Reform Ve Rönesans’ı Bir İlerleme Olarak Niteyele Bilirmiyiz ?
Modern batı medeniyetini, salt maddî boyutta gelişmiş yegane medeniyet olarak gören ve gelişmesini ürkütücü olarak niteleyen Guénon, bu ‘gelişmenin başlangıcını‘ Hristiyanlık düşünce yapısıyla, ‘feodalite’ düzeninin de sonunu gösteren’’ Rönesans dönemiyle ayni anda başlatmaktadır. Ürkütücü olan bu başlangıç, fikrî (intellectuel) bir gerilemeyi de beraberinde getirirken, Ortaçağ düşünce dünyasındaki çözülmeler için bir sonuç oluşturmuştur. ‘’Rönesans ve reform hareketleri, bilhassa neticedirler; ancak önceden olan bir çözülme ile mümkün olabilmişlerdir’’ Buna göre ‘rönesans’ ve ‘reform’, tüm geleneksel yapılara da yansıyacak bir çıkış oluşturmak üzere, Hristiyan geleneksel yapısıyla olan çatışmayı ve kopukluğu tamamlamıştır. Rönesans, ilim ve sanat alanında, reform ise din alanında bu kopukluğun kesin göstergeleri olmuştur. Ne var ki, skolastik zihniyete karşı bir oluşum göstermesine rağmen, bir ilerleme ve yükselme hareketi olarak niteleye bilir miyiz, reform ve rönesans hareketlerini?
Göreli değerler açısından değerlendirenler için bir ‘ilerleme’ sayılırsa da, sonuçları ve etkisinin sürekliliği bakmandan hiç de böyle görülmemektedir. Bir ilerleme olarak değil, ama daha pervasız düşünce ve hayat tarzlarına doğru, sadece bir gelişme olarak görülebilir. ‘Bize göre aşırı ve anormal olan bu gelişme, duyu organlarıyla algılamayı her şeyin üstünde tutan kimselere bir ilerleme gibi görünmekten geri kalmamıştır. İkame ettiği değerler bakımından nasıl değerlendirmeliyiz?
Geleneksel bilgilerin kaybolmasıyla bunların yerini, artık bundan böyle felsefe ve profan bilimler, yani gerçek ‘entellektüellik’in inkar edilmesi, bilginin en aşağı düzenle sınırlanması, olguların hiçbir prensibe bağlı olmayan deneysel ve analitik yolla araştırılması, sayısız ayrıntıların içinde kaybolma, hiç durmadan birbirlerini çürüten, temelden yoksun tezlerin ve modern medeniyetin fiili tek üstünlüğünü oluşturan pratik uygulamalar hariç, bunun dışında hiçbir şeye götürmeyen ve bütünlükten yoksun görüşler yığını almıştır.Rönesans anlayışıyla, algılama gücünün alanı küçültülmüştür. Sadece, soyut ve dogmatik kavrama tarzına geçerlilik tanıma aşırılığından, onu bütünüyle dışlayan, salt maddî olan kavrama biçimine üstünlük tanıma aşırılığına geçilmiştir. Mevcut Batı uygarlığını bir ‘sapma haline dönüştüren de, işte, maddî ve duyusal düzenin abartılarak, her şeye hakim kılınmış olmasıdır.
Ortaçağ geleneğine karşı bilinçli ve iradî bir tepki oluşturan Rönesans, öte yandan Greklerle başlayıp Roma ile devam eden, ancak Hristiyan Ortaçağında bir kesintiye uğrayan ‘beşerilik’ niteliğinin yeniden uyanma çağı olmuştur. Burada, ‘klasik önyargısı’ dediğimiz durumla karşılaşmaktayız. Rönesanstan sonra Batıklar, kendilerini hassatan Grek-Roma antik dünyasının varisi ve sürdürücüsü olarak görmeye, bunun dışındaki bütün şeyleri ise, sistemli bir biçimde tanımamaya veya bilmezlikten gelmeye başladılar. Hakikati bir bütün olarak kavrama konusunda birçok şeyin ölümünü hazırlayan Rönesans, eşyanın görünümüne ve kabuğuna ait bilgi ve tezahürlere, gerçeğin tamamıymış gibi tutunmayı getirdi. Skolastik aşırılığa, salt maddî-bilimsel aşırılıkla cevap vermiş oldu. Dahası, her şeyi salt beşerî ölçülere indirgemek, ilmi ve ahlakî, tüm prensipleri Mutlak Prensip’ten soyutlamak ve sembolik bir deyimle, yeryüzünü fethetmek gerekçesiyle ‘Sema’ ya sırt dönmek anlamında, Hümanizma’ ile özdeşleşerek, profan bir varlık anlayışının ilk biçimini oluşturdu.«
Rönesans düşüncesi böylece, zekanın fonksiyonunu eşya üzerinde sınırlayıp, bütünüyle pragmatik bir gayeye bağlamıştır.
Kaynak:
Sadık Kılıç-Fıtratın Dirilişi