Bilimsel Ufkun Sınırı
“Her ilim sahibinin üzerinde daha iyi bilen biri vardır.” (Yûsuf, 76)
“Size ilimden ancak az bir pay verilmiştir.” (İsrâ, 85)
“Bilimin herşeyi başarması mümkün değildir. Bu nedenle bütün problemleri halledecek bir yol bulacağı varsayımı, insanlığı nihayetinde kaosa sürükleyecektir.”
Nobel Fizik ödülü sahibi Polykarp Kusch
Aşırı bir ateist olan kimyager Peter Atkins şöyle der: “Dindarlar, evrende veya deney dünyasında bilimin aydınlatamayacağı karanlık bir nokta olmasını dilerler. Fakat bilim, şimdiye değin hiçbir engelle karşılaşmamıştır, indirgemeci (reductionism} anlayışın başarısız olacağı düşüncesinin arkasında yatan asıl sebep ise bilim adamlarının karamsarlığı ve dindarların zihnine hâkim olan korkulardır. 1 Atkins, bu noktada Comteun fizik ve biyoloji alanlarında başarısını ortaya koyan bilimin diğer alanlarda da düşünceyi tekeline alması gerektiğini zira insanlığın bütün sorularına yanıt verebilecek kabiliyete sahip olan tek metodun bilim olduğu yönündeki iddiasını hatırlatır.2
Atkins’in sözleri ışığında bilimcilik nedir sorusunu yeniden sorabiliriz. Bilimcilik, bilime olan güvenin kibirle karışık bir biçimde yaygınlaşmasıdır. Ayrıca bilimin bütün düşüncelere uzanabileceğini, bütün renkleri birbirinden ayırt edebileceğini, bütün tat ve kokuları algılayabileceğini iddia eden bir vehimdir. Bilimcilik, duyunun bilinç ve idrak âlemine isyanıdır. Bu noktada şu soruları sormamız gerekmektedir:
- Bilim, maddeye ve doğa yasalarına dair her şeyi açıklama imkânına sahip midir?
- Bilim, maddi âlemde varlığı fark edilen bir kısım arazları açıklama imkânına sahip midir?
- Bilim, başlangıç ve nihai son gibi sorulara yanıt verme imkânına sahip midir?
- İnsan, maddeden mi ibarettir?
- Bilimin ahlak ve estetik konularına dair sarf ettiği sözlerin bir kıymeti harbiyesi var mıdır?
- Bilginin duyusal gözlem alanına ve laboratuvar ortamına indirgenmesi, bizi gerçekliğe mi ulaştırır yoksa cehalete mi?
BİLİM VE BİLİMSEL ARAÇLARIN EKSİKLİKLERİ
Ateist bilimciler, şöyle demektedir: Bilim, doğal fenomenleri açıklamak, bilimsel araştırma metodunu geliştirmek amacıyla maddeyi merkezine alan mekanizmalar kurma ve sonradan gerçeklikle örtüştüğü açığa çıkan ön tahminlerde bulunma gibi hususlarda başarılı olmuştur. Sadece bunlar dahi bilimin her türlü meseleye dalabileceğin!, her türlü denizde yüzebileceğini göstermektedir
Bu grubun karşısında duran teistler ile geriye kalan ateistlerin büyük bir kısmı ise şöyle demektedir: Bilimin etki alanı sınırlıdır, bizleri ilgilendiren düşünsel alanların çoğuna erişme imkânı yoktur. Ateist filozof Michael Ruse, bu minvalde şu sözleri sarf etmiştir: “Bilim, gerçekliğe dair şu dört alana erişmekten acizdir: varlığın anlamı ve yapısı, ahlak ve bilinç problemi?[3]
O hâlde bilimin başarılarını, bilgi türlerini tamamıyla tekelinde tutma imkânına sahip olduğu yönündeki iddiaya delil olarak göstermek kabul edilemez bir tavırdır. Aksine bu mevzu, böyle yüzeysel ele alınamayacak derecede derindir. Zaten bilim de böyle bir imkâna sahip olduğunu iddia etmemektedir. Velev ki iddia ediyor olsun, vakıa aleyhine tanıklık ettiği için bu iddiası havada kalmaktadır.
Bilim, hedeflerini gerçekleştirme noktasında hırslıdır ve geniş bir hayal dünyasına sahiptir. Fakat neticede yapabilecekleri, sahip olduğu araçlarla sınırlıdır. Bu araçlar bazen bilimi erişemediği alanlara karşı duyarsız hâle getirebilmekte veya evrenin bir kısınma dair bilgisini eksik bırakabilmektedir. Çünkü eksiklik, bilimin doğasında vardır. Bazen bilimin, hakkında kesin karar verme imkânına sahip olmaması nedeniyle araştırma konusuna dair bilgiye erişmesi, olanaksız olabilmektedir.
Bilimsel metot, sahip olduğu araçların imkânlarıyla sınırlıdır. Bu hususta bilimsel aklın hareket ettiği çerçevenin darlığını idrak etmek için mikroskoplardan ve modern laboratuvarların keşfinden önce biyolojinin, modern rasathanelerden önce ise astronominin tarihine bakmamız, yeterli olacaktır. Bu doğrultuda bilim adamlarının, evrendeki büyük dokuyu ve canlılardaki hassas yapıyı anlama noktasında bugün kullanılan araçların ciddi eksiklikleri olduğunu fark edeceği, onlan ilkel addedeceği günler de mutlaka gelecektir.
Bilim -materyalist bir bakışla dahi- duyunun idrak alanı dışında kalan alanlara dair herhangi bir şey söyleme imkânına sahip değildir. Bu bakımdan bilim, duyu organlarının veya kullanılan araç-gereçlerin imkân verdiği ölçüde eşyayı araştırabilmektedir. Sahip olduğu etkiler üzerinden idraki mümkün olmayan veya bunun da ötesinde kalan varlıkları idrak etmesi ise mümkün değildir.
Bilim, içerisinde bulunduğu zamanın ufkundan öte bir ufuk olmadığı düşüncesiyle her zaman ilim ufkunun nihayetine ulaştığını zannetmiştir. Bu, bilim adamlarının defalarca içine düştüğü büyük bir hatadır. Amerika-Kanada kökenli gök bilimci Simon Newcom’un 1888 yılında yazdığı şu satırlar, bu durum için dikkate şayan bir örnektir: “Astronomi bilimi bakımından sona ulaşmamız çok yakın görünüyor.” 1894 yılında ise daha sonra Fizik Nobel ödülünü alacak olan Albert Michelson, yeni keşifler nedeniyle bilgimizin genişlemesi ihtimalinin son derece zayıf olduğunu iddia etmiştir. Modern fiziğin kurucusu olarak kabul edilen William Thomson ın ise 1900 yılında şu meşhur sözleri söylediği iddia edilmiştir: “Bugün itibarıyla fizik bilimi bakımından ölçümlerin çok daha hassas bir şekilde yapılması dışında, keşfi mümkün olan yeni bir şey kalmamıştır.”[4]
Bilimin nihai noktaya ulaştığı yönündeki söylem, 20. yüzyılda da devam etmiş ve bu çağın sonuna değin varlığını sürdürmüştür. Meşhur bilimsel dergilerden birinin editörlüğünü yapan John Horgan, Bilimin Sonu: Bilim Çağının Sonunda Bilginin Sınırlarıyla Yüzleşmek isimli kitabını, 1997 yılında yazmıştır. Ardından bazı bilim adamlarıyla yaptığı görüşmeler neticesinde şu açıklamayı yapmıştır: “Bilime inanan insanın, büyük ihtimalle, bilimsel keşiflerin gerçekleştiği çağların geride kaldığına da inanması gerekir. Burada bilimle uygulamalı bilimi kastetmiyorum. Aksine bilimin en saf ve en muazzam formunu yani evreni ve içerisindeki yerimizi anlama noktasındaki insani çabayı kastediyorum.”[5]
Bizler ancak belirli titreşimleri duyabilen işitme yeteneğimiz ile sınırlı bir hâlde yaşamımızı sürdürüyoruz. Sadece 380 ila 740 nanometre arası bir dalga boyuyla sınırlı olmak üzere belirli ışık spektrumlarını görebiliyoruz. Duyularımızdan herhangi birisini kaybetmemiz durumunda, genellikle varlığa dair bir hususu anlama yeteneğimizi de yitiriyoruz. Farzımuhal gözlerimiz olmasa keşfi için çabalamak bir yana, renklerin varlığını ve aralarındaki farklılıkları dahi tasavvur edemeyiz. Kulaklarımız olmasa ses diye bir şeyin varlığından bihaber kalırız… O hâlde duyusal idrak alanı, bilimsel araştırmaların çerçevesini belirlemede etkin rol oynamaktadır. Bu durum ise bilimcilere şu hususu hatırlatmamızı gerektiriyor: Belki de çevremizde yer alan maddi varlıklar içerisinde, hakkında bilgi toplayacak duyusal bir yetenekten yoksun olmamız nedeniyle aklımızın tasavvur edemediği şeyler vardır!
Bilim, bazı şeyleri idrak etse de yapısı gereği gizli olan başka bazı şeyleri bilmekten acizdir. İnsan maddeye, hayata ve bilince dair birtakım hususları idrak edebilmektedir. Bununla birlikte maddenin, hayatın ve bilincin hakikatini idrak etmekten acizdir. Bir şeyin sadece belirli bir yönünü idrak etmek ise tamamım idrak etmekle eşdeğer değildir.
Bilim, iyi bir matematik dili kullanarak yer çekimi hakkında konuşabilir. Bu sayede roketlerin, dünyanın çekim alanını aşabilmeleri için gereken hızı da hesaplayabilir. Fakat bilim yer çekiminin hakikatine yani mahiyetine dair bir söz söyleyemez. Çünkü bu, özler yerine detaylarla ilgilenen bilimin sınırlarını aşan bir problemdir.
Fizik bilimi alanında yapılan araştırmalar, matematik hesaplamalar ve kuantum fiziğine dair ortaya konan tahminler sayesinde, evlerimize giren teknolojik aletlerin çoğunda bulunan atom altı parçacıkları bizlere tanıtabilmektedir. Fakat atom altı âlemin hakikati, gizemini korumaya devam etmektedir. Kuantum fiziği adına yapılan araştırmalardaki iddiaları inceleyen biri, durumu izah etme noktasında yaşanan ihtilafların ne raddeye vardığını kolaylıkla fark edecektir. Örneğin Kopenhag Okulu, temel akli ilkelerin atom altı âlemde geçersiz kaldığını söylemektedir. Buna karşın evrenimizin her an yeni evrenler ürettiğini iddia eden paralel evrenler düşüncesi, bu iddiaya karşı koymaktadır. Aklın ilkelerini ortadan kaldıran veya yeni evrenlerin üretildiğini iddia.eden bütün bu aşırı yorumları olanaksız gören David Bohm ekolü ise her ikisine de karşı çıkmaktadır… Fizikçilerin, bugün itibarıyla hakikatini idrak edebilme imkânımız olmaması nedeniyle atom altı âlemle ilgilenmemesi gerektiğini söyleyen bir başka ekol ise bambaşka bir perspektiften meseleye bakmaktadır. Bu nedenle fizikçi John Gribbin,[6] Q isfor Quantum:An Encyclopedia of Partide Pby- sics adlı ansiklopedinin “Kuantuma Dair Açıklamalar” başlığı altında şöyle demiştir: “Hafta başında bir görüşü, hafta sonunda ise başka bir görüşü benimsemen mümkündür. Fakat ne olursa olsun, atom altı âleme dair yapılan açıklamaların herhangi birinin gerçeği temsil ettiğine inanmaktan kaçınman gerekir.”[7]
O hâlde bilimcilik nedir? Ateist filozof Massimo Pigliuc- ci’nin[8] de ifade ettiği üzere bilimcilik “Bilimin, yeterli zaman verilmesi ve özellikle maddi destek sağlanması durumunda, anlamlı olan bütün sorulara cevap verebileceğini iddia eden bazı bilim adamlarının fikrî kibridir.”[9]
Bilimcilik, gerçek olma ihtimali son derece zayıf olan bir metafiziğe, dinlerin ortaya koyduğu metafiziğin çok daha ötesinde bir metafiziğe inanmaktadır… İnançlı bir kişi, kendisine gizli kalan şeyleri bir süre sonra herhangi bir engel söz konusu olmaksızın görebilmekle vaat olunmuştur. Bilimcilerin metafiziği ise hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Çünkü bilimin erişemeyeceği şeyleri vaat etmektedir. Mümkün sınırlar içerisindeki bilimsel soruların tamamına cevap verilirse dahi, hayata dair büyük soru(n)lar, cevapsız kalmaya devam edecektir.
BİLİM VE “NEREDEN-NEREYE?” SORULARI
Amerikalı teolog Robert Charles Sproul,10 “Cosmos” isindi eğitsel televizyon programı sayesinde, “Geçmiş ile şimdiki zamanlarda vuku bulan ve gelecekte olacak olan her şey [maddi] varlıktan ibarettir.” sözünün sahibi olan ve aynı zamanda materyalist söylemleri Ameriklı gençler arasında yaymayı başaran meşhur ateist, gökbilimci ve kozmolog Cari Sağan11 ile bir müddet mektuplaştıklarını belirtir.12 Bu mektuplaşmaların sebebi, ikilinin teoloji ve evrenin kökeni konuları hakkında tartışmalarıdır.
Söz konusu.mektuplarda ikili, Sağanın da kabul ettiği büyük patlama teorisine dair konuşmaktadır. Sağan, şu anki bilimsel veriler ışığında büyük patlamadan sonraki ilk saniyeye dönmemizin mümkün olduğunu söyler. Buna karşılık Sproul, şu cevabı verir: “Güzel! O hâlde müsaade et, bundan da öncesine dönelim. Sana göre bu patlamadan önce ne vardı? Daha önce sonsuz küçüklükteki bir nokta içerisinde bir bütün olarak maddenin ve eneıjinin sıkıştığı, tam bir yoğunluğun varlığından bahsetmiştin. Bu nokta, ezeli bir şekilde hem düzenli hem de kusurluydu. Fakat aniden patlamaya karar verdi! Onu ilk hâlinden ikinci haline nakledenin kim olduğunu bilmek istiyorum. Durağanlığını harekete çeviren harici kuvveti bilmek istiyorum. Sağan, cevaben şöyle der: “Tabi ki bu aşamaya dönmemiz mümkün değil. Ayrıca bu aşamaya dönmeye ihtiyacımız da yok! Sproul, şu cevabı verir: “Evet, senin bu aşamaya dönmeye ihtiyacın yok. Çünkü sen, büyük patlamanın nedensiz yere gerçekleştiğini düşünüyorsun. O hâlde sen sihirden bahsediyorsun. Sihrin ise bilimde yeri yoktur.”13
Bilimin, maddi varlığın arkasında ne olduğu sorusuna cevaben nedensiz yere var olduğunu iddia eden hurafeye inanmaktan başka çaresi yoktur. Evrenin nedensiz yere var olduğunu söylemek ise bilimsel değildir. Çünkü bilim, neden-sonuç ilişkisini inceler. Eşyanın varlığını nedensizliğe isnat etmek gerçekte kötü bir sihir örneğidir. Çünkü sihir bile -her ne kadar harikulade olsa da- bir nedene ihtiyaç duyar.
Materyalist yaklaşımlar, her zaman bir silsile hâlinde başka bir şeye tesir eden, ortaya çıkışını ve özelliklerini izah eden bir şeyin olduğunu varsayar. Oksijen ve hidrojen, suyun varlığını açıklar. Oksijen ve hidrojenin kökenini takip ettiğimizdeyse -zamansal açıdan ne kadar uzak olursa olsun— kendinden önce bir başlangıcın bulunmadığı bir noktaya erişmek durumunda kalırız. Fakat biz, ilk maddenin başlangıcını araştırıyoruz. Onun açıklaması zorunlu olarak maddi âlemin haricinde olmak du- rumundadır. Bu ise deney-gözleme konu olamadığı için bilimi aşan bir alandır.
Sözlüklerde yapılan tariflere göre bilimsel faaliyetler, maddi âlemle sınırlıdır. Herhangi bir şekilde bu sınırı aşamaz. Nitekim bilimi, “doğa fenomenlerine dair bir açıklama yapabilmek ve tahminde bulunabilmek amacıyla deneysel sürece elverişli argümanlar kullanılarak yeni bilgiler elde etme faaliyeti” şeklinde tanımlayan ABD Ulusal Bilimler Akademisinin bu tanımında da aynı noktaya değinilmiştir.[14]
Özü ve arazları itibarıyla bir nesnenin varlığına dair bilimin sahip olduğu dar perspektif, maddeyi aşarak daha büyük, mühim ve dönüştürücü sorular sormasını engellemektedir. Bu sorulardan bir kısmı şunlardır:
- Bir şeyin varlığı, yokluğundan neden daha değerlidir?
- Neden başka bir varlık formu yerine bildiğimiz varlık formu meydana gelmiştir?
. Varlığımız arazları neden taşıyor? Özü itibarıyla neden bunlardan ayrı değil?
- Nereden geldik? Gidiş nereye?
- Gidişatımızın boş bir sona doğru olması mümkün müdür?
- Bütün güzelliğine, görkemine ve azametine rağmen var- lığımızın amaçsız bir hayatın çok kısa bir süresinden ibaret olduğu düşünülebilir mi?
- Varlık sadece bize mi mahsustur? Yoksa bu varlığın ardında başka bir varlık daha var mıdır?
Bütün bu sorular, felsefenin ortaya çıktığı ilk zamanlardan itibaren filozofların zihnini meşgul etmiştir. Bunlar genelde varlığın başlangıcından öncesine, sonuna ve ondan da sonrasına ilişkin sorulardır. Bilimsel metot ise bunun aksine, maddi varlık ile işe başlamakta, onu aşamamakta ve evrenin ısı ölümüyle birlikte son bulmaktadır.
ilke ve gayeye dair sorulara olumsuz yönde cevap vermek, bilimsel ve temel bir gereklilik olarak varlığımızın anlamsız, değersiz ve hedefsiz olduğunu söylemek, varlığı maddeye, arazlara, enerjiye ve harekete hapsetmektir. Bu ise natüralizmin metafizik boyutunun doğal bir neticesidir.
Bir bilim adamı, bütün cevap araçlarını elde edebilmek ama cıyla bilimin maddi sınırları aşabilme kudretiyle iftihar ettiğinde önce kendini sonra da bilimi hakir duruma düşürmektedir. Çünkü kendi alanı dışında konuşan bir kimsenin sözleri ancak tuhaflıkla nitelenebilir. Bu nedenle Nobel ödülü sahibi Medawar,[15] şöyle demiştir: “Bilim adamının doğru sözlü ve güvenilir olduğu yönündeki imajını yitirmesine sebep olacak en kestirme yol, kesin bir dille bilimin önemli olan bütün sorulara cevap verdiğini veya vereceğini söylemesidir. Bir diğer husus ise bu kimsenin, bilimsel açıdan cevaplanmaya elverişli olmayan soruların bazen soru dahi olmadığını veya bunların basit kimseler tarafından ortaya atılan hatalı sorulardan ibaret olduğunu, bu tür soruların ise ancak basit kimseler tarafından cevaplanmaya çalışıldığını iddia etmesidir. Bununla birlikte bilimin bir sınırı olduğu gerçeği, öncelikle çocuklar tarafından ortaya atılan ‘Her şey nasıl başladı?’, ‘Niçin hepimiz buradayız?’, ‘Hayat neden var?’gibi temel soruları cevapsız bırakmasında açığa çıkmaktadır.”[16
Bilimin sınırı, sadece var olanı göstermesinde saklıdır. Başlangıç, amaçlılık, gereklilik ve doğruluğa dair soruları cevaplaması ise mümkün değildir. O, görünenin veya sınırların ardındakine dair bilgiye değil, mevcut olanın bilgisine erişmeye çabalar.
Natüralizm, kültürümüz için üzerinde görüş birliğine varılmış bir realite var etti. Bu, bizde öyle bir yerleşti ki nereye dönersek dönelim onu görür olduk. Bunun da ötesinde her şeyi onunla bakar olduk.17
Filozof John Polkinghorne (18)
BİLİM VE BİLİNÇLİ VARLIKLAR
Bilimin ameliyat masasında veya mikroskop altında incelediği insanın mahiyeti nedir? O; akleden, ümit eden, seven veya cömertlik yapan bir varlık mıdır? Yoksa et, kemik ve kıkırdaktan ibaret olan bir kütle midir?
Varlık tasavvurunuzun merkezine, insana ayrıcalıklı bazı ikramlarda bulunan yaratıcı bir Tanrı yerleştirdiğinizde, birinci cevabı vermiş olursunuz. Şayet insanın, bazı fiziksel süreçlerin neticesinde ortaya çıkan maddi bir varlıktan ibaret olduğu kanaatindeyseniz, ikinci cevabı vermiş olursunuz. O hâlde insanın hakikati, fiziksel boyutlarına değil, bir Tanrının varlığına bağlıdır.
İnsan ilahi ikramdan soyutlandığı, fiziksel özellikleri merkezinde tanımlanabilecek bir nesneye indirgendiği takdirde, hücre gibi daha küçük canlı organizmalardan veya enzimler ya da atomlar gibi cansız parçacıklardan ibaret görülecektir. Bu nedenle Danvinist- lere göre dinî düşünce, adaptasyon sürecinde geçici birtakım faydalar sağlayan hurafelerden ibarettir. Fizikçiler ise insani davranışla- nn, beyinde meydana gelen kimyasal uyaranlara tepki olarak ortaya çıktığını iddia etmektedir. Artık bu aşamada sevginin dahi birtakım geçici kimyasal süreçlere indirgenmesi, bizleri şaşırtmamalıdır.
Cömertlik ve diğerkâmlık da dâhil olmak üzere insandaki bütün güzel nitelikler, indirgemeci (reductionism) anlayışın vurduğu neşterler neticesinde yok olmaktadır. Nitekim evrimsel psikolojide insandaki diğerkâmlık özelliği, ilkel insanlardan itibaren bireyler arasında oluşan birlik Ve kaynaşma hâlinin neticesinde, kişinin mensup olduğu kabileye karşı bilinçsizce beslediği bir tarafgirlik olarak görülmektedir.
Kuşkusuz bilim, gözlem ve analiz sürecinde insana dair ortaya koyduğu perspektiften çıkmaya veya insana duyusal ve nicel olarak yaklaşma alışkanlığını değiştirme imkânına sahip değildir. Bilimsel metot, insanın bedensel özelliklerini rakamlar, nicelikler ve genellemeler üzerinden analiz etmektedir. Bu nedenle insanın fiziksel yapısını olduğu gibi yansıtmaktan başka bir işleve sahip değildir.
İnsana dair ortaya konan, onu duyusal sürecin yapısı ile yer çekiminin etkisine indirgeyen söz konusu bilimci ve zorba perspektif, bir kişinin gökyüzüne baktığında hissettiği samimi tutkuyu, dostlarıyla muhabbet ettiğinde veya çocuklarını kucakladığında hissettiği sıcaklığı değersizleştirmektedir. Bu yaklaşım insanı, hayvanın da aşağısına konumlandırmaktadır. Çünkü bilimcilik, insanda mekanik olarak işleyen özellikler dışında kalan bütün nitelikleri yok etmektedir.
-Mekanikleşmiş insan– şiirden zevk algılarını yitirmiştir. Hatta ona göre mevcut varlıklar tamamıyla ruhsuzdur. Bu nedenle de güzel olan hiçbir şey yoktur. Zira her şey, dünyaya sıkı sıkıya sarılarak hayatta kalma arzusundan doğmaktadır. Ona göre bütün bu olanlar, beyinsel dalgalanmalardan ve hormonal değişimlerden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle de aslında et yığınından ibaret olan beynimizde meydana gelen bu mekanizmanın psikolojik arka planını, beyin dalgalarını ve hormonal değişimleri takip ederek anlamamız mümkündür. Fakat hormonal değişimler, zevk ve acı bakımından psikolojik olarak yaşanan deneyimin kendisi değildir. Bu dalgalanmaların varlığı insana bağlıdır fakat insanın varlığı ona bağlı değildir. Yanma, yaralanma veya felç kalma gibi durumlarda sinirsel faaliyetleri gözlemlememiz, acıyı hissettiğimiz anlamına gelmez. Yüksek tansiyonun ardından kanın normal seviyeye inmesi, birdenbire kişide bir umut yeşermesiyle aynı şey değildir. Dondurmanın kimyevi içeriğini bilmek, sıcak bir yaz vaktinde, masmavi gökyüzünün altında, sahil kenarında gezinirken dondurmayı tatmakla aynı şey değildir.
İnsan, dış dünyadaki maddi varlıkların doğasıyla içiçedir. Ayrıca kendi bedeni de aynı doğal yapıya sahiptir. Fakat burada varlığa bakışımızla ve onu hissetme, ona dair yargı ortaya koyma gibi niteliklerimizle alakalı olarak ciddi bir farklılık söz konusudur. Zira insanın biyolojik ve kimyevi yapısından çok daha muazzam ve derin bir varlık olduğu, şüphe götürmez bir gerçektir.
Bilim, insanın kendi doğasını anlama noktasında hissettiği susuzluğu giderememektedir. Çünkü insanın sadece dışa bakan yanını, motor hareketler ve büyüme gibi fiziksel niteliklerini incelemekte, iç dünyasıyla ilgilenmemektedir. Bu nedenle John Polkinghorne, şöyle demiştir: “Bilim, içerisinde yaşadığımız ve bir- j çok katmanı bulunan gerçekliğin sadece bir yüzünü görmektedir.
Genele odaklanmakta, şahsi ve bireysel olanı ise parantez içerisine almaktadır.”[19]
Friedrich Hayek20, Bilimcilik ve ToplumsalYapımn İncelenmesi adlı kitabında, doğa bilimlerine körü körüne teslim olmanın yarattığı tehlikeye dikkat çekmiştir. Zira bilim -Hayek’in de ifade ettiği üzere— doğa ile ilişkisinde objektiftir. Bu nedenle de sadece duyu yoluyla idrak edilen özelliklere odaklanmaktadır. Ayrıca modern bilim, insani doğanın efendisi yapmayı ve ondan fayda elde etmesini sağlamayı amaçlamaktadır. Bu İse ancak doğanın madde odaklı, ölçülebilir, süreklilik arz eden ve tahmin edilebilir yönüne odaklanmakla mümkündür. Bu nedenle matematik, insanın şifresini çözme ve hakikatini anlama dili olarak görülmüştür. Oysa insan olması bakımından insan, böyle değildir. Çünkü insanın kendisiyle ve çevresiyle etkileşime giriştiği niteliksel yapı, bilincine hâkimdir. Bu nedenle insan, rakamların diliyle açıklandığında kendisini tanıyamayacaktır. Çünkü yaşadığı sevinç, kaygı, eğlence, ümit, tutku gibi haller, kilogram ya da uzunluk cinsinden şeyler değildir.
Tıp, bilimin insan ile ilişkisinde yaşanan krizi gün yüzüne çıkarmaktadır. Örneğin depresyona yakalanan bir kimsenin hastalığı, motor hareketleri ile düşünsel ve sosyal aktivitelere katılımı doğrultusunda gözlemlenir. Daha sonra ise gözlemden elde edilen nitel veriler, rakamsal veya sınıfsal verilere dönüştürülerek hastanın bünyesine dair bir kanaat oluşturulur. Bu verilerin değişmesiyle de hastadaki değişim, iyileşme veya kötüleşme durumu belirlenir. İlaç firmaları ise söz konusu sayısal ve objektif sonuçları, ürünlerini pazarlamak için kullanın Oysa depresyon tamamıyla insani bir durumdur. Bu nedenle de rakamlardan veya ilaçların kimyasal oranlarından çok daha karmaşık ve nitel bir gerçekliktir.[21]
Bilimin gözünde renksiz, tatsız, soğuk bir varlık olan insan, boşlukta asılı durmakta, hareket ve durağanlık arasında gidip gelmektedir. Varlığı doğumla başlar, ölümün hırıltısıyla birlikte tamamıyla nihayete erer. Bu bakımdan o, nabız atımı, kan akışı, eklemlerin kıvrılması, kasların kasılması ve hücrelerin doğup ölmesinden ibaret olan kapalı bir âlemdir. O hâlde bilim, bilincimizdeki insan tasavvuru ile kendi anlayışındaki insan tasavvurunu uz- laştıramadığı için insanın kendisine ve çevresine dair bilincine eri- şememektedir.
Bilimsel metodun, insani hakikati ele alma noktasında, objektiflik kriterini şart koşması ve sadece doğal fenomenlere odaklanması, insanda var olan sübjektif nitelikleri ortadan kaldırmaktadır. Bu nedenle de insanı anlamak için ortaya konan bütün çabalar onun hakikatinden uzak kalmaktadır. Çünkü insanı, kendisi ve çevresine dair oluşan bilinç sayesinde var ettiği kişiliğinden ayırmak mümkün değildir.
Esasında bilim, insanı geliştirmemekte, onu hayra yönlendir- memektedir. Sadece farklı hallerde nasıl davranacağını, bir makineden ibaret olan bedeninin çalışması esnasında karşılaştığı hasarları nasıl gidereceğini, uzuvlarının ve iç organlarının mekanik fonksiyonlarını nasıl geri kazanacağını keşfetmek amacıyla onu analiz etmekte, daha küçük, fiziksel parçalara ayırmaktadır…
“Doğa bilimlerinin renk, tat, acı ve haz gibi olgular hakkında konuşması mümkün değildir. 0, güzele, çirkine, iyiye, kötüye, Allah’a ve ebediyete dair hiçbir şey bilmez. Bununla birlikte bazen bu konularda en iyi cevabı verdiğini iddia eder. Fakat bu cevap, genellikle ciddiye alınamayacak derecede saçma olur.22
Ermin Schrödingeı[23]
Buraya kadar aktardıklarımızı özetleyecek olursak bilinciyle, duygularıyla, özgür iradesiyle insan cansız, bilinçsiz ve iradesiz nesnelerin çok daha ötesinde bir varlıktır. Bu nedenle onu anlamak için hayat, hikmet ve irade sahibi olan, ayrıca bunları bir başka varlıkta var etme kudretini de haiz olan bir zata İhtiyaç duyarız… Kuşkusuz üstün ve yüce varlıkları izah etmek için adi ve düşük şeylere başvurmak akıllıca bir tavır değildir. O hâlde madde, açıklama olmak için yeterli değildir.
AHLAKA VE GÜZELLİĞE DAİR BİR SORU
Bilimciliğe inanmak, ahlakı daha doğmadan öldürmeye sebep olacaktır. Natüralizmi kabul etmemiz ise nesnel ahlakın sadece vehimden ibaret olduğunu söylememizi gerektirecektir. Bu noktada her şey, sadece biyokimyasal süreçlerden ibaret hâle gelmektedir. Biyokimyasal süreçler ise hak, batıl, hayır veya şer gibi kavramlara aldırış etmeyen ve atomlar üzerinde hâkim olan doğa yasaları çerçevesinde işlemektedir.
Şayet ahlaki bir fiil, kimyevi tepkimeler neticesinde ortaya çıkan duyusal bir işleyişten ibaretse ve yaşamın tek göstergesi, amaçsızca gerçekleşen hareketlilikse bilimsel metodu kullanarak ahlaki bilgiye erişmeyi arzulamak, herhangi bir birikimden yoksun olan bir kimse için en doğru seçenek olacaktır. Çünkü bilimsel metotla elde edilen bilgi, atom ve hareketle sınırlıdır. Bu nedenle bilim, ahlaka erişmekten veya onu anlamaktan çok uzaktır.
Önde gelen bazı bilimciler, bilimi ahlaki hiçlik açmazından çıkarmak amacıyla maddeci bir perspektiften hareketle herkesin benimseyeceği bir ahlaki düzen oluşturmaya çabalamıştır. Bu nedenle Sam Harris, refahımıza hizmet eden her şeyi ahlaki düzenin merkezine koymuştur. Fakat bu, bizleri herhangi bir neticeye götürmemektedir. Zira ontolojik bir zeminden yoksun olduğu sürece refahın kendisi de sübjektif bir kavram olarak kalmaya devam edecektir. Örneğin Hülâgû, Müslümanları öldürmenin refahın yegâne kaynağı olduğunu düşünmüştür. Müslümanlar ise
Hülâgu nun saldırılarına karşı müdafaya geçmeyi böyle görmüştür. Ayrıca bugün için kendi evrimsel süreçlerinde, akıllı canlılara dönüşme yolunda ilerleyen canlıların refahı problemi, bir evrimci olan Harris’in çözmesi gereken başlıca sorunlardandır. Bu canlıların söz konusu refahtan pay alamama sebepleri nedir? Ayrıca bir şeyi, sırf refah sağladığı gerekçesiyle yücelterek üstün bir konuma yerleştirmenin, ona sıkı sıkıya yapışmak gerektiğini söylemenin, ilkel hayattan ferdî bekasını temin etmek amacıyla çıkan şehir hayatına geçen ve sadece maddeden ibaret olan bir bireyde, herhangi bir karşılığı yoktur.
Refah ve mutluluk problemi gerek geçmiş çağlarda gerekse modem zamanlarda karşılaşılan en büyük felsefi problemler arasındadır. Aristo ’HStKaNLKoiiâjfEia[24] isimli kitabında, bu duruma işaret ederek şöyle demiştir: “Kişiler, mutluluğu muhtelif şeylerle tanımlayabilmektedir. Hasta olan biri için mutluluk sağhktır. Fakir olan için ise zenginliktir.”[25] O hâlde arzulanan nimetler bol, çeşitli ve değişkendir. Bu ise refahın ne olduğunu belirlemeyi zorlaştırmaktadır. Çünkü refah, istikrarlı bir durum değildir.
Bu nedenle radikal bir ateist olan biyolog P.Z. Myers,[26] Har- ris’in teorisine itiraz etmiştir. Myers, söz konusu itirazında adalet, merhamet ve sempati gibi kavramların bilimsel olmadığım vurgulamış ve Harris’i, önsel bilgilere dayanmayan bir çözüm ortaya atmakla suçlamıştır. Bu nedenle ona göre Harris m projesi tamamıyla bilim dışıdır.[27]
Bu meselede Harris’ten aldığı destek ile ilerlemeye çalışan evrim, hayır, şer, iyi ve kötü kavramları için objektif bir kriter belirleme arzusunda değildir. Çünkü bilim, dünyadaki açlığın neden- lerinı ve -adaletli dağıtılması durumunda- insanlığın tamamına yetecek olan doğal veya sınai ürünlerin hacmini belirleme noktasında ilerleme kat edebilir. Buna rağmen daima ahlak dairesinin dışında kalacaktır. Çünkü dünyadaki zenginliğin eşit veya adil bir şekilde dağıtılması yönündeki ahlaki gereklilik ilkesi, bilimsel düşüncenin dışında kalmaktadır. Size ve komşunuza yetecek kadar mala sahip olabilirsiniz. Fakat çoğu zaman komşunuza ikramda bulunmaktan kaçınırsınız. Bugün olduğu gibi ülkesinin maslahatını, başka ülkelerin vatandaşlarını aç bırakmakta gören birçok devlete şahit olabilirsiniz. O hâlde bilimsel tanım, ahlaki gereklilikle aynı şey değildir. ‘
Hamsin ahlaki norm problemine dair ortaya attığı çözümün işlevselliği, bilinçli bir varlık olan insan için en büyük faydayı sağlama amacı güden yararcı anlayışın (utilitarianism) karşılaştığı problemlerde gün yüzüne çıkmıştır. Bu problemlerden biri fayda temelli standartların (zenginlik, hikmet, dinginlik…) çatışması durumunda bu çatışmanın nasıl giderileceği ve kişisel çıkarlarla uyuşmayan adalet mefhumunun nasıl gerçekleştirileceği meselesidir. Ayrıca insani fiillerin yakın veya uzak neticelerinin kestirilememesi nedeniyle faydalı olanın ne olduğunu belirleme noktasında yaşanan güçlük de bu problemlerden biridir. Bir diğer sorun ise refahın topluma dağılımı noktasında, toplum üzerinde baskı kurma veya sadece tembellere hizmet etme gibi durumlara neden olacak şekilde vuku bulan bireysel eşitliğin doğasıdır.
Buraya kadar aktardığımız problemler nedeniyle bilimciler, ahlakın biyolojik süreçler neticesinde oluştuğunu iddia eden Darwinist söyleme yönelmişlerdir. Örneğin Darwinist bilim felsefecisi Michael Ruse Taking Darwin Seriously:ANaturalisticAp- proach to Philosophy isimli kitabında şu beş hususun, insanın ahlaki yapısının biyolojik kökenlerini ortaya çıkardığını söylemiştir:
- Karmaşık bir yapıya sahip olan ahlaki mizacın genetik olarak aktarılmaya müsait olması,
- Ahlaki davranışların, aktarım sürecindeki şansım artıracak derecede adaptasyon yeteneğine sahip olması,
- Ahlaki duyguların sahip olduğu bireysel gücün, bilgi düzeyinden zorunluluk düzeyine çıkacak şekilde insanın genetik kodlarında saklı bulunması,
- Genlerin ortaya çıkardığı özelliklerin, çoğu toplumların benimsediği ahlaki kurallarla uyumlu olması,
- Evrimsel sürece destek olabilmek adına nesnel bir ahlakın varlığını kabullenmek zorunda oluşumuz.
Ruse’un sözlerini destekleyen tek bir bilimsel çalışma dahi yoktur. Bunlar -Darwinistlerin âdeti olduğu üzere- ideolojik bir inancı desteklemek amacıyla ortaya atılan hayali efsanelerdir. Biyolojik yapının, ahlakı teşvik eden bir mizaca sahip olduğunu kabul etsek dahi ahlaki bilgiye sahip olmanın, ona uymayı gerektirmediği yönündeki itirazımız hâlâ yerinde durmaktadır. Diğer bir değişle, vakıayla uyumsuz bir şekilde mantıki bir gerekçeye dayanmadan, epistemolojiden ontolojiye atlamaları nedeniyle yönelttiğimiz itirazlar hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Ruse’un, günümüzde yaşayan ve ahlakı sadece bir vehimden ibaret gören önde gelen filozoflardan biri olması ise daha enteresandır.[28] Zira benimsediği ekol, laboratuvarında çalışan bir bilim adamına, içgüdülerine uymaksızın hareket etme olanağı tanımaktadır. Çünkü duyusal motivasyon, salt doğal hâliyle zorunluluk niteliği kazanmaz. Dawkins’in birçok konferansında ve tartışmasında doğum kontrol hapı kullanan bir kişinin, evrimin içimize yerleştirdiği nesli yayma içgüdüsüne karşı geldiğini söyleyerek vurguladığı husus da budur.
Bilimciler, ahlakın iptidai şartlarda yaşayan atalarımızdan itibaren genlerimizde programlandığını düşündürecek şekilde sürekli olarak onların torunları olduğumuz hususunu vurgulamaktadır. Oysa bu iddia, sezgilerimizle açıkça çelişmektedir. Zira bu durum, kesin bir biçimde reddettiğimiz ilkel ahlak anlayışını kınamamıza engel teşkil etmektedir. Şayet içgüdülerimiz, bilinçsizce ve mekanik bir şekilde işleyen doğal seçilimin bir neticesiyse gerçek anlamda ahlaklı olma umudumuz kalmamış demektir.
Sonuç olarak natüralist bilimciliğin, herkesi aşkın olan ve herkesi bağlayan nesnel bir ahlakın varlığı olgusunu ortadan kaldırdığını söylememiz gerekmektedir. Bu ise bilimin kendi ayağına sıkması demektir. Çünkü bilim, konu seçimi, bilimsel sürecin yer ve araçlarının belirlenmesi, verilerin düzenlenmesi, toplanması, bunlardan sonuç çıkarılması, bilim adamlarına ve kamuoyuna iletilmesi, daha sonra ise tüm bunların bilimsel çalışma alanında veya buluş yapmada kullanılması gibi bilimsel süreçlerde, ahlaka bigâne kalamaz.
20.yüzyılda yaşananlar, bu iddiamızı kanıtlamaktadır. Zira bu yüzyılın ikinci yarısının başlarında suyun, toprağın ve havanın zehirlenmesi, ozon deliği, Amazon yağmur ormanlarının yok olması, kimyasal ve biyolojik silahların yayılması gibi büyük çevre krizleri ortaya çıkmıştır. Durum öyle bir hal aldı ki gök bilimci Martin Rees, insanlığın 21. yüzyılda yaşamı tehdit eden büyük bir felaket olmadan yaşama şansının yalnızca %50 olduğunu iddia etmiştir.29
Abdü’l-Vehhâb el-Mesîrî, atom bombasını icat eden Amerikalı bilim adamıyla tanışır ve ona bu harika buluşu anında nasıl hissettiğini sorar. Bilim adamı cevaben ağız dolusu kustuğunu belirtir. Einstein ise Hiroşima’da meydana gelen elim hadiseden sonra şöyle demiştir: “Bunu yapacaklarını bilseydim, ayakkabıcılık yapardım.”30 Şayet bilim bilimsel faaliyetler, herhangi bir ahlaki ilke tanımaksızın yürütülmeye devam ederse kaçınılmaz olarak insanoğlunun yok olmasına sebep olacaktır. Çünkü insandaki aç gözlülük, ahlaki değerlerin rehberliği olmazsa merhametine galebe çalar.
“Bilim, ahlaki değerleri belirleme noktasında herhangi bir metoda sahip değildir ”
Richard Daıvkins 31
Ahlakın bilimsel bir zeminde ele alınması yani seçim, övgü ve suçlama gibi olgulara indirgenerek sadece yargılama ve ilerleme kriteri olarak görülmesi, tamamıyla ortadan kalkmasına neden olacaktır. Bu hâliyle biyolojik veya nörolojik süreçlerin sonucu olarak görülen ahlak, içerisinde şahsi eğilimlerin veya özgür iradenin hiçbir paya sahip olmadığı zorunlu bir kadere dönüşmektedir. Aslında bilim, sadece tanımlayıcıdır. Bu nedenle zorunluluk noktasında herhangi bir dayanak teşkil etmez, insani fiillerin meydana gelme sürecini ve neticelerini tanımlar. Ancak zorunlulukların temeli olmaktan oldukça uzaktır. Bu nedenle Pigliucci, Sam Harris’in Durum:Bilim Ahlaki Değerleri Nasıl Belirler? adlı kitabına yaptığı yorumda şöyle der: “Harris, bilimin -özellikle de sinir biliminin- içerisinde bulunduğumuz ahlaki çıkmazdan kurtulmamıza yardımcı olacağını ümit etmektedir. Ancak okuyucu, kitabın sayfaları boyunca bilimin bize sunduğu yeni ahlak anlayışına dair tek bir örnek bulamayacaktır.”[32]
Pigliucci, Sam Harris’in kitabında ortaya koyduğu çıkarımla- nn arka planındaki mantığı, özellikle de matematiksel bilgileri ve ahlaki inançları sorulduğunda insan beynindeki prefrontal kortek- sin aynı aktiviteyi gösterdiği şeklindeki görüşten yola çıkarak ortaya attığı, dünyayı tanımlamak ile değer yargıları belirlemek arasında herhangi bir ayırım yapmamamız gerektiği yönündeki çıkarımını komik bulduğunu söyler. Ayrıca Harris’in bu çıkarımının, yeni ateistlerin şimdiye kadar yazdığı en saçma şey” olduğunu belirtir. [33] Bütün bunlar fizyolojik tepkimeler ile ahlaki ödevler arasında zorunlu bir ilişki olmaması nedeniyledir.
“Ahlakı bilimsel formüllere indirgemeye yönelik ortaya konan her girişim, zorunlu olarak başarısızlıkla sonuçlanacaktır.n
Einstein 34
Estetiğe dair sorunlar, bilimsel çalışma alanının dışında da mevcuttur. Bir bilimci, evrendeki güzelliğin varlığını kabul edebilir. Örneğin Davvkins, bu hususta şöyle demiştir: “Bilimsel metot kullanılarak doğru anlaşıldığında evrenin, son derece güzel ve takdire şayan olduğu görülecektir.” Fakat Davvkins, bu güzelliği laboratuvar diliyle izah etme imkânına sahip değildir. Zira her ne kadar güzellik şekillerin simetrisinde, boyut ve İşlevlerdeki uygunluğunda,ve renklerin uyumunda açıkça ortaya çıksa da bu, bilimsel olarak kanıtlanamaz. Çünkü bilim çirkinliği bilemez, tanımla- yamaz ve eleştiremez.
BİLİMSEL KESİNLİK İLE
BİLİMSEL AGNOSTİSİZM ARASINDA
Bilimcilerin bilimden ve onun başarılarından gurur duyması ve bilime ister fizik ister metafizik âleme dair, diğer tüm düşünceleri yargılama imkânı vermeleri, bilimin başarıları nedeniyle hakikati keşfetme aracı olduğundan emin oldukları ve pozitivizme tam bir teslimiyetle inandıkları izlenimi vermektedir.
Oysa bilimci olduğu ifâde edilen bir faşım zevat, bilimin kesin bilgiye eriştirdiği yönündeki düşünceyi ve hakikati idrak etmeyi amaçlayan, gerçekçi ilkelere dayandığı iddiasını reddetmektedir. Bu durumda, bilimin evrendeki gerçekliği kavrama noktasında yeterli olduğu yönündeki bilimci söylem, en ufak bir kanıttan dahi yoksun hâle gelmektedir.
Bilimin kesin bilgiye eriştirmediği yönündeki iddia, daha önce bahsi geçen bilim adamlarına özgü bir görüş olmayıp, bilimle ve bilim felsefesiyle uğraşan birçok kimsenin benimsediği bir söylemidir.[35] Onlara göre bilim, gerçeğe erişme yolunda ortaya çıkan düşünce faaliyetlerinin en güvenilir olanıdır. Zaten bilimin cazibe
si, insanlara kesin hüküm vermemesinde yatmaktadır. Çünkü bilim, evrene dair yeni görüşler oluşturabilme adına araştırma, çürütme, sentezleme, sonra yeniden araştırma, çürütme ve sentezleme süreçlerinden ibarettir. Bilimsel görüşler kesin olduğu için değil, olası bütün eleştirilerin süzgecinden geçebildiği için güvenilirdir.[36]
Bu kimseler nezdinde bilim, herhangi bir şeyi ispatlama imkânına sahip değildir. “Bu durum, bilimsel olarak kanıtlanmıştır.” cümlesinin kendisi dahi kanıttan yoksundur. Çünkü bilim, var olan herhangi bir şey hakkında nihai bir söz söyleyememek- tedir.[37] Bu hâliyle her alanda bilimsel araştırmaları harekete geçiren temel unsur şüphedir.
Bir teorinin bilim camiasında makbul olması, belirli bir durumun sıhhatinin değil, söz konusu teorinin diğer teorilere üstünlüğünün kanıtıdır. Bilimsel “gerçeklik” mevcut koşullarla sınırlıdır. O hâlde inanca dayalı açıklamalara veya felsefi tercihlere, bilimsel iddialarla çeliştiği gerekçesiyle itiraz etmek mantıklı değildir. Çünkü bir iddia ancak gerçeklerle çeliştiği ortaya konduğunda geçersiz olabilir.
Gerçekliğe erişme noktasında doğa bilimleri, evrende işleyen yasaları ortaya çıkaracak genellemeler yapma imkânı vermeyen eksik tümevarım yönteminin[38] yetersizliği sorunuyla karşı karşıyadır. Tam tümevarımla bir sonuca erişmek ise çoğu zaman imkânsızdır. Çünkü evrendeki benzer niteliklere sahip olan nesnelerin tamamının aynı yasalara tabi olup olmadığını test edemeyiz. Demirin ısıyla genleştiğine dair bilgimiz, sınırlı sayıda demir parçasının test edilmesi neticesinde elde edilmiştir. Ancak bilim adamları, evrenin neresinde olursa olsun, bütün demirlerin ısıyla genleştiği görüşündedir.
Karl Popper, tümevarım sorununun çözümsüz olduğunu, bilim adamlarının gerçekleri ortaya çıkarma yeteneğine sahip olmadığını, aksine yaptıklarının alışılmadık bir olgu tarafindan çü- rütülebilecek tahminler ortaya atmaktan ibaret olduğunu belirtir. Pragmatik açıdan eksik tümevarımla, etkili bir yöntem olduğunu söyleyerek kesin bir sonuca varmak mümkün değildir. Bu nedenle elde edilen neticeleri genelleştirmemiz gerekmektedir. O hâlde yolumuz, fayda ile genelleme arasında bölünmüş durumdadır.
Russcll, bu kriz hakkında şöyle der: “Tümevarıma körü körüne bağlanan ve onun sınırlarında ısrar eden kimseler, mantığın tamamıyla deneysel olduğunu iddia etmek istiyorlar. Bu kimselerden biricik yöntemleri olan tümevarımın kanıtlanması mümkün olmayan mantıksal bir ilke gerektirdiğini ve bunun da yine tüme- varımsal bir esasa dayandığım, o hâlde burada önsel bilgi türünden bir ilkeye ihtiyaç olduğunu fark etmelerim beklemek beyhudedir.
Doğa yasalarını keşfetmenin, algılananla algılanamayamn bir- biriyle örtüştüğü şeklindeki ön kabul üzerine kurulu olduğu gerçeği, “Bilimin temel hedefi doğa yasalarım keşfetmektir. Bu sayede bilim, her türlü alana girebilecek, her türden düşünceyi tekeline alabilecektir.” şeklindeki söylemi problemli hâle getirmektedir. Bu ön kabule dair ise detayhca konuşmak gerekmektedir. [39]
Meseleyi ayrıntılandıracak olursak eksik tümevarımın, genelleme yapmanın her durumda mümkün olamaması nedeniyle bilimcilik için bir problem teşkil ettiğini söylememiz, onu tamamıyla reddettiğimiz anlamına gelmez. Şayet genelleme yaparken, herhangi bir şeyde bulunan bir niteliğe dair yargımızı ortaya koyar da bu niteliğin aynı cinsten başka bir nesnede de bulunduğunu tespit edersek bu yargıyı genele teşmil edebiliriz. Örneğin rastgele seçtiğimiz bir sebzenin acılığının, herhangi bir şeye konduğunda acı bir tat bırakacak olan kimyevi bir içerikten kaynaklandığını tespit ettiğimizde tümevarımsal bir deney yapmasak dahi bu sebze türünden olan bütün bitkilerin acı olduğunu söylememiz mümkün hâle gelecektir. Çünkü burada yöntemimiz gerekçelendirmedir, eksik tümevarım değildir.
Aynı şekilde tümevarım yöntemi kullanılarak elde edilen sonuçların, deney sürecini destekleyen akli deliller kullanılarak genelleştirilmesini de mümkün görmekteyiz. Buna, her olayın bir nedene bağlı olduğunu öngören genel nedensellik İlkesi, her olayın zorunlu olarak kendi doğal sonucunu doğuracağım öngören süreklilik ilkesi, olguları ve nitelikleri birbiriyle uyumlu olan bütün grupların, nedenler ve sonuçlar hususunda da uyum içerisinde olması gerektiğini ifade eden nedenler ile sonuçlar arasındaki uyum İlkesi de dâhildir.[40] Şayet böyle olmasaydı evrene kaos hâkim olurdu. Doğal olarak deneylerden elde edilen sonuçlar arasındaki uyum da ortadan kalkardı.
O hâlde sebepleri, aklı ve akla dayalı ilkeleri gözetmeden, tam tümevarım yöntemini kullanmak imkânsızsa bilimciliğin söylemlerinde tutarlılığa ulaşmasının hiçbir yolu yok demektir.[41]
Sami Amiri – Bilimcilik İdeolojisi : Ateizmin Bilim Sömürüsü,syf:
Dipnotlar:
1.John C. Lennox, God’s Undertaker: Has Science buried God?, 8.
2.Aron, Ees Etapes de la Pensee Sociologique^ Gallimard, Paris 1967, s.86-87. Hâlbuki Comte, daha mütevazı bir tutuma sahiptir. Çünkü metafiziği aşmayı teklif etmiştir; bilimin tekeline vermeyi değil.
[3] Mr»B»u^„dMls,imoPig|iuc.e(ls
[4] Peter Shave, The Rise of Science: From Prehıstory to the Far Future, Sprin-
ger, Cham 2018), s. 212.
[5] J. Horgan, The End of Science: Facing the Lim its of.Knowledge in the Tuıi- Hght of the Scientific Age, Little, Brown, London 1997, s. 6.
[6] John Gribbin (1946-): İngiliz kökenli astrofizikçi. Bilimin basitleştirilmesi faaliyetlerine önem vermektedir.
[7] John Gribbin, ed., Free Press, NY 1998), s. 320.
[8] Massimo Pigliucçi (1964-): Italyan kökenli biyolog ve filozof. Amerikan Bilimsel İlerleme Birliği üyesi. Amerika’da, Darvvinist görüşü savunan ve buna karşın yaradılışa karşı duran önemli isimlerden biridir.
[9] Massimo Pigliucci, Nonsense on Stilts: How to Teli Science from Bunk, The
University of Chicago Press, Chicago 2018, s. 235.
[10] National Academy of Sciences, Definitions of.Evolutionary Terms, http:/ /www.nas.edu/ evolution/Definitions. html.
- Robert Charles Sproul (1939-2017): Amerikalı muhafazakâr, evanje- list ilahiyatçı. Modern felsefe ile girişilen inanç tartışmalarına karşı ilgi duyması nedeniyle Amerika’daki dinî akımlar üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. 1
- ”!h” ** ” “o-ol°8-
Peter Brian Medawar (1915-1987): İngiliz kökenli doktor. İngiliz Ul-
aştırmalar Enstitüsünde müdür olarak çalışmıştır.
[12] Peter Medawar,7&/w£ ta a Young Scientist, Basic Books, 2008, s, 31.
[13] John Hick, The Fifth Dimension: An Exploration of the Spiritual R.ealm, Oneworld, London 2013, s. 14.
[14] John Polkinghorne (1930-): İngiliz kökenli tanınmış fizikçi. Din-bilim ilişkisine özel ilgi duymaktadır. 1988-1996 yılları arasında, Cambridge Üniversitesinde bir fakültede dekanlık yapmıştır.
[19] J.C. Polkinghorne, Exploring Reality: The Intert’coining of Science andRe- ligion, Yale University Press, New Haven 2007, s. ix. Parantez içerisine almak “Bracketing Out”: Herhangi bir şey hakkında gerçek anlam-
da bir yargı ortaya koymanın mümkün olmadığını, yapabileceğimiz tek şeyin yaşadığımız tecrübeyi açıklamak olduğunu iddia eden fenomolo- jiye ait, özel bir terimdir.
- Friedrich Hayek (1899-1992): Avusturya kökenli, İngiliz ekonomi bi- Umci ve filozof. 1974 yılında iktisat alanında Nobel ödülüne layık gö- rülmüştür. 7 6
[21]‘ k™ 1.1,“ ‘1‘J47S“- el-Ma’hedü’l-‘Alemi
lı 1 bikri 1-Islamı, Vırgınıa 1417/1996, s. 728.
[22] Schroedinger, Nature and the Greeks, Cambridge University Press, Cambridge 1954, s. 93.
[23] Erwin Schrödinger (1887-1961): AvusturyalI tanınmış fizikçi. Kuan- tum mekaniği alanında önemli katkıları vardır.
[24] The Nikomakhos’a Etik, (çev.)
[25] Aristotle, The Nicomachean Ethics, 1-3.
[26] P.Z. Myers: (1957-): Amerikan kökenli ateist biyolog. Minnesota Üniversitesinde profesör kadrosunda çalışmaktadır. Amerika’daki aşırı radikal, din ve akıllı tasarım karşıtlarından biridir.
[27] P.Z. Myers, Sam Harris v. Sean Carroll,
https://scienceblogs.com/pharyngula/2010/05/04/sam-harris-v-sean- carroll.
[28] Michael Ruse, Evolutionary Naturalism, Routledge, London 1995, s. 250.
[29] Masşimo Pigliucci, “New Atheism and the Scientistic Turn in the At- heism Movement”, Mid’uıest Studies in Philosofihy, 37 (2013), 150.
[31] Max Jammer, Einstein andReligion, Princeton University Press, Prince-
ton 1999, s. 69.
[32] Buna rağmen, bu. kimseler, bilimsel çahşmalarmda ve din konusu etra- “ flfc “‘îm’Ü”r₺ -i» olduğu-
Carlo Rovelli, “Science Is Not About Certainty”, The New Republic, July 11,2014, https://newrepublic.eom/article/l 18655 /theoretical-ph- yisicist-explains-why-science-not-about-certainty.
Pek çok bilim adamı, bu söylemi dillendirmektedir. Fakat ben, bu iddianın abartılı olduğu kanaatindeyim. Çünkü doğruluğunu, akıl veya hesap gibi araçlarla teyit edebileceğimiz bilimsel çalışmalar vardır.
Tümevarım (induetion): Tam bir yargıya varabilmek amacıyla parçaların incelenmesidir. Eksik ve tam tümevarım olmak üzere ikiye ayrılır: Eksik tümevarım: “Tümel bir anlamın altında yer alan parçaları, bir yargıya varıncaya kadar araştırmak ve neticede söz konusu tümelliği bu yargı doğrultusunda değerlendirmektir.” Gazzâlî, Mıyârul-ılmifî Fennil-Mantık, şerh. Ahmed ŞemsüU-Dîn,DâruTKüutüubiT‘İlmî, Beyrut 1410/1990, s. 148. Yani incelediğimiz parçalar hakkında vardığımız neticeyi, tüm parçaları kapsayacak şekilde genelleştirmektir. Örneğin gördüğümüz kargaların hepsi siyahtır. Bu nedenle görmediğimiz kargalar da dahil olmak üze-
re tüm kargaların siyah olduğunu söyleriz. Tam tümevarım: “Tüm parçalan kanıt göstererek bütün hakkında yargıya varmaktır.’Tehânevî, M«/- ve’l-‘Ulûm, 1/172. Örneğin bir adanın sa- knüennınTunuslu olup olmadığını bilmek istiyorsak kapsamlı bir karara varmak için orada vasavnn k- • . -i – K
» ZeMHsdbMthSrfjier blreyın kokemnı araştırırız.
el-Manhkû’l- Vadi 2/298
[40] Abdullah ed-Dicânî, Menhecu îbn Teymiyye el-Marîfî: Kırâetün Tahlî- liyyetün lın-NesekiTMarîfî’t-Teymiyyi, Merkezu Tekvin, Londra 1435/ 2014, s. 532.
[41] Ibn Teymiyye şöyle demiştir: “Tecrübe edilen şeyler de aynen böyledir. Su içmenin susuzluğu giderdiğini, boynu kesmenin ölüme neden olduğunu, şiddetli dayak atmanın acıya yol açtığını herkes yaşayarak tecrübe eder. Bu gibi genel meselelere dair bilgiler tecrübidir. Zira duyular, sadece belirli bir suya kanmayı, belirli bir ölümü ve belirli bir acıyı algı-