Varlık Mertebeleri ve Te’vil

indir-2-1 Varlık Mertebeleri ve Te’vil

 

Gazzâlî

[*]

çev. Mahmut Kaya

Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki sının belirle­meyi hedefleyen aşağıdaki metinde Gazzâlî (ö. 505/1111), ilk olarak küfrü, Hz. Peygamberin yalanlanması olarak tanımlamakta, ancak Arkaların bir­birlerini Hz. Peygamberi yalanlamakla suçladıkları olgusu karşısında, onun sözlerinin hangi düzeylerde anlaşılabileceğini tayin etmek üzere varlığı beşli bir tasnife tâbi tutmaktadır: özsel, duyusal, hayalî, aklî ve benzer. Bu tasnifi, örnek nasları dikkate alarak açıklayan Gazzâlî’ye göre bir nassı bu varlık mertebelerinden biri yoluyla anlayan kimse, Hz. Peygamberi doğruladığı için tekfir edilemez. Ancak herhangi bir nassı değerlendirirken birinci varlık mer­tebesinden işe başlanmalı; o mertebede anlamanın aklî bir imkânsızlık do­ğurduğu durumda İkinciye, onun da bir imkânsızlığa yol açması durumunda sırasıyla diğer varlık mertebelerine doğru hareket edilmelidir. Gazzâlî, filo­zoflar tarafından dinin temel esasları hakkında yapılan te’villeri ise söz ko­nusu aklî imkânsızlık şartına bağlı olmadığı için reddetmekte ve onları tekfir konusunda Tehâfütii’l-felâsife’le verdiği hükmü burada da sürdürmektedir. [M. Cüneyt Kaya]

Fasıl: Belki de sen mukallitler sınıfının sınırlarını belirlemede karşılaştığın çe­lişkinin ardından küfrün tanımını bilmek istiyorsundur. Bilesin ki, bunu açık­lamak uzun sürer, ayrıca anlaşılması da zordur. Ancak ben sana, incelemenin merkezine yerleştirmen, farklı grupları tekfir etmekten, yöntemleri farklı olsa da “Allah’tan başka ilâh yoktur; Muhammed Allah’ın rasûlüdür” sözüne samimi­yetle ve hiçbir çelişkiye düşmeden sıkıca bağlı kaldıkları sürece Müslümanlara dil uzatmaktan seni koruması için doğru, her durumda sonuç veren (muttaride mün’akise)1 bir gösterge (alâmet) vereceğim.

Derim ki, küfür, Rasûlullah’ın (s.a.) getirdiği bir şeyi yalanlamaktır. İman ise onun getirdiği her şeyi doğrulamaktır. Buna göre Yahudi ve Hıristiyan, Rasûlullah’ı yalanladıktan için kâfirdir. Brahman ise haydi haydi kâfir sayılır, çünkü peygamberimizle birlikte diğer peygamberleri de inkâr etmektedir. Deh- rî de kâfir olarak nitelenmeye daha lâyıktır, çünkü o hem peygamberleri hem de peygamberleri gönderen [Allah’ı] inkâr etmektedir. Evet, bu böyledir, zira küfür, kölelik ve özgürlük gibi dinî/fıkhî (şeri) bir hükümdür. Küfrün sonucu ise [tekfir edilen kimsenin dünyada] kammn [dökülmesinin] helal hale gelmesi, [âhirette] ise ebedî olarak cehennemde kalmasına hükmedilmesidir. Bunun dinî bir dayanağı vardır ki, o da ya nas veya nas üzerine yapılan kıyastır. Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında zaten naslar bulunmaktadır. Brahmanlar, Maniheistler, zındıklar ve dehrîler ise bunlara dâhil edilmeyi haydi haydi [hak etmektedir]. Bunların hepsi müşriktir, çünkü peygamberleri yalanmaktadırlar. Her kâfir peygamberleri yalanlar. [Peygamberleri] yalanlayan herkes kâfirdir. İşte bu, her durumda sonuç veren bir göstergedir.

Fasıl: Bilmelisin ki, bu anlattığım açık olmakla birlikte altında derin bir kısım vardır, hatta altı alabildiğine derindir. Çünkü her grup karşıt grubu kâfir saymakta ve onu Rasûlullah’ı yalanlamakla itham etmektedir. Mesela bir Han- belî, yüce Allah’ın üstte (fevk) oluşu[2] ve arşa istiva edişini olumlamada, [fakat] Rasûlullah’ı yalanladığı iddiasıyla bir Eş‘arîyi tekfir etmektedir. Bir Eş‘arî de O’nun bir benzerinin olmamasından hareketle [Allah’ı yaratıklara] benzettiği ve Rasûlullah’ı yalanladığı iddiasıyla bir Hanbelîyi tekfir etmektedir. Diğer yan­dan bir Eş‘arî, Allah’ı görmenin imkânı ve O’nun hakkında ilim, kudret ve diğer sıfatları olumlama noktasında Rasûlullah’ı yalanladığı iddiasıyla bir Mu‘tezilîyi tekfir etmektedir. Bir Mu’tezilî de sıfatlan olumlamanın ezelî olan varlıkların sayısını çoğaltacağı ve tevhid konusunda Rasûlullah’ı yalanlama anlamına gel­diği iddiasıyla bir Eş‘arîyi tekfir etmektedir. Seni bu tehlikeden ancak yalanla­ma ve doğrulamanın tarifini ve bunların gerçekte ne ifade ettiğini bilmen kur­tarır. Bu sayede senin açından bu grupların birbirini tekfir etmede nasıl aşın gittikleri açıklık kazanmış olur.

Derim ki, doğrulama bir yargıya {haber) ulaşmaktan ibarettir ve doğrulama­ma gerçekliği, Hz. Peygamberin (s.a.) var olduğunu haber verdiği şeyin varlığım kabul etmektir. Ancak varlığın beş mertebesi vardır. Bu mertebelerin bilinme­mesi sebebiyle her grup kendi muhalifini yalancılıkla suçlamaktadır. Varlığın [söz konusu mertebeleri şunlardır]: Özsel {zâtı), duyusal {hissi), hayalî, aklî ve benzer {şibhî). Bir kimse Hz. Peygamberin var olduğunu haber verdiği bir şeyin varlığını bu beş mertebeden biriyle kabul ederse mutlak anlamda yalanlayıcı olarak değerlendirilemez. Şimdi biz bu beş varlık mertebesini açıklayalım ve te’vil noktasındaki örneklerini verelim.

-Özsel {zâtı) varlık, duyunun ve aklın dışında bulunan gerçek varlıktır. Şu var ki, duyu ve akıl onun suretini alır ve bu, “algı” {idrâk) olarak isimlendirilir. Göğün, yeryüzünün, hayvan ve bitkilerin varlığı böyledir. Bu [varlık mertebesi] apaçıktır, hatta çoğu kimsenin, varlığın bundan başka anlamının bulunmadığını kabul ettiği derecede yaygındır.

-Duyusal varlık, gözün dışında bir varlığı bulunmayıp gözün görme gü­cünde beliren varlık O duyuda vardır ve duyumsayana özgüdür, bir başkasının o [duyumsamayı] paylaşması mümkün değildir. Mesela uyuyan kimsenin uykusunda gördüğü şey, hatta uyanık durumdaki hastanın gördüğü şeyler bu kapsamdadır. Zira o kişiye, duyusunun dışında varlığı olmayan su­retler belirebilmekte ve duyusunun dışında var olan diğer varlıkları gördüğü gibi bunları da görebilmektedir. Hatta peygamberlere ve Allah’ın velî kullarına sağlıklı ve uyanık oldukları halde meleklerin özlerini taklit eden güzel suretler belirebilmekte ve bu yolla onlara vahiy ve ilham gelmekte, başkalarının uykuda aldığı duyulara konu olmayan şeylere {gayb) dair bilgileri onlar uykuda almak­tadırlar, Bunun nedeni, onların iç dünyalarının {bâtınihim) çok saf ve temiz oluşudur. Nitekim yüce Allah “Cebrâil ona (Meryem’e) tam bir insan şeklinde göründü” (Meryem 19:17) buyurmuştur. Rasûlullah da (s.a.) Cebrâil’i pek çok kez görmüş olsa da onu kendi aslî suretinde sadece iki defa görmüştür. Hz. Pey­gamber onu değişik suretlere bürünmüş halde görürdü. Nitekim Rasûlullah da (8.a.s.) rüyada bu şekilde görülmektedir. O buyurmuştur ki, “Beni [rüyada] gö­ren [gerçekte] beni görmüş [sayılır], zira şeytan benim suretime bürünemez ”3 Onu görmek, şahsının Medine’deki raksından, uyuyanın yanma gelmesi anlamında4 değil, sadece onun suretinin uyuyanın duyusunda bulunması şeklinde gerçekleşmektedir.

Bunun sebebini ve [anlatması] uzun sürecek olan sırrını biz bazı kitaplar­da açıkladık. Eğer sen onu kabul etmiyorsan bari gözünle gördüğünü kabul et. Mesela âdeta nokta kadar bir ateş parçasını alarak doğrusal istikamette çok hızlı hareket ettirirsen ateşten bir doğru görürsün. Eğer dairesel olarak hareket ettirirsen onu bir ateş çemberi olarak görürsün. Çember ve doğru görülüyor olsa da bunlar, duyunun dışında değil, senin duyunda bulunmaktadır. Zira dışarıda bulunan şey her halükârda bir noktadır. O nokta [hızlı hareket sayesinde] art arda gelen sürelerde bir doğruya dönüşmekte ve sen gözlemlerken bir durumda bulunsa da aslında herhangi bir anda o doğru bulunmamaktadır.

-Hayalî varlık, söz konusu duyulurların duyuya konu olmadığı durumda­ki suretidir. Sen, gözlerini yumsan bile hayalinde bir fil ve at sureti yaratabilir, hatta onları görüyormuş gibi [hissedebilirsin]. O suret dış dünyada değil senin beyninde (dimağ) tam anlamıyla vardır.

-Aklî varlık, bir şeyin ruhunun, hakikatinin ve manasının olması demek­tir. Akıl o şeyin suretini hayalde, duyuda veya dış dünyada olumlamaksızın an­lamım soyutlayarak almaktadır. Mesela elin duyulur ve hayal edilir bir sureti vardır; ayrıca onun bir de tutup kavrama kudreti şeklinde bir anlamı vardır ki, o elin hakikatidir. Tutup kavrama kudreti aklî anlamdaki eldir. Kalemin de bir sureti vardır, fakat onun hakikati, kendisiyle bilgilerin kaydedildiği şeydir. İşte bu, [üzerine yazı yazılan] tahta, kamış ve benzeri hayalî ve duyusal bir suretle ilişkili olmaksızın akıl tarafindan kavranan şeydir.

-Benzer (şıbhî) varlık, bir şeye ait nişamn (nakş), suret ve hakikatiyle, ne dış dünyada ne duyuda ne hayalde ve ne de akılda bulunmasıdır. Ancak o var olan, bir özelliği ve bir niteliğinden ötürü ona benzeyen başka bir şeydir. Te’vil konusunda örneğini verdiğimde sen bunu anlayacaksın. İşte şeylerin varlığının mertebeleri bundan ibarettir.

Fasıl: Şimdi söz konusu mertebelerin te’villerle ilgili örneklerini dinle. Özsel varlığın örneğe ihtiyacı yoktur; o zâhirî anlama uygun olarak anlaşılır ve te’vil edilmez. O mutlak ve hakikî varlıktır. Rasûlullah’ın arş, kürsî, yedi kat gök hak­kında verdiği haber buna örnek verilebilir. Bunlar, ister duyu ve hayalle algı­lansınlar ya da algılanmasınlar, özleri itibariyle var olan cisimler olduklarından zâhirî anlamlarıyla anlaşılırlar. Duyusal varlığa gelince, te’vil noktasında bunun örnekleri çoktur; sen [burada] ikisiyle yetin, İlk örnek, Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Kı­yamet günü ölüm güzel bir koç suretinde getirilir, cennet ile cehennem arasında boğazlanır”[4] sözüdür. Ölümün bir araz veya arazın yokluğundan ibaret olduğu,arazın bir cisme dönüşmesinin ise güç yetinemeyecek imkânsız bir durum oldu­ğu konusunda kanıta sahip olan kimse, bu haberi şu anlama indirger: “Kıyamette insanlar bu durumu görürler ve onun ölüm olduğuna inanırlar. Bu dış dünyada değil, onların duyularında [bu şekilde] bulunur. Bu durum artık ölümden ümit kesme konusunda kesin bir bilginin oluşmasına sebep olur, zira boğazlanan şey­den ümit kesilir.” Böyle bir kanıta sahip olmayan kimse muhtemelen ölümün kendisinin özü itibariyle bir koça dönüştüğüne ve boğazlandığına inanacaktır. İkinci örnek, Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Cennet ve cehennem bana şu duvarın yü­zeyinde gösterildi”5 sözüdür. Cisimlerin birbirlerinin içine geçmediği, büyüğün küçüğe sığamayacağı konusunda kanıta sahip olan kimse bu haberi, cennetin kendisinin duvara intikal ettiği [şeklinde bir anlama] değil, cennetin duvardaki suretinin, onu görüyormuşçasına duyuda belirdiği [şeklinde bir anlama] ham- leder. Büyük bir şeyin misalinin küçük bir şeyde görülmesi imkânsız değildir. Mesela gökyüzünü küçük bir aynada görebiliyorsun. Burada da söz konusu olan, cennetin suretinin sadece hayal etme yoluyla başlı başma görülmesidir. Zira sen, aynada gökyüzünü görmen ile gözlerini yumup hayal etme yoluyla gökyüzünün suretinin aynada olduğunu varsayman arasındaki farkı idrak edebilirsin.

Hayalî varlığın örneği, Rasûlullah’ın (a.s.) şu sözüdür: “[Şu anda] sanki Yû­nus b. Mettâ’yı (a.s.) görüyorum. Üzerinde pamuktan iki aba var. Emret, buyur! diyor ve dağlar ona cevap veriyor. Şam yüce olan Allah da Buyur ey Yûnus diyor.”6 Açıktır ki bu, [Hz. Yûnus’un] suretinin [Hz. Peygamberin] hayalinde belirdiğini haber veren bir ifadedir. Çünkü bu durumun varlığı, Rasûlullah’ın (s.a.s.) varlığından önce olup, artık geçip gitmişti ve o dönemde mevcut değildi. Aynı şekilde şöyle demek de pek uzak bir ihtimal değildir: Bu durum [Hz. Pey­gamberin] duyusunda belirmiş ve uyuyan kimsenin suretleri görmesi gibi o da bu olayı görmüştür. Fakat “Sanki görüyorum” ifadesi, gerçek anlamda görmenin değil, görmeye benzer bir durumun söz konusu olduğunu göstermektedir. Amaç misal yoluyla anlatmaktır, yoksa bu suretin bizzat kendisi değildir. Hülâsa, ha­yal [gücünün] mahallinde beliren her şeyin, görme [gücünün] mahallinde belir­diği düşünülür ve bundan dolayı da o şey görülmüş [gibi] olur. Hayal edilebilen şeyi görmenin imkânsızlığını kanıtlama ile belirlemek ise az rastlanan bir du­rumdur.

İnceleyin:  Marifetin Aslı

Aklî varlığın örnekleri ise çoktur, sen [burada] iki örnekle yetin. Bunun ilki, Hz. Peygamberin (s.a.s.) şu sözüdür: “Cehennemden en son çıkan kimseye cen­nette bu dünyanın on misli yer verilir,”7 Bu ifadenin zâhiri, uzunluk, genişlik ve alan bakımından dünyanın on misline işaret etmektedir ve bu ise duyusal bir farklılıktır. Ancak buna hayret edilip denilebilir ki, “Rivâyetlerin zâhirlerinin işaret ettiği üzere cennet göktedir; gökyüzü ise dünyaya aittir. Peki, nasıl olu­yor da dünyanın on misli büyüklüğündeki bir şey gökyüzüne sığıyor?!” Te’vilde bulunan kimse bu hayreti gidermek üzere der ki: Söz konusu farklılık duyusal ve hayalî olmayıp manevî ve aklîdir. Mesela “Şu mücevher atın on katıdır” den­diğinde kastedilen, maliyetin kendisidir. Burada da [hadisin] anlamı, duyu ve hayalle algılanan alan değil, akılla algılanan şeydir.

İkinci örnek Hz. Peygamberin (a.s.) şu sözüdür: “Yüce Allah Âdem’in çamu­runu kırk sabah kendi eliyle yoğurdu.”[8] Bu ifadesiyle Hz. Peygamber, Yüce Al­lah’ın elinin bulunduğunu söylemiş oluyor. Yüce Allah’ın duyulur veya hayal edilir bir organ olan ele sahip olmasının imkânsızlığı hakkında kanıta sahip olan kimse Allah’a ruhanî ve aklî bir el isnat eder. Yani o kişi elin suretinin değil, ma­nasının ve hakikatinin bulunduğunu olumlar ki, elin ruhu ve manası, kendisiyle tutup kavramak, yapmak, vermek ve engellemekten ibarettir. Yüce Allah ise melekler vasıtasıyla verir ve engeller. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) buyurmuş­tur ki, “Allah’ın ilk yarattığı akıldır. Ona demiştir ki, ben senin vasıtanla vere­ceğim ve senin vasıtanla engelleyeceğim.”[9] Bununla kastedilenin, kelâmcılarm inandığı gibi, araz olarak akıl olması mümkün değildir. Zira arazm ilk yaratılan olması mümkün değildir. İlk yaratılan, varlıkları, herhangi bir öğrenime ihtiyaç duymaksızın kendi cevheri ve özüyle aklettiği için “akıl” olarak isimlendirilen meleklerden birinin özünden ibaret olmalıdır. Bazen ona, peygamberlerin, Al­lah’ın velî kullarının ve diğer meleklerin kalp levhalarına vahiy ve ilham olarak bilgilerin gerçekliklerinin kendisi sayesinde kaydolması sebebiyle “kalem” de denmektedir. Zaten başka bir hadiste de “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir”[10] buyrulmuştur. Eğer buradaki kalem akla indirgenmezse iki hadis birbiriyle çe­lişecektir. Şu da var ki, bir şeyin farklı açılardan birçok ismi olabilir. Mesela o, özü itibariyle “akıl”, Yüce Allah’la ilişkisi ve O’nunla yaratıklar arasında vasıta olması bakımından “melek”, ilham ve vahiy yoluyla bilgilerin kaydedilmesinin kendisinden kaynaklanması sebebiyle “kalem” olarak isimlendirilir. Nitekim Cebrâil de özü itibariyle rûh (Şu‘arâ 26:193), kendisine emanet edilen sırlar do­layısıyla emin (Tekvîr 81:21), gücü sebebiyle zû mirra (Necm 53:6), gücünün mükemmelliği sebebiyle şedîdü’l-kuvâ (Necm 53:5), konumunun [Allah’a] yakın­lığından ötürü mekîn inde zi’l-arş (Tekvîr 81:20) ve bazı meleklerin kendisine tâbi olmaları itibariyle de muta? (Tekvîr 81:21) adlan verilmiştir. İşte bunu söyleyen de duyusal ve hayalî değil, aklî kalem ve eli olumlamış olmaktadır. Elin, kelâmcıların hakkında ihtilafa düştükleri üzere, Allah’ın kudreti veya bunun dışında bir [başka] sıfatından ibaret olduğunu ileri süren kimsenin durumu da buna benzemektedir.

Benzer varlığın örneği, Yüce Allah hakkında [rivayetlerde] geçen öfke, şevk, sevinç, sabır ve benzeri [niteliklerdir]. Sözgelimi öfkenin mahiyeti, intikam alma iradesiyle kalp[teki kamn] kaynamasından [yani kalp atışının hızlanmasından] ibarettir. Bu ise bir eksiklik ve acıdan ayrı düşünülemez. Bizatihi öfkenin özsel, duyusal, hayalî ve aklî olarak Allah hakkında olumlanmasımn imkânsızlığı ko­nusunda kanıta sahip olan kimse, böyle bir ifadeyi başka bir sıfata indirger. Bu durumda o sıfattan, cezalandırma iradesi gibi, öfkeden kaynaklanan şey çıkar. İrade, özü bakımından öfkeyle değil, fakat kendisine yakın herhangi bir nitelikle ve kendisinden çıkan bir etkiyle —ki bu da acı vermektir- uyum içindedir. İşte te’vilin dereceleri bunlardır.

Fasıl: Bilmelisin ki, dinî ifadelerden birini bu derecelerden birine indirgeye­rek [anlayan] herkes “doğrulayanlar” (jnusaddıkîn) kapsamındadır. Yalanlama ise bu anlamların hepsini olumsuzlamak ve [Hz. Peygamber’in] sözlerinin hiçbir anlamının bulunmadığını, sırf yalandan ibaret olduğunu, sözlerindeki amacın kandırmak veya dünyevî yarar sağlamak olduğunu ileri sürmektir. İşte bu, mut­lak anlamda küfür ve zındıklıktır. İşaret edeceğimiz te’vil kanununa uydukla­rı sürece te’vilde bulunanların küfrüne [hükmetmek] gerekmemektedir. Bütün Müslüman fırkalar te’vile mecburken, [te’vilde bulunanların] küfrüne [hükmet­mek] nasıl gerekebilir?! Te’vile en uzak duran Ahmed b. Hanbel dir. Te viller için­de hakikate en uzak ve bana en yakın geleni, sözü mecaz ve istiâre olarak değer- lendirmendir ki, bu da aklî ve benzer varlık [kategorilerinde söz konusudur]. (…)

Fasıl: Şimdi te’vilin kanununu dinle. Te’vil konusunda bütün grupların, ya­lanlama kapsamında olmadığı müddetçe bu beş mertebe üzerinde ittifak ettiğini biliyorsun Yine bütün gruplar, bunun ancak zâhirî anlamın imkânsızlığına dair bir kanıtlamanın bulunmasına bağh olduğu hususunda görüş birliğine varmış­lardır. İlk zâhirî anlam özsel varlıktır ki, bu olumlandığında [diğer mertebelerin] hepsini içerir, Eğer özsel varlık [mertebesini kabul etmek] imkânsız ise duyusal varlık [mertebesine geçilir]. Bu olumlandığı takdirde, kendisinden sonraki mer­tebeleri de içermiş olur. Bunu [kabul etmek] imkânsız ise hayalî veya aklî varlık [mertebelerine geçilir]. Bunları [kabul etmek de] imkânsız ise benzer ve mecazî varlık [mertebesine geçilir]. Ancak kanıtlamadan kaynaklanan bir zorunluluk olmadıkça üst mertebeden daha alttaki mertebeye geçişe izin yoktur. Nihayet ihtilaf, gerçek anlamda kanıtlamalara gelip dayanmaktadır.

Mesela bir Hanbelî, “Yaratıcı’ya üstte bulunmayı özgü kılmanın imkânsız- lığına dair bir kanıt yoktur” der. Bir Eş‘arî de Allah’ı görmenin imkânsızlığına ilişkin bir kanıtın olmadığını söyler. Sanki bunlardan her biri hasmının ileri sürdüğü şeyden hoşnut olmamakta ve onu kesin bir delil olarak değerlendirme­mektedir. Nasıl olursa olsun, her bir grubun kanıtlamada hata yaptığını düşü­nerek hasmını tekfir etmesi gerekmemektedir. Evet, ona sapkın veya bid‘atçı di­yebilir. “Sapkın” olarak isimlendirebilir, çünkü ona göre hasmı yoldan çıkmıştır. “Bid‘atçı” olarak da isimlendirebilir, çünkü selef neslinden açıkça duyulmayan bir görüş icat etmiştir. Zira selef arasında meşhur olan yaklaşım, Yüce Allah’ın görüleceği yönündedir. Dolayısıyla [Allah’ın] görülmeyeceğini ileri sürenin görü­şü bid‘attır. Diğer yandan görmeye yönelik te’vili açıklaması da bid‘attır; hatta görmenin manasımn kalbin görmesinden ibaret olduğu kendisi açısından açıklık kazansa da bunu ulu orta ifade etmemesi, dillendirmemesi gerekir, çünkü selef nesli de bunu söylememiştir. Fakat bu noktada Hanbelî şöyle der: “Yüce Allah hakkında üstte bulunmayı olumlamak selef nesli arasında meşhurdu. Onlardan hiçbiri âlemin yaratıcısının âleme bitişik veya ondan ayrı, âlemin içinde veya dışında olmadığını, O’nun hakkında altı yönden söz edilemeyeceğini, O’na üstte bulunmayı nispet etmenin aşağıda bulunmayı nispet etmek gibi olduğunu söyle­memiştir. Bunlar bid‘atçınm sözleridir. Zira bid‘at, selef neslinden nakledilme­yen bir söz/görüş icat etmekten ibarettir.”

Bu noktada iki durumun söz konusu olduğu senin açından açıklık kazanmak­tadır. Bunlardan biri halkın avâm kesimiyle olan durumdur. Bu durumda doğru olan, zâhirî anlamı sıkı sıkıya takip etmek, zâhirî anlamları doğrudan doğruya değiştirmekten sakınmak, sahâbenin açıklamadığı te’villeri açıklama şeklinde bir icat çıkarmaktan sakınmak, soru sorma kapışım tümüyle kapamak, Kitap ve sünnetteki müteşâbih ifadeler hakkında çokça konuşmaya, araştırma yap­maya ve bunların peşinden gitmeye engel olmaktır. Nitekim Hz. Ömer’den (r.a.) rivayet edildiğine göre o, birbiriyle çelişen iki âyet hakkında soru soran kişinin üzerine kamçısıyla yürümüştür. Yine [İmam] Mâlik’e “istivâ” hakkında sorul­duğunda o şöyle demiştir: “[Arşa] istiva malum, ona inanmak vacip, keyfiyeti meçhul, onun hakkında soru sormak ise bid’attır.”

İkinci durum, geleneksel inançları sarsılmış olan araştırmacılar (nuzzâr) ara­sında söz konusudur. Bunların incelemelerinin zorunluluk ölçüsünde olması ve zâhirî anlamı bir kenara bırakmalarının ancak kesin kanıtlamanın doğurduğu zorunluluk çerçevesinde gerçekleşmesi gerekir. Bu kimselerin, [muhatabının] kanıtlama olarak kabul ettiği şeyin yanlış olduğunu düşündüğü için birbirlerini tekfir etmeleri gerekmez. Ancak bu, kolaylıkla anlaşılabilecek basit bir şey değil­dir. Dolayısıyla bu kimseler arasında, hepsinin kabul edeceği, kamtlamaya dair üzerinde ittifak edilmiş bir kanun olmalıdır. Şayet ölçü konusunda ittifak ede­mezlerse, ölçmek suretiyle ihtilafı ortadan kaldırmaları da mümkün olmayacak­tır. Biz el-Kıstâsul-müstakîm adlı kitapta beş ölçüden bahsetmiştik ki, bunlar,anlaşıldığı takdirde haklarında görüş ayrılığının düşünülemeyeceği, anlayan herkesin, kesin bilgi veren yöntemler olduğunu kabul edeceği ölçülerdir.11 Bu ölçüleri hakkıyla kavrayanlara (muhassılûn) adaleti ve hakkı gözetmek, perdeyi açmak ve ihtilafı kaldırmak kolay hale gelir. Ancak bu kimseler arasında, (i) [ka­nıtlamaya dairi bütün şartları anlamadaki kusurlarından, (ii) incelemelerinde tartıyla ölçmek yerine sadece yetenek ve tabiatlarına güvenmelerinden -şiirde aruzu öğrendikten sonra, her şiiri aruza göre değerlendirmek yerine [kendi şiir] zevkine güvenen kimse gibi ki, bu kişinin hata yapması uzak bir ihtimal de­ğildir-, (iii) kanıtlamaların öncülleri durumundaki bilgilere dair ihtilaflarından —bilgilerden tecrübeye, tevatüre dayalı vb. bazdan, kanıtlamaların temellerini oluşturmaktadır ve insanlar gerek tecrübe gerekse tevatür konusunda farklı­laşmaktadır; başkasına göre tevâtür derecesinde olmayan bir şey diğerine göre tevâtür derecesinde sayılmakta; başkasında baskın bir özelliği olmayan tecrübe bir diğerinde hâkim bir yapıda olabilmektedir-, (iv) vehim gücünün yargılarım akim yargılarıyla karıştırmaktan, (v) meşhur ve kabul gören (mahmûde) sözleri zorunlu ve önsel yargılarla kanştırmaktan dolayı anlaşmazlığın ortaya çıkması da imkânsız değildir ki, biz bu durumları Mihakkü’n-nazar kitabında ayrıntılı olarak açıkladık.[12] Hülâsa, bu ölçüleri hakkıyla kavrayan ve gerçekten anlayanlar, inadı terk ettikleri takdirde hataya düşülen noktaları kolayca anlayabilirler.

İnceleyin:  Ariflerin Lügatçesi

Fasıl: Bazı insanlar kesin bir kanıtlama olmaksızın baskın gelen zanlarıyla te’vile kalkışırlar. Bu kimseleri de her durumda hemen tekfire kalkışmak ge­rekmez. Bilakis durumu incelemek gerekir, eğer yaptığı te’vil inanç esasları ve [dindeki] önemli hususlarla ilgili değilse, onu tekfir etmeyiz. Mesela bir sufînın şu sözü bu kapsamda değerlendirilebilir: Hz. Halil’in [Hz. İbrahim] yıldız, ay ve güneşi görmesi ve “Bu benim rabbim” (En‘âm 6:76-78) demesinden murat edilen, ifadenin zâhirî anlamının dışında bir şeydir. Bilakis onlar [yani yıldız, ay ve güneş] nuranî ve melekî cevherlerdir ve onların nuranî oluşları duyusal değil aklîdir. Ayrıca onların arasında yetkinlik açısından da farklı derecelen- meler söz konusudur. Aralarındaki bu farklılık, yıldız, ay ve güneş arasındaki fark gibidir. Bu da gösteriyor ki, Hz. Halîl, [o gökcisimlerinin] ilâh olduğuna, onların batışını gözlemeye ihtiyaç duyacak derecede duyusuyla inanmaktan çok üstün bir şahsiyettir. Şayet onlar batmamış olsaydı, Hz. Halîl miktara sahip bir cisim olmanın ulûhiyet açısından imkânsızlığını bilmeyip onları ilâh mı edine­cekti?! Bunu temellendirmek üzere [o sûfî], güneş daha açık seçik ve ilk görülen şey olmasına rağmen Hz. Halil’in ilk gördüğü şeyin yıldız oluşunun nasıl müm­kün olduğu [sorusunu ortaya attı]. Aynı şekilde Yüce Allah’ın önce “Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin hükümranlığım (melekût) gösteriyorduk” (En‘âm 6:75) buyurmasını da delil olarak öne sürüp bunu şöyle açıkladı: “Melekût kendisine açıldıktan sonra onun hakkında nasıl böyle bir şey düşünülebilir?!” İşte bunlar zanna dayalı değerlendirmelerdir, yok­sa herhangi bir kamta dayanmamaktadır. [O sûfînin], “[Hz. Halil böyle inan­maktan] çok üstün biridir” sözüne gelince, buna karşı şöyle denmektedir: Bu olay gerçekleştiğinde Hz. Halîl çocuk yaştaydı, ileride peygamber olacak birinin akima henüz çocukken böyle düşüncelerin gelmesi ve ardından kısa sürede bu aşamayı geçmesi imkânsız değildir. Ayrıca ona göre batışm sonradan var olmaya delâlet etmesinin miktarlı olmak ve cisimliğin delâletine göre daha açık olması da uzak bir ihtimal değildir. İlk olarak yıldızın görülmesine gelince, rivayete göre Hz. Halîl çocukken bir mağarada hapsedilmişti ve oradan geceleyin çıkınca [önce yıldızı gördü]. Yüce Allah’ın “Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin hükümranlığım (melekût) gösteriyorduk” bu­yurmasına gelince, Yüce Allah’ın, Hz. Halil’in son durumundan bahsedip sonra başlangıçtaki durumunu anlatmaya dönmüş olması pekâlâ mümkündür.

İşte bu ve benzeri örnekler, kamtlamamn gerçekliğini ve şartım bilmeyen kimsenin kanıtlama zannettiği şeylerdir. Onların yaptığı te’viller bu türdendir. Onlar [Hz. Musa hakkındaki] “Hemen nalınlarım çıkar” (Tâhâ 20:12) ve “Sağ elindekini at” (Tâhâ 20:69) âyetlerindeki asâ ve nalınları da te’vil etmektedir­ler.[13] Belki de inanç esaslarıyla ilgili olmayan bu gibi hususlarda zan, inanç esasları konusundaki kanıtlama yerine geçmektedir ve bundan dolayı [bunu ya­panlar] tekfir edilmemekte, bid’atçı sayılmamaktadır.

Evet, eğer bu [te’vil] kapısını açmak ve bunu açıklamak avâmın kalbinin karışmasına yol açarsa, selefin dillendirdiği rivayet edilmeyen her te’vil sahi­bi bid’atçı olarak nitelenir. Bâtınîlerin Sâmirî’nin buzağısına dair te’villeri de buna yakın bir durumdur. Çünkü onlara göre altından yapılan buzağının ilâh olamayacağını aklı başında o kadar insanın bilmemesi nasıl düşünülebilir?! Bu da aslında zanna dayalı bir görüştür. Çünkü putperestler gibi bir grup insamn böyle bir görüşe ulaşmaları imkânsız bir şey değildir: Bu olayın nadirattan ol­ması da bir kesinlik ifade etmez. Bu kapsama giren önemli inanç esaslarıyla ilgili hususlara gelince, kesin kanıtlama olmaksızın zâhirî ifadeleri değiştiren kimsenin tekfir edilmesi gerekir. Mesela kesin kanıtlama bulunmadan cesetle­rin dirilmesini ve âhiretteki duyusal cezaları birtakım zanlar, kuruntular (ev- hâm) ve imkânsızlıklara dayanarak inkâr edenin durumu böyledir. Bu kimseyi kesinlikle tekfir etmek gerekmektedir, zira ruhların cesetlere iadesinin imkân­sızlığına dair herhangi bir kamtlama yoktur. Böyle bir görüşü ifade etmenin din açısından büyük zaran vardır ve bu fikirde olan herkesi tekfir etmek gerekir. Bu, filozofların çoğunun yaklaşımıdır.

Aynı şekilde o [filozoflardan] şu görüşte olanı da tekfir etmek gerekir: ”Yüce Allah sadece kendi zâtını bilir, zira O yalnız tümelleri bilmektedir; fertlerle ilgili tikel durumları ise bilmemektedir.” Çünkü bu görüş kesinlikle Rasûlullah’ı ya­lanlama anlamına gelmektedir. Bu, anlattığımız te’vil aşamaları kapsamında da değildir. Zira cesetlerin dirilişini ve Yüce Allah’ın fertlerin başına gelen her şeyi ayrıntılı olarak bildiğini anlatan Kur’ân ve hadislerde sunulan deliller te vili ka­bul etmeyecek derecede çoktur. Onlar bunun te’vil kapsamında olmadığını kabul etseler de şöyle demektedirler: “Aklî nitelikteki âhiret hayatını anlama konu­sunda akılları yetersiz olduğundan, halkın dirlik ve düzeni; kalplerinde umıt ve korku doğurması için, cesetlerin dirileceğine, Yüce Allah ın başlarına gelen her şeyi bildiğine, onları görüp gözettiğine inanmalarına bağlı olduğundan, Hz. Peygamher’in onlara bunu [bu şekilde] anlatması câizdir. Başkasının durumunu düzelten kişi yalancı değildir; Rasûlullah da [gerçek] söylediği gibi olmasa da, halkın ıslahını sağlayacak şeyi söylemiştir.”

Bu kesinlikle geçersiz bir görüştür, çünkü açıktan bir yalanlamadır, üstüne üstlük [Hz. Peygamberin] niçin yalan söylediğine dair de mazeret ortaya koy­maktadır. Peygamberlik makamını böyle bir rezaletten [koruyup] yüceltmek ge­rekir. Doğruluk ve bu yolla halkı ıslah etmek yalanın alternatifidir. İşte bu anla­yış zındıklığın ilk aşamasıdır ve Mu‘tezilî yaklaşımla mutlak zındıklık arasında bir konumdadır. Bir mesele dışında Mu‘tezile mezhebinin yöntemleri filozofların yöntemlerine yakındır. O mesele şudur: Bir Mu‘tezilî Rasûlullah’ın (a.s.) böyle bir mazeretle yalan söylemesini câiz görmez, fakat aksi yönde bir kanıtlamaya sahip olursa zâhirî ifadeyi tevil yoluna gider. Felsefeci ise zâhirî ifadelerin öte- sine geçmede yakın veya uzak te’vili kabul eden hususlarla kendisini sınırlamaz Mutlak zındıklığa gelince o, aklî ve duyusal olarak âhireti temelden inkâr ettiği gibi, âlemin bir yaratıcısının olduğunu da tümden reddeder. Âhiret hayatını bir şekilde akılla olumlayıp oradaki duyusal elemleri ve hazları olumsuzlamak, di­ğer yandan yaratıcının varlığını olumlayıp olayların ayrıntılarına dair bilgisini olumsuzlamak, peygamberlerin doğruluğunu bir şekilde kabul eden sınırlı bir zındıklıktır.

İlk bakıştaki zanmma göre -gerçek bilgi ise Allah’ın nezdindedir- Hz. Pey­gamberdin (a.s.) “Benim ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacaktır, bunların hepsi cennettedir, ancak zındıklar hariç, o ayrı bir fırkadır”[14] hadisi ile kastedi­lenler bunlardır. Hadisin bazı rivayetlerdeki lafzı bu şekildedir. Hadisin zahiri, Hz. Peygamber’in bununla, ümmetinden olan zındıkları kastettiğini göstermek­tedir, çünkü “Ümmetim ayrılacaktır” demiştir. Onun peygamberliğini kabul et­meyen onun ümmetinden olamaz. Ahir eti ve yaratıcıyı tümüyle inkâr edenler zaten onun peygamberliğini kabul etmiş değillerdir, çünkü onlar ölümün mutlak yokluk olduğunu, âlemin ezelden beri bir yaratıcı olmadan kendiliğinden var olduğunu iddia etmekte, Allah’a ve âhiret gününe inanmamakta, peygamber­lere aldatma özelliği nispet etmektedirler. Bu yüzden onları ümmetten saymak imkânsızdır. O halde bu ümmetin zındıklarının, bizim anlattığımızdan başka anlamı yoktur.

Editörler:Nail Okuyucu,Rahim Acar,Osman Demir – Din Felsefesinin Ana Konuları,c.4,syf:59-70

Dipnotlar:

[*] Kaynak metin: Gazzâlî, Faysalü’t-tefrika beyne’l-İslâm ve’z-zendeka, îbn Rüşd, Felsefe, Din. ve Te’vıkFaslu’l-makâl fi takrir mâ beyne’ş-şerî’a ve’l-hikme mine’l-ittisâl içinde, nşr. & çev. & ine. Mahmut Kaya, İstanbul: Klasik, 2019, s. 67-82

[1] “Her durumda sonuç veren” şeklinde tercüme ettiğimiz muttaride mün‘akise, bir önermedeki özne ve yüklemin yer değiştirmesi durumunda sonuçta hiçbir değişikliğin olmamasını ifade etmektedir. # 2’nin sonunda Gazzâlî buna dair şu örneği vermektedir: Her kâfir peygamberleri yalanlar / Peygamberleri yalanlayan herkes kâfirdir.

[2] Gazzâlî, “O, kullarının üstünde mutlak hükümrandır” (En’âm 6:18) âyetinde geçen “üst”te bu­lunmaya (fevk) atıf yapmaktadır.

3 Tirmizî, “Ru’yâ”, 4.

[4] Müslim, “el-Cenne”, 40.

[5] Buhârî “Mevâkîtü’s-salât” 11

6.Yakın ifadelere sahip bir hadis için bkz:Müslim,İman,268

7.Müslim,İman,308

[8] Ebû Nu‘aym, Hilyetü’l-evliyâ, c. VIII, s. 264.

[9] Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, c. I, s. 300.

[10] Tirmizî, “Tefsîru’l-Kur’ân”, 67.

[11] Gazzâlî, Aristoteles-İbn Sînâ çizgisinde gelişen kıyas türlerini, özel olarak Bâtınîlere karşı kaleme aldığı el-Kıstâsü’l-müstakîm’de Kur’ân’daki akıl yürütme tarzlarıyla ilişkilendirerek bunları öncelikle üçe, ilk kıyas türünü ise kendi içinde üçe ayırmakta ve Kur’ân’dan örneklerle bunları açıklamaktadır: (i) mızânü’t-te’âdül (yüklendi kıyas), (i.a) el-ekber (kıyasın birinci şek­li), (i.b) el-ev sat (kıyasın ikinci şekli), (i.c) el-esğar (kıyasın üçüncü şekli), (ii) mîzânü’t-telâzüm (bitişik şartlı kıyas), (iii) mlzânü’t-te’ânüd (ayrık şartlı kıyas); bkz. Gazzâlî, el-Kıstâsul-müs- takîm: Dosdoğru Ölçü, çev. İbrahim Çapak, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Baş­kanlığı Yayınlan, 2016 (Tercümenin paralelinde eserin Süleymaniye Ktp., Kılıç Ali Paşa, nr. 1026’da kayıtlı elyazması nüshasının tıpkıbasımı bulunmaktadır).

[12] Gazzâlî, Mihakkü’n-nazar’da bu konuyu özel bir başlık altında ele alıp kıyaslarda hataya düş- meye yel açan yedi noktayı açıklamaktadır; bkz. Gazzâlî, Mihakkü’n-nazar, nşr. Refik el-Acem. Beyrut: Dârul-fikri’l-Lübnânî, 1994, s. 121-128; krş. a.mlf.,Mi‘yâru’l-ilm:İlmin Ölçütü, nşr. & çev. Haşan Hacak & Ali Durusoy, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayın ■ lan, 2013, s. 290-310.

[13] Gazzâlî’nin bu ve benzeri âyetlere dair te’villeri için bkz. Varlık, Bilgi, Hakikat:Mişkâtul-en- vâr, nşr. & çev. Mahmut Kaya, İstanbul: Klasik, 2016, s. 53-68.

[14] Bu hadis daha ziyade “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır; onlardan sadece biri kurtu­luşa erecektir” şeklinde bilinmektedir (mesela bkz. Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 1). Hadisin Gazzâlî tarafindan atıfta bulunulan şekli için bkz. Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, c. I, s. 150.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir