan damağına yapışır.
Allah Teâlâ’nm kibriyâ, azamet ve kahhâr sıfatıyla tecellisi, kıyamet gününde olur. Kahhârlık sıfatının tecellisinin eserlerinin resmini O nun zâtından başka her şey helak olucudur” (Kasas 28:88) sırrıyla mevcudâtın alnına çizer. Bugün mülk kimindir?” (Mü’min 40:16) nidası yükselir, soranlar da cevap verenler de ulûhiyet sıfatının gereği olarak Allah’a “Kahhâr olan tek Allah indir (Mü min 40:16) diye cevap verirler. Benden ya da senden değil bizzat kendisinden işitsin: “Bugün mülk kimindir? Vâhid, kahhâr olan Allah’ındır” (Mü’min 40:16).
Bil ki müşâhede, mükâşefe ve tecelli arasında her sâlikin vâkıf olamadığı, zor ayırt edilebilen ince bir fark vardır. Şu kadarım söyleyebiliriz ki müşâhede tecelli ile ve tecelli olmaksızın vâki olur. Tecelli de aynı şekilde müşâhede ile ya da müşâhede olmaksızın olabilir. Hakikî tecelli, müşâhede olmaksızın tecellinin şuurunda olmaktır. Çünkü “müşâhede” “müfâale” bâbından olduğu için ikiliği iktizâ eder. Hakikî tecelli ikiliği kaldırarak vahdeti ispat eder. Müşahede ve tecelli mükâşefesiz olamazlar, fakat mükâşefe; müşahede ve tecellisiz olabilir. En doğrusunu Allah bilir.
Efendimiz’in (s.a.) “Allah Âdem’i yarattı ve onda tecelli etti.”[4] hadisine gelince, burada Âdem’e olan tecelli, zât ve bütün sıfatlarla, zuhûr değil izhâr manasındaki tecellidir. Burada müşâhede ve şuur yoktur, sıfatların izhâr edilmesi vardır. “Ona ruhumdan üflediğim zaman…” (Hicr 15:29, Sâd 38:72) sımnca ruhun Âdem’e üflenmesi vaktinde, Allah’ın nefti etme işini “rwM/nıhum” ifadesiyle kendi ruhuna izafe etme şerefiyle, Âdem’in tabiatına iki keramet konulmuştur. Bunlardan birincisi tecelli sim, İkincisi “Allah Âdem’e bütün isimleri, öğretti” (Bakara 2:31) hakikatince esma ilmidir. “And olsun ki, biz Âdemoğullarını şerefli kıldık” (İsrâ 17:70) ifadesi, Âdem’in yaratılışında gizlenen bu iki saadet tohumuna işaret eder. “O benim iki elimle yarattığım…” (Sâd 38:75) buyruğu da bu iki asla delâlet eder. Aslında hilafetin hakikati, Allah’ın zât ve bütün sıfatıyla onda tecelli etmesidir. Böylece bütün sıfatlar insanda toplanmış oldu. Meleklerin secdeyle emredilmelerinin sebebi de budur. Allah Âdem’de tecelli ettiğinden dolayı secde gerçekte Âdem’e yapılmış değildir. Oraya doğru yönelsek bile bugünkü secdemiz de kıbleye ve Kâbe’ye değil doğruca evin sahibi olan Allah’adır. Âdem evinin sahibi de Allah’tı. Fakat İblis tek gözlüydü. O tek göz evi gördü, diğeri kör olduğundan dolayı evin sahibini göremedi, lanetlendi. Çünkü “Her nâkıs melundur” denilmiştir.
Başlangıçta tecelli tohumu her ne kadar Âdem’in hamuruna ekilmişse de ancak Hz. Musa’nın velâyetinde yeşermiş, Hz. Muhammed’in (s.a.) velâyetiyle meyve olarak kemale erişmiştir. Dünyanın sonuna belki ebediyetlere kadar, bu mutluluk harmanından başak devşirenler onun bu saadetli meyvesini yemektedirler. Bu nedenle “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl panldayacaktır. Rablerine bakacaklardır” (İnsan 75:22-23) buyurulmuştur.
Editörler:Nail Okuyucu,Rahim Acar,Osman Demir – Din Felsefesinin Ana Konuları,c.4,syf:463-468
Dipnotlar:
- Kaynak metin: Necmeddin-i Dâye, Mire&düUb&d mine’l-mebde’ ile’l-me’âd: Başlangıçtan. Nihayete Allah m Kullarının Yolu, çev. Halil Baltacı, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2021, s. 213-218.
[1] Buhârî, “Rikâk”, 38.
2.Müslim, “Zikir”, 41; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 26.
3.Daha çok tasavvuf metinlerinde aktanlnuşhr; Ebû Abdurrahmân es-Sülemî Tabakâtu’s-Sû- fiyye, nşr. Nûreddın Şenbe, Kâhire:. Mektebetü’l-hancî 1986 s 380- AM«1V – “er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, nar Enes Mnham j a j ’ ■ • 80, Abdulkenm el-Kuşeyn, 474. ‘
neS Muhammed Adnân eş-Şerfâvi, Cidde; Dâru’l-minhâc. 2017,
[4] Müellif burada “suret hadisi”ni tecelli bağlamında işleyerek ibarede kısmî bir değişiklik yapmış gözükmektedir; krş. Buhârî, “İsti’zân”, 1; Müslim, “Birr”, 32.