Samiha Ayverdi – Yusufcuk ”Alıntılar”

Yusufcuk_16715_1392119082-212x300 Samiha Ayverdi - Yusufcuk ''Alıntılar''

 

“Rûhum, bir kalıbın esîri olmadan evvel, elimi bir el tuttu ve bana güneşleri, seyyâreleri, semâvâtın acâibini gezdirip seyrettirdi. Nihâyet bir âleme getirerek: -İşte misâfir olacağın yer.. burası dünyâdır, dedi. Şaşkın şaşkın etrâfıma bakınırken de devam etti: -Burada herkes kendi istidâdına göre bir tohum eker ve mahsûl devşirir. Para, kadın, evlât, mevki, rütbe, şan ve şeref, insanların en çok ekip biçtikleri tohumlardır.

Sen de keyfine göre bu dünyâya bir çekirdek ekip mahsûl topla! Böylece kimsenin kimseyi görmeden çalışıp didindiği bu patırtılı âleme ben de katıldım. Ben de onlar gibi ekip biçmeye başladım. Ama bütün tarlalar benim olsa, tohumların, sabanların tek sâhibi sâde ben olsam gene de geldiğim âlemlerin zevkine takılı kalan gönlüm, bir türlü kendi ektiği tohumun çeşnisi ile nafakalanmaya râzı olmayacaktı. Ezel gününün saltanatını görmüş göz, safâsını tatmış dudak burada, kendi düzdüğü puta nasıl tapabilirdi? İsyan ettim. Belimden tohum torbamı, el elimden sabanımı attım ve hemen gidip kendi varlığım tohumunu bu tarlanın bir köşesine gömdüm. Arkamdan bağırıyorlardı, “Vah zavallı, kendini ziyan etti..” Halbuki zamânın sadık dudağı onları yalanladı. Şimdi dallarından aşk meyveleri topladıkları şu fidan, bir zamanlar vecd ve tevâzu ile yere gömdüğüm o tohumun ta kendisidir.”

————————————————————————————–

Sükût da bir ses değil mi? Yokluğun murâkabe ve tefekkürün gizli ve muzaffer sesi.

————————————————————————————–

Biz insanlar çok defa, koşa koşa gittiğimiz bir yolda, elimizden, kolumuzdan, boynumuzdan, haberimiz olmadan düşen kıymetli bir mücevheri aramak için geri dönen şaşkın yolcuya benzeriz.

————————————————————————————–

Bir tebessüm vardır ki sade sana gösterilir; bir ünsiyet ânı vardır ki yalnız seninle çift olunur; bir sır vardır ki sade sana söylenir. İşte o da senden başka mahremi olmayan bu gizlilikleri, gene seninle paylaşıyorsa, bu suç, hangi hâkimin yüreğini yumuşatmaz bilmem ki?

————————————————————————————–

Ben ne uykusuz geceler isterim, ne gözyaşı, ne feryad.. bunlar hep varlık hastalığının sayıklama nöbetleridir, dedin. O da çaresiz sustu. Ama unutma ki yalağın taşması, çeşmenin kabahatidir.

————————————————————————————–

Hak veriyorum. Kendi içindeki şeytanı koyup, hariçtekilere saldıran gafile hak veriyorum. Ne yapsın, gözünü dünyaya açtığından beri, anadan, babadan, hocadan, arkadaştan öğrendi ki, dost var, düşman var, diye. Kulağına eğilip : «Onlar cahil bilmiyorlar; bu dünyada benden başka kimse yok!» demediğin için düşmanlığı, fesadı, hiyanet ve zulmü hariçte sanmaz da ne yapar, söyle ne yapar?

————————————————————————————–

İnandım. Baharı güz yapmak kimsenin elinde olmayan, bu dünyada, yaprakların, çiçeklerin kupkuru dalları zorlayışlarını zevkle, hayranlıkla seyrederken, yağmur ve kış mevsiminin insafsız sillesine, öldürücü ve dondurucu kahrına da katlanmak lâzım gelecek.

İnandım. Düzelmesi dileği safdillik sayılan, her güzelliğin yanında bir çirkinlik, her sevgilin yanında bir nefret, her tebessümün arkasında bir gözyaşı ve her iptilânın sonunda bir iğrenme olan bu dünyadan, senin tek kanunlu tek yüzlü, tek özlü dünyana kaçmaktan başka çare yok olmaz, olmayacak.

————————————————————————————–

Akılları, sanat ve hüner erbabının eserleri karşısında huşua varanlar, senin bir horozun ibiğinde, bir ebegümecinin çiçeğinde, bir şeftalinin buğulu yanağında gösterdiğin mütevazi fakat aşikâr hünere kayıtsız, hattâ kör kalmak dalgınlığından silkinemezler.

Akılları, şeytana çömezlik edenler, sağı solu, hile fesad, riya ve hıyanetleriyle dişleyip dağlarken, seni de bu aldanmışlar arasında sayarlar; fakat kendilerine : “Bu fırsat ta bendendir, bu meydanı da size ben açtım!» diyen müsaadeli tebessümünü göremezler.

————————————————————————————–

Gece ilerlemişti. Genç kadının gözleri örtülüyordu:

— Artık uyuyalım, dedi. Sevgilisi güldü :

— Uykuyu ne yapacaksın? Kurdun kuşun içtiği o afyonlu şerbetten bu gece de içmeyiver. Şimdi sana bir hikâye söyleyeceğim onu dinle..

Kadın memnundu mırıldandı:

— Ne de çok masal bilirsin…

— Senden öğreniyorum., sen benim sırlarımın mahzeni değil misin? Ezel gününde, söyleyeceklerimi senin vücudun toprağına gömmemiş miydim?

Şimdi çıkarıp çıkarıp etrafa saçmama neden şaşıyorsun ?

————————————————————————————–

Bu gözbağcılık, bu hile, bu kahbelik bu fesad, bu yalan niçin, deme. Âlem halkı her aldatmak istediğinin sen, aldananın da kendisi olduğuna akıl erdiremediği için hileye, bir mabud gibi sadakatle kulluktadır.

İnceleyin:  Samiha Ayverdi - İnsan ve Şeytan -Alıntılar

————————————————————————————–

Susarız; zira çok defa düşüncemizin âfet kesilmiş dehşetine denk olan ifade, söz değil sükûttur. İşte bu içli bu şuurlu sükût hengâmesinde bir zaman gelir ki mazi, içtiği afyonlu şerbetin tesirinden kurtulan bir sarhoş gibi, yavaş yavaş uyanarak, bize sırlarını, maceralarını, yılların ardına gizlenmiş aziz hatıralarım, sükûtun dilsiz dili ile anlatmaya başlar. Hüzün sandığımız zevklerimiz, zevk namına giriştiğimiz hazin cüretlerimiz, kırılışların içimize hız veren uyandırıcı kudreti, masum yorgunluklarımız, buhranla biten teşebbüslerimiz, çile örtüsüne sarılmış hazlarımız, feragatlerin, evvelce ham bir meyve gibi kekremsi gelen, fakat senelerin şefkatinde ısınıp olgunlaşan tadları, içimize hazlarını, bölük bölük olmuş hikâyelerini nakş edip geçmiş günlerimiz, nereden sızdığı belli olmayan bir ışık, nereden gönderildiği belli olmayan bir elçinin eliyle uyandırılarak gönlümüzün mahşerinden gelip geçmeye başlar.

O zaman zan ederiz ki mazinin ihtiyar hançeresi, bize kısılmış sesinden yalnız bir ömrün ufalanmış, tozlaşmış, vüzuhunu, mahiyetini değiştirmiş sesini dinletip çekilecektir.

————————————————————————————–

Tabiata tebessümler, iltifatlar, armağanlar, dağıta dağıta gelip ömür süren yâz, nihayet bir zaman sonra, bütün bunları geri vere vere son nefesini de tüketip gitmiştir.

————————————————————————————–

İstemiyorum yoldaşım., bugün seni de istemiyorum. Bilmem ne oluyor bana?

Çimenleri uslu uslu nemlendiren gece sisleri gibi, kimdir bu gönlümü gizlice yıkayan ?

————————————————————————————–

Damlalar, güneşin renklerine kendi vücutlarını ayna düzüp keyiflenirken, nasıl âkıbetlerinden gafil iseler, biz İnsanlar da hayat yaprağının ucunda adem uçurumuna doğru sarktığımızdan habersiz, rahat ve müsterih zevk süren birer damlacıktan başka neyiz bilmem ki:?

————————————————————————————–

Güzel kız! Alnındaki perçem, yağmur bulutları gibi karanlık. Yoksa sisli gecelerin nemi, bu kara zülüflerden mi damlıyor?

————————————————————————————–

Düşüncenin eteği, gözle görülür kıymetlere bağlı kaldıkça, insan oğlu, aşkın kudret ve tasarrufu fezalarında olup bitenleri nasıl tecessüs edebilir?

Desem ki: Ben ortada bir sebepten başka şey değilim. Buna kimi, nasıl inandırabilirim?

Yediğimiz bir lokma ekmeği, içtiğiniz bir yudum suyu kana çeviren uzviyet gibi, gönlüme, gizlice yol bulan bir aşk lokmasının da, bu gönülde feryadlara, gözyaşlarına, ıztıraplara, zevklere istihale ettiğini anlatabilir miyim?

————————————————————————————–

Herkes bu meydana bir zafer için gelir; ben ise sade sana yenilmek için geldim.

Bu dünyada herkesin bir iddiası vardır; benim ise senin fermanından başka bir icazetim yok. Amma bunu kimsece anlatamıyorum; kimsede bunu bilmeye istek yok.

————————————————————————————–

Maziyi eteğinden tutup çekmek istiyorum. Gelse, bütün sırları, bütün cazibesi, bütün ihtişamı ve tarihinin sergüzeştler dolu dili ile geri gelse..

————————————————————————————–

Bugün hep benden kaçtın; seni görmek için arkandan koştukça, bilmem nerelere, hangi dağların bayırların ardına saklandın ki hiç bir tarafta bulamadım.

Akşam, dizi dizi bulutlarını ufukta topladığı, güneş, görünmez fırçasile ağaçların tepelerine dile gelmez renklerinden sürdüğü zaman, ben de bir kayanın üstüne oturdum Koşmaktan, didinip çırpınmaktan takati kesilmiş vücudumu dinlendirmeğe O kadar muhtaçtım ki.. Artık seni bulmaktan da ümidim kalmamıştı…

O zaman, boşa çıkmış mücadeleler, işe yaramaz didinmelerden sonra evine dönen yorgun, bir adam gibi, ben de içime, kendime döndüm.

————————————————————————————–

Ah Devletlim, sana evvelce de söylemiştim. Güneşler doğar batar, yıllar yılları, devirler devirleri kovalar; dünya seyrinde, kâinat devrinde, sadık köleler gibi, şaşmadan durup dinlenceden eskiyip yenilenir ve bu bir yandan ölüp bir yandan dirgen cihan, yiğitlerin kuvvetleri, cihangirlerin pazuları, zekâ ve idrâk hamlelerinin harikaları ile mamur olup ahenklenirken, insanoğlu yapan her zorluğu yenen her müşkülü başaran insan, bir âşık gölünün o kendini ve kâinatı yağmaya veren yanıklığını dile getiremez.

İzin ver Devletlim, izin ver de bu akşam, lafza gelmez bir kıyametin karşısında her vakit ki gibi derin derin susayım!

————————————————————————————–

Bana, tarif edilmeyeni tarif et, dedin. Bu nasıl mümkün olur Devletlim?

İnceleyin:  Türk'lerin İmar ve İhyâ Ettiği Şehirlerden Bir Şehir Olan 'Belgrat'

Bilirim, hep olmazları oldurur, muhalin başını imkân tarağı ile tararsın. Ama gene de insaf et Devletlim, bende o taşları su gibi akıcı, bulutları kaskatı dondurucu, ateşleri bahar rüzgârına çevirici kudret nerede, söyle nerede?

————————————————————————————–

Bana, söyle, deme yoldaşım. Bugün: susmak istiyorum.. Sözlerimi gönlümün kınına sakladım; söyle, diye üstüme varma.. Şayet sana uyar da onları çekip çıkarırsam, el sürenin parmakları doğranır.

————————————————————————————–

Zaman zaman hislerimin kapısını çalan, aldırış etmezsem zorlayan bir el vardır. Ona :

— Kimsin, ne istiyorsun? derim.

Cevap yerine içeri bir el uzanır. Düşünürüm. Para istemi yen, mala rızka tamâ etmeyen bu avuca ne koyacağımı uzun uzun düşünürüm ve düşüncelerim bir karara bağlanamayınca da, sualimi hiddetle tekrar ederim.

O, belki dalgınlığıma, belki unutkanlığıma belki de gafilliğime küsen, fakat gene de tesir ve halavetini eksiltmeyen se sile :

— Yokluk! der.

Varlık ânında verilen, yokluk olmaz ki vereyim.. Yokluk anında varlık bulunmaz ki, « gel al! » diyeyim.

————————————————————————————–

Söyle Devletlim söyle, gizliyi de söyle aşikârı da söyle., bilineni de söyle, bilinmeyeni de söyle.. Bunların, halkın kulağına gideceğinden endişem yok. Zira ne desen, neyi söylesen, ancak duyacak olan duyar; işitmesi lâzım olan işitir.

Eğer âlem halkı her söyleneni duymuş, her gösterileni görmüş, her anlatılanı anlamış olsaydı, gönül körlüğü gönül sağırlığı, agâhsızık, bigânelik, zevksizlik yer yüzünden kalkmış olurdu .

Söyle Devletlim, ne istersen, neyi dilersen onu söyle.

————————————————————————————–

Bilmem acaba biz insanlar, dâima ölçüsü ölçümüzü tutmayan fikirleri de giymekte ısrar ettiğimiz için midir ki gülünç ve zavallı olmaktan kurtulamamaktayız?

————————————————————————————–

İnsan oğlu zavallı bir mahlûk vesselâm! Bu dünya pazarına neyi aradığını, niçin salıverildiğini bilmeden gönderilen bir gurbet düşkünü için bu şenlik yakışır mı? Acaba biz kendimiz buraya gelmeklikten maksut olan netîceyi hâsıl etmiş miyiz ki, aynı gurbet diyârına ayak basan bir başka yolcuyu el çırparak, sevinerek karşılarız? Sonra, evet sonra da, bir son yıkanış mukadder olan aynı yolcuyu uğurlarken, sanki bu diyâra gelen bir daha gitmezmiş gibi, arkasından saçımızı başımızı yolarız!..

————————————————————————————–

‘Bana tarif edilmeyeni et’ dedin. Bu nasıl mümkün olur Devletlim?

Bilirim, hep olmazları oldurur, muhalin başını imkan tarağıyla tararsın. Ama gene de insaf et Devletlim, bende o taşları su gibi akıcı, bulutları kaskatı dondurucu, ateşleri bahar rüzgarına çevirici kudret nerede, söyle nerede?

Acaba tarif edilmeyeni et, derken, yedi cehennemi yakıp kül edecek bu gönül ateşini mi dile getirmemi istedin? Ah Devletlim, sana evvelce de söylemiştim. Güneşler doğar batar, yıllar yılları, devirler devirleri kovalar; dünya seyrinde, kainat devrinde, sadık köleler gibi, şaşmadan, durup dinlenmeden, eskiyip yenilenir. Ve bu bir yandan ölüp bir yandan dirilen cihan, yiğitlerin kuvvetleri, cihangirlerin pazuları, zeka ve idrak hamlelerinin harikaları ile mamur olup ahenklenirken, her zorluğu yenen, her müşkili başaran insanoğlu bir aşık gönlünün o kendini ve kainatı yağmaya veren yanıklığını dile getiremez.

İzin ver Devletlim, izin ver de bu akşam, lafza gelmez bir kıyametin karşısında her zamanki gibi derin derin susayım.’

————————————————————————————–

Şimdi bana dersin ki: Öyle ise niçin muazzam bir selin çağıltısını çerden çöpten engellerle önlemek istiyorsun? Sen ki ancak bir kovacık alabilecek güçtesin, bir ummânı kendi mahdut (sınırlı) varlığına nasıl sığdırabilirsin? Doğru… esâsen benim de eksik ve hatâlı cephem bu işte. Denizi bir kovaya sığdırmaya uğraşmak. Belki gene dersin ki; mâdemki kınayacak iktidardasın o halde onları tashih et (Düzelt) .. Hayır Leylâ, hayır… Bir şeyi ilmen bilmek hattâ tenkit ve tahlil salâhiyetini (Eleştirme, inceleme yetkisini) kazanmış olmak, o şeyi halletmek demek değildir. Nice bildiğimiz ve bildirdiğimiz gerçekler vardır ki, bunları bizzat gerçekleştirememekteyiz..

————————————————————————————–

“O zaman, boşa çıkmış mücâdeleler, işe yaramaz didinmelerden sonra evine dönen yorgun bir adam gibi, ben de içime, kendime döndüm.”

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir