<xxxx>
MALIK BADRI
Bu bölüm modern psikolojinin, özellikle de psikanaliz, davranışçılık ve bilişsel psikolojinin îslami bir eleştirisini sunmaktadır. Bu alanların insan doğasına, özellikle bilişsel yönüne ilişkin varsayımlarını sorgulayacak ve erken dönem Müslüman bilim insanlarının bilişsel psikolojiye katkılarını ele alan bir bölümle sonuçlanacaktır.
Modern psikolojinin, Freudyen analizin keşfinden bu yana, insan doğasının yalnızca çevresel uyarıcıların veya biyolojik içgüdülerin değil, aynı zamanda insan davranışını belirleyen etkili bir güç olan insan zihninin ürünü olduğunun farkına varması onlarca yıl sürdü. Bilişsel psikologların bu yeni keşfi, modern psikoloji için devrim niteliğinde olsa da zihnin beden üzerindeki güçlü etkisini yüzyıllar önce fark eden îslami psikologlar için öyle değildi.
İnsan doğasına ve tefekküre dair İslami bakış açısı, seküler psikolojinin eleştirisi için hareket noktası olacaktır. Yaratılışın tefekkürü insan bilincini değiştirir ve bu da engin bir Tanrı bilgisine yol açar. Bedenden ayrı olarak insan zihninin (veya ruhunun) varlığını ve zihnin beden üzerinde hakimiyetini varsayar. Zihinsel süreçlerin etkileri üzerine yaptığı araştırmalarla bilişsel psikolojideki ilerlemeler, klasik İslam alimleri tarafından uzun süredir kabul edilmektedir. Bununla birlikte, bilişsel psikolojiye tslami bakış açısı modern versiyonun ötesine geçerek hem psikolojik hem de manevi esenlikle ilgilenir ve sonuçta sezgisel bir Tanrı bilgisine yol açar.
MODERN PSİKOLOJİ ÜZERİNE İSLAMİ BİR DEĞERLENDİRME
îslami tefekkürde amaç, evrenin yaratıcısı ve sürdürücüsü olarak Tanrı hakkında daha derin, izanlı bilgi olduğundan, değişen bilinç hâlleri başlı başına bir hedef değildir. Sonuç olarak, îslami tefekkür üzerine yapılacak derinlemesine bir psikolojik tartışma, özellikle düşünmenin psikolojisine istinaden bilişsel psikoloji alanına girecektir.
DAVRANIŞÇILIK
Bilişsel psikoloji alanı, ayrıştırılmamış hâliyle, davranışçılık baskın hâle gelmeden önce ilk psikoloji ekollerinin odak noktasıydı. O zamanlarda psikoloji, temel olarak insanların bilincini, duygularını, düşüncelerinin içeriğini ve zihinlerinin yapısını incelemek için kullanılıyor ve yalnızca bu olasılıklar aracılığıyla öğrenme sorunuyla ilgileniyordu. Davranışçı ekol, öğrenmenin uyaranlar ve gözlemlenebilir tepkiler yoluyla çalışılabileceği ve psikolojinin temeli hâline gelen tamamen yeni bir yaklaşım getirdi; duygular, zihnin bileşenleri ve düşünme süreci doğrudan gözlemleneme- yen sorunlar olarak kabul adildi. Bunları incelemek için kullanılan yöntemler (içe bakış ve içsel deneyimin gözlemlenmesi ve raporlanması gibi) belirsiz ve güvenilmez olduğu ve deneysel işlemlerle kontrol edilemediği için eleştirildi. Buna göre, psikolojinin fizik ve kimya gibi kesin deneysel bir bilim olmasını isteyen davranışçılar, çalışmalarını laboratuvarda gözlemlenebilen olaylarla sınırlandırdı; ölçülebilen ve denetlenebilen tepkiler de deneysel ve bilimsel ilgilerinin odağı hâline geldi, öte yandan, insanın içinde gerçekleşen bilişsel ve duygusal faaliyetler, içeriği gözlemlenemeyen ve dolayısıyla araştırılmakla zaman kaybedilmemesi gereken kapalı bir kara kutu olarak kabul edildi. Bu nedenle insanlara dair davranışçı görüş, onların yalnızca, belirli uyaranlara maruz kaldıklarında, araştırmacının denetleyip tahmin edebileceği cevaplarla tepki verecek olan makineler olduklarıydı. Bu yaklaşım, otomatik olarak tefekkürü bir psikolojik araştırmanın alanı olmaktan çıkardı.
İnsanın ruhsal ve içsel bilişsel aktivitelerini göz ardı ederek fiziksel ve biyolojik bilimleri taklit etme çabası, davranışçılığın fikir babası J. B. Watson tarafından tartışmasız biçimde ortaya konmuştur. Watson, insanların tıpkı hayvanlar gibi görülmesi gerektiğini vurgulamıştır; [ona göre] insanlar sadece sergiledikleri gözlemlenebilir davranış türlerinde diğer hayvanlardan farklıdırlar. Bu nedenle, bilimsel olmak gerekirse, psikologlar insanları, hayvanlarla yaptıkları çalışmalardan farklı bir şekilde incelemeye mahal vermemelidir. Watson bu durumu şöyle kaleme alır:
[Davranışçılık] tek bir şey yapmaya çalışır: birçok araştırmacının insandan aşağı seviyedeki hayvanlar üzerindeki çalışmalarda uzun yıllardır yararlı bulduğu aynı tür prosedürü ve aynı açıklama dilini insanın deneysel çalışmasına uygulamak. O zaman, tıpkı şimdi inandığımız gibi, insanın diğer hayvanlardan yalnızca sergilediği davranış biçimleriyle farklı bir hayvan olduğuna inanıyorduk. Asıl gerçek şu ki psikolog olarak siz, eğer bilimsel kalmak istiyorsanız, insan davranışını, kestiğiniz bir sığırın davranışını tanımlarken kullanacağınız terimlerden başka bir terimle tanım- lamam alısınız.80
Bu dar görüşten etkilenen ve Ivan Pavlov’un koşullandırma yoluyla öğrenmeye katkılarından cesaret alan davranışçılar, insanın her zihinsel ve psikolojik etkinliğini uyarıcı-tepki bağlantısı görüşüyle açıklamaya devam ettiler. Düşünme süreci bile uyarı- cı-tepki çağrışımları ağı açısından açıklanmış ve kendi kendine konuşmadan ibaret olarak değerlendirilmiştir.
İnsanları bu şekilde insani özelliklerinden ayırmanın temel amacı, psikolojiyi bilimsel bir kalıba dönüştürmekti. Bir diğer önemli amaç, Batı toplamlarının sekülerleşmesi ve dinin pençesinden kurtulmalarıydı. Bu bağlamda Watson, insanların hayvan olarak sınıflandırılmayı kabul etmemesine, onları Tanrı’nm yarattığına ve ölümden sonra hayatın olduğuna safça inanmalarına açıkça üzülmekte ve bu durumu şöyle ifade etmektedir:
İnsanlar kendilerini diğer hayvanlarla aynı kefeye koymak istemezler. Hayvan olduklarını, ancak “ek olarak başka bir şey de” olduklarını kabul etmek isterler. Soruna neden olan işte bu “başka şey”dir. Din, ölüm sonrası, ahlâk, çocuk sevgisi, anne-baba sevgisi, vatan sevgisi ve benzeri gibi tasnif edilen her şey bu “başka şey* ile ilişkilidir.81
Söylenenlerden, davranışçılığın, insanların doğuştan iyi ya da kötü bir doğaya sahip olduklarını ve inandıkları şeyin ne doğru ne de yanlış olduğunu inatla reddettiği açıktır. Rüzgârlı bir gündeki kuru bir yaprak gibi insanların doğası, değerleri ve inançları tamamen çevresel uyaranlarla belirlenir; davranışçı anlayışta herhangi bir küresel etik gerçeğe veya ahlaki standarda yer yoktur. Aynı zamanda, insanın seçim özgürlüğüne dair her düşünceyi ve her türlü bilinçli, ahlaki veya manevi karar verme sürecini de reddeder. Böyle bir psikolojinin sınırları içinde, tefekkür ve içsel bilişsel manevi kavramlar ve duygular hakkında konuşmak tasavvur edilemez. Ünlü İngiliz nörolog John Eccles, davranışçılığın bu eleştirisini şu sözlerle destekler:
Davranışçılığın egemenliğinin uzun ve karanlık gecesinde, akıl, bilinç, düşünceler, amaçlar ve inançlar gibi sözcükler “kirli” sözler olarak kabul edilir ve “kibar” felsefi söylemde hoş görülmezdi. İşe bakın ki en göze çarpan felsefi hakaretlerde, dört harfli kelimelerden -zihin [mind], benlik [self], ruh [soul], irade [will]- oluşan yeni bir grup vardı.82
Ancak psikolojide, insan davranışının karmaşık doğası ile materyalist olmayan doğasında bu tür temel birimlere veya esas kavramlara yer yoktur. Bu gerçeği çiğnemeye yönelik her girişim, kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğrar ve kısa sürede unutulur, işin zorluğunu göstermek için bir örnek olarak koşullu refleks kavramını ele alabiliriz, çünkü bu kavram psikolojideki en basit kavramlardan biri olarak kabul edilmiş ve birçok davranışçı tarafından desteklenmiştir.
Koşullu refleks nedir? Aç bir köpek bir zil sesi duyar ve kendisine hemen biraz kuru et verilir. Köpek zilin sesini duyduğunda salyaları akmcaya kadar bu işlem tekrarlanır. Bu, yapay bir uyarana yani zile karşı tükürük salgılama, koşullu refleks olarak bilinir. Şartlandırma aynı zamanda, örneğin yanıp sönen bir ışığa ani bir tepkiyle ya da bir zil sesine göz kırparak istemsizce tepki vermeyi öğrendiklerinde olduğu gibi, insanlara da kolayca uygulanabilir. Bu olay îbn Sina ve Gazali gibi erken dönem Müslüman alimleri tarafindan tanımlanmış olmasına rağmen, ilk olarak ünlü Rus fizyolog Ivan Pavlov tarafından deneysel olarak incelenmiştir.
Koşullandırma yoluyla öğrenmenin, basit öğrenmenin bazı yönlerini açıklayabildiği yadsınamaz, ancak psikolojinin birçok alanı böylesine basit uyaran-tepki bağlantılarına dayanmadığı için koşullandırma yoluyla öğrenme psikolojide ciddi bir birim olarak ele alınamaz. Örneğin; sosyal psikoloji, hümanist psikoloji, algı, dil öğrenimi ve benzeri alanlar, koşullandırmanın basit uyaran-tepki paradigmasma indirgenemez. Benzer şekilde, insan davranışının derin ve karmaşık yönleri koşullandırma yasalarıyla açıklanamaz. Örneğin, uyarıcılar ve koşullu refleksler kullanılarak “aşk” nasıl açıklanabilir? Bu davranışın karmaşık doğasında, böylesine uç parçalanmalara yer yoktur.
PSİKANALİZ VE NÖROPSKİYATRİ
Diğer egemen bakış açısı ile psikanaliz ve biyolojik bakış açısı gibi psikoloji ekolleri davranışçılarla geçmişte ve hatta bugün şiddetli anlaşmazlıklara sahip olsalar da sekülerleşme ve bilinçli düşünmenin alçaltılması söz konusu olduğunda bunlar tam bir uyum içindedir. Örneğin, klasik Freudyen psikanaliz, insan davranışının tamamen kişinin bilinç dışı cinsel ve saldırgan dürtüleri tarafından belirlendiğini kabul ediyor; bu da insanların bilinçli fikirlerinin, tefekkürlerinin, yargılarının ve akıl yürütmelerinin, yalnızca farkında olmadıkları daha derin ve gizli bir zihnin beklenmedik sonuçları olduğu anlamına geliyor. Freud, dinin kendisini bir yanılsama ve kitlesel bir saplantı nevrozu olarak görüyordu!
Son derece organikçi biyolojik bakış açısına dayanan geleneksel nöropsikiyatri de bilinçli düşüncenin, seçim özgürlüğünün ve insanın değişmeyen manevi ahlaki standartlarının önemini küçümsüyor. Biyolojik belirlenimcilik, abartılı biçimiyle, insanların yaptığı normal veya anormal her şeyin tamamen kendilerinin kalıtsal genleri, sinir sistemleri ve doğuştan gelen biyokimya tarafından yönetildiğini iddia ediyor. Bir araştırmacı bu durumu şu şekilde tanımlıyor: “Herhangi bir çarpık fikrin veya eylemin arkasında, beyindeki çarpık bir molekül vardır.” [Bu görüşü benimseyenler] teorik olarak, bu doğuştan gelen biyolojik yönlerin çevre ile etkileşim biçiminin bir bilgisayarın sabit diskindeki bir program gibi olduğuna inanıyorlar: Eğer tüm ayrıntıları ve değişkenleri biliyorsanız, ilgili kişinin gelecekteki davranışını doğru bir şekilde tahmin edebilirsiniz. Sonuç olarak, dinin her zaman insanların bilinçli tercihleri olarak gördüğü ve sorumluluk almaları gereken insanın ahlaki davranışlarının çoğunu karşı konulmaz biyolojik belirlenimcilik açısından açıklıyorlar. Örneğin, bir dizi araştırma, rastgele cinsel ilişki, eş cinsellik ve lezbiyenliğin kemikleşmiş, biyolojik olarak programlanmış dürtüler olduğunu ve bu nedenle insanların genlerinin yarattığı içgüdüleri takip etmelerinden dolayı ayıplanmaması gerektiğini kanıtlamaya çalıştı.
Eğer İslami tefekkürü psikolojik bir bakış açısıyla incelemek, illaki insanların bilinçli iç bilişsel düşüncesi ve duygularıyla ilgileniyorsa, o zaman Batı psikolojisinin bu üç egemen perspektifinin (davranışçılık, Freudyen psikanaliz ve nöropsikiyatri) pek yardımı dokunmayacaktır. Esasında bu bakış açılarından ikisi, insanları, dış uyaranların veya biyolojik ve biyokimyasal faktörlerin egemen olduğu mekanik yaratıklar olarak görür ve üçüncüsüne göre, bilinçli düşüncemiz ve duygularımız yalnızca bilinç dışımız ve benliğimizin savunma mekanizmalarının sebep olduğu bir aldatmacadır. Bu nedenle, bu psikolojik ekollerin ve onların karmaşık bilişsel etkinlikler ile duyguları yapay biçimde aşırı basitleştirilmesinin, insan davranışının bilimsel açıklamalarını sunarak yıllarca saygı görmelerine rağmen, tatmin edici sonuçlar vermemiş olmaları şaşırtıcı değildir. Elli yıl önceki iyimserlik şimdi dağıldı ve Batı toplumlarınm toplumsal ve psikolojik sorunları, doğrusu modernlikten etkilenen diğer ülkelerde olduğu gibi kritik öneme sahiptir. Tüm karmaşık değişkenleri ve manevi yönleriyle insanlığın psikolojisi, asla laboratuvar deneylerinin kimyasal ve fiziksel verilerine indirgenemeyeceğinden, bu sorunlar şaşırtıcı değildir.
Fizik ve kimya gibi kati disiplinler, -bazı psikologların bizi inandırdığı gibi- sadece uzun tarihsel gelişimleri nedeniyle değil, aynı zamanda ve daha da önemlisi, tamamen maddi doğaları nedeniyle şaşırtıcı ilerlemeler kaydettiler. Bu iki disiplin, madde ve enerjinin davranışı ile bunların tam etkileşimini açıklamak için temel ölçüm birimleri ve kapsamlı teoriler oluşturuyor. Madde ve enerjinin bu iki faktörü mühimdir, çünkü atom kavramı ile onun proton ve elektron bileşenleri olmadan, deneysel bilimler bu kadar çok şey başaramazdı. Aynı şey, biyolojide temel bir birim olarak hücre ya da kalıtım araştırmalarındaki genler için de söylenebilir.
Davranışçılıkta insan duygularının indirgemeciliğinde karşılaştığımız güçlüklerin aynısı, psikolojinin, Einstein’ın fizikteki izafiyet teorisi veya Darwinin evrim teorisi gibi kapsamlı bir teori üretmesini engelledi. Son bilimsel keşifler, evrim teorisindeki bazı kusurları ortaya çıkarmış olsa da hâlâ genel ve kapsamlı bir biyoloji teorisi olarak hizmet ediyor. Modern psikolojideki psikanaliz, Geştalt psikolojisi ve öğrenme teorisi gibi bazı ekoller ve bakış açıları, her şeyi kapsayan bir teori üretmeye çalıştı, ancak hiçbiri başarılı olmadı ve çabaları yalnızca Batı psikolojisi tarihinin bir parçası hâline geldi.83
Bu birbiri ardından gelen başarısızlıklar, kuşkusuz, modern psikologların, tıpkı daha önce insanların ruhlarını ve manevi özlerini onlardan ayırdıkları gibi, onların içsel duygularını, bilinçlerini, zihinlerini ve zihinsel süreçlerini göz ardı ederek psikoloji disiplinini deneysel bir bilime dönüştürmek için harcadıkları mantıksız çabalarının makul bir sonucuydu. Bu deforme olmuş yaklaşıma, en başından itibaren, birtakım sağgörülü bilim insanı şiddetle karşı çıktı, örneğin İngiliz psikolog Cyril Burt’ün, psikolojinin sanki kendisini kaçınılmaz sona hazırlıyormuş gibi önce ruhunu, sonra aklını ve nihayet bilincini kaybettiğini söylediği sık sık aktarılır.84
BİLİŞSEL PSİKOLOJİ
Modern psikolojideki bu çarpık insan imgesinin yıkılışını görmek» sizi» Batılı psikologların bunu düzeltmesinin çok uzun sürdüğünü fark etmek kadar şaşırtmayabilir. Psikoloji, “zihin” algısını eski durumuna getirebilmek ve içsel bilinçli bilişsel etkinliklerini yeniden keşfedebilmek için tam bir devrim geçirmek zorundaydı. îşte bu devrim, çağdaş bilişsel devrimdir. Bilim adamları» yaklaşık yirminci yüzyılın ortalarından itibaren düşünme ve içsel bilişsel süreçlere daha fazla ilgi göstermeye başladılar, ancak psikolojinin, uyarıcı-tepki davranışçılığının yüzeyselliğini ve psikanaliz teorilerinin bilimsel olmayan çarpık doğasım görmesi onlarca yıl sürdü. Bu, insanların çevrelerinden alman bilgileri analiz ederken ve sınıflandırırken kullandıkları içsel zihinsel aktivitelerin araştırılmasına bir dönüşün işaretçisi oldu.
Psikolojideki bu yeni perspektif hem bilimsel hem de dini bakış açılarından tefekkürün değerini göstermesi bakımından özellikle önemlidir. Bu bilişsel yaklaşım, psikolojinin erken evrelerine bir dönüş olarak görülebilse de kullanılan yöntemler çok daha gelişmiştir ve özellikle insanın bilişsel etkinliklerini incelemek için tasarlanmış teknolojilere, sinir bilimindeki son gelişmelere ve daha da önemlisi bilgisayar devrimine bağlıdır. Bu disiplinlerdeki özel araştırmalar, davranışçılık tarafından benimsenen şekliyle mekanik insan kavramının sınırlarını açıkça ortaya koymuştur; bu kavram yerini bir “bilgi işlemcisi” olarak insan kavramına bırakmıştır.
Modern bilim insanları, insanların düşünme, içsel bilişsel ve duygusal süreçleri ve hafızasını bir bilgisayara kıyasladıklarında, insanların çevrelerinden çeşitli uyaranları aldıklarım, daha sonra bunları kodladıklarını, sınıflandırdıklarını ve hafızalarında sakladıklarını; yeni sorunları çözmeleri gerektiğinde de onlara eriştiklerini açıklıyorlar. Bu basit benzetmede, ortamdan bilgi almak, bir bilgisayarın klavyesine yazmak veya onu başka bir şekilde [bilgi ile] beslemek anlamına gelir. Yüklü yazılımıyla merkezi işlem birimi, düşünme ve hissetme gibi içsel bilişsel etkinliğiyle akla tekabül eder ve kişinin gerçekleştirdiği zihinsel veya davranışsal tepkiler, bilgisayarın monitöründe gösterdiği şeye karşılık gelir. Bilgisayar» kullanılan yazılım programına göre klavyesinden basılan belirli bir harfe farklı tepki verir; benzer şekilde, insanlar çevrelerinde karşılaştıkları belirli uyaranlara farklı tepkiler verirler. Aynı mantıkla» biz bilgisayarlarımızda ne tür yazılımların yüklü olduğunu tam olarak bildiğimize göre, zihnimizde hangi ”yazılımların” yüklü olduğunu da bilmeye çalışmalıyız; çünkü bizim olduğumuz şekilde düşünmemizi, hissetmemizi ve davranmamızı sağlayan bu yazılımlardır. Bu nedenle, psikolojideki araştırmayı doğrudan tepkileri ortaya çıkaran uyaranlarla sınırlamaya ilişkin basit davranışçı anlayış müphem kalmıştır.
Teknolojideki ilerici gelişmelere rağmen, psikoloji ve diğer sosyal bilimlerin insanoğlu üzerine seküler indirgemeci görüşü desteklemeye devam etmesi ilginçtir. İnsanın bü bilgisayar modeli, modern psikolojiye “zihnini” ve “bilincini” geri kazandırmaya çalıştığından, açık biçimde davranışçı modelden daha gerçekçidir; ancak belli ki insanlığın hakiki manevi İslam görüşünün gerisinde kalmaktadır. Batı psikolojisi hâlâ modası geçmiş bir dar görüşlü “bilimsel” modele takılıp kalmış durumdadır. Ayrıca, diğer sosyal bilimlerde olduğu gibi psikolojide de paradigma değişimi gerçek bir devrim getirmez. Bilimsel Devrimlerin Yapısı [The Structure ofScientific Revolutions] adlı eserinde “paradigma kavramını yaygınlaştıran filozof Thomas Kuhn, “daha gelişmiş bilimlerin paradigmaları varken psikolojinin paradigmalarının olmadığını” söylemişti.85
Bunun doğru olduğu ortada, çünkü gelişmiş bilimlerde bir “paradigma değişimi” tıpkı Einsteinın teorilerinin Newton fiziğini tamamen dönüştürmesi gibi, yeni paradigmanın eskisini yıkıp yerine geçtiği gerçek bir devrimle sonuçlanır. Psikolojide ve diğer sosyal bilimlerde, yeni paradigmalar -şayet onları bu şekilde adlandırabilirsek- çok fazla coşku yaratır ve kendisine birçok takipçi çeker, ancak varlığını sürdüren ve bazen birkaç yıl sonra yeniden gelişen eski paradigmaların yerini almaz. Bu nedenle, bilişsel devrim modern psikolojide büyük değişikliklere neden olsa da daha önceki kavramlara karşı gerçek bir başkaldırı olarak kabul edilemez.
Psikolojide gerçek devrim, psikoloji “ruhunu” yeniden kazandığında ve bir insan doğası imgesi inşa etmek için sınırlı bilimsel ve tıbbi modellerden kendisini kurtardığında gelecektir. Aslına bakarsanız» düşünen ve davranış sergileyen bir insan “karmaşasını” üretecek biyolojik» psikolojik ve sosyokültürel faktörlerin etkileşimi» -Batı psikolojisinin hâlâ savunduğu gibi- asla, bitkilerin su ve karbondioksitten glikoz molekülleri üretmek için güneş enerjisi kullanarak yaptığı fotosentez sürecinde gerçekleşen hidrojen, oksijen ve karbonun etkileşimi kadar basit olamaz.
Bununla birlikte» bu bilim dalını dar yaklaşımından kurtarmaya çalışan bilişsel psikoloji devrimi bile, kendisini hâlâ insan davranışının ve zihinsel sürecinin bu psikolojik, biyolojik ve sosyokültürel bileşen üçlüsü ile sınırlandırmaktadır. Ayrıca, önemine ilişkin artan modern bilimsel kanıtlara rağmen, manevi bileşenleri görmezden gelmiştir. Modern psikoloji, manevi yönle karşılaştırıldığında daha kolay tanımlandıkları için kendisini bu üç bileşenle sınırlayarak veya dini bir görüşten kaynaklandığı düşüncesiyle manevi yönü reddederek belirsiz ve verimsiz kalmaya devam edecek ve zararda olacaktır. Bu, fotosentez süreciyle glikoz oluşumunun karbon, hidrojen ve oksijen elementlerini kullanarak gerçekleştiğini öngören, ancak daha yüce ve daha az somut olması sebebiyle güneş enerjisini bu süreçten dışlayan birine benzer. Bununla birlikte, manevi inanç faktörü olmadan ve bilginin ilerlemesine rağmen, bu içsel zihinsel süreçlerin incelenmesinin her zaman uyaranların ve onların tepkilerinin, nedenlerin ve bu nedenlerin etkilerinin herhangi bir karmaşık gözlem veya ölçüm yöntemini reddeder biçimde etkileşime girdiği oldukça karışık bir alan olacağı vurgulanmalıdır.
ZİHİN-BEDEN MUAMMASI
İnsanın içsel psikolojik ve zihinsel dünyasının incelenmesi» bizi insanlığın en zor sorularından biriyle karşı karşıya getiriyor: Beden ve zihin arasındaki bağlantı nedir? Bu sorunun cevabı» umumiyetle felsefi fikirlerin, dini inançların, psikolojik çalışmaların ve insanlık hakkında biyolojik ve bedensel araştırma bulgularının, hususiyetle ise insan beyni ve sinir sisteminin karışımıdır.
BEYİN ÜZERİNE BİR BAKIŞ AÇISI (ECCLES)
İnsan beyninin faaliyetleri hakkında çok az şey bilmemize rağmen, materyalistler, insanın bir “zihne [mind]” sahip olmadığını iddia ederler; tabii bu kelime kafatasının içindeki somut “beyin” anlamında kullanılmıyorsa. Ayrıca, “düşünen zihin” dediğimiz şeyin, beynin kimyasındaki ve elektrokimyasal sinir nabızlarındaki anlık değişikliklerin yansımaları ve “çevirilerinden” başka bir şey olmadığını iddia ederler -gerekçeleri ise insanların düşünmesinin ve hatta tüm özelliklerinin, beyin hasar gördüğünde değişmesidir. Bu duruş açıkça davranışçılar ve diğer seküler psikologlar tarafından da desteklenmektedir.
Karşı grup, beyni ve sonuç olarak da bir kişinin davranış ve düşüncesini kontrol eden bir “zihin” olduğunu doğruluyor. Bu grubun başında, sinir sistemi üzerine yaptığı olağanüstü araştırması nedeniyle Nobel Ödülü kazanan nörolog John Eccles vardır. Bu alim ve onun iddiasını savunan bilim insanları, insan beyninin faaliyeti ve sinir sistemi üzerine yaptıkları araştırmaların ancak bir “akim”, bir “idrak eden ruhun” ya da Eccles’in ifadesiyle bir “öz-bilinçli zihnin” varlığıyla tam olarak açıklanabileceğini doğruluyor. Ayrıca, bu maddi olmayan varlığın, bir insanın sinirsel ve davranışsal aktivitesini tamamen kontrol ettiğini iddia ediyorlar. Materyalistlerin iddia ettiği gibi, insanın bilişsel süreçlerini ve davranışlarını yöneten tek varlık beyin olsaydı, hiç kimse beyni tarafından alınan bir eyleme veya karara itiraz etmez veya edemezdi. Ancak, durumun böyle olmadığı aşikâr. Örneğin, bir erkek gönüllü, serebral korteksin motor alanının belirli bir bölümünde elektriksel olarak uyarılırsa, kolunun ani bir hareketiyle yanıt verecektir. Kolunu kıpırdatmaması söylenirse ve beynin elektriksel uyarımı tekrarlanırsa, kendisine rağmen kolunun hareket ettiğini görecektir ve bu işlem tekrarlanırsa diğer koluyla o kolunun hareketini durdurmaya çalışabilir. Bu deneysel olarak gerçekleştirilebilir. Eccles şunu iddia ediyordu: Eğer beyin tek yönetim organı olsaydı, o zaman denek beyninin emrettiği şeyi red- detmezdi; ancak, durum böyle olmadığına göre, kolun hareket etmesme sebep olan neydi ve onu durdurmaya çalışan ne oldu? Belli ki beyin onu hareket ettirdi ve zihin onu durdurmaya çalıştı.
Eccles ve diğer bazı bilim insanları, zihin ve beyin arasındaki ilişkiyi açıklamak için genellikle bir yayın istasyonu ile bir televizyon arasındaki ilişkinin imgesini kullanırlar. Eccles’e göre, maddi olmayan, öz-bilinçli zihin beyni sürekli olarak tarar, araştırır ve denetlen Beyin hasar görmüşse veya kişi bilinçsizse, zihin işini yapmaya devam eder; ancak sonuç, beynin duyum kalitesine ve verimliliğine bağlı olacaktır. Benzer şekilde, bir televizyonda anza meydana gelirse, aktardığı görüntü bozulur veya tamamen kaybolabilir. Bu nedenle, ilgili tek unsurun beyin olduğunu söylemek, tıpkı bir çocuğun televizyon ekranında görünen kişi ve görüntülerin aslında televizyonun içinde olduğuna dair inancı gibi, çok saf bir anlayıştır! Dört yaşındaki yeğenim Aminaya, konuğumuz Hamid Ömer el-İmaırim her sabah Omdurman Radyosu nda Kur’an okuyan seçkin Şeyh olduğunu söylediğimde yaptığı açıklama aynen buydu. “Ama amca, bu kadar büyük bir adam bizim küçücük radyomuzun içine nasıl girebilir?” dedi.
Ecdes’in ünlü filozof Kari Popper ile beraber kaleme aldığı etkileyici eser The Self and Its Brainde yazar, ruhun ölümsüzlüğüne ilişkin dini inanışa katılmaya çok yaklaşır. Açık fikirli bir bilim inşam olarak, öz-bilinçli bir zihnin86 varlığı üzerine yaptığı araştırmayla ikna olmuş bir şekilde kendine şunu sorar: Ölümden sonra bu zihne ne olur?
Son olarak, elbette nihai resme geliyoruz, ölümde ne oluyor? O zaman tüm serebral faaliyetler kalıcı olarak duruyor. Bir anlamda özerk bir varoluşa sahip olan öz-bilinçli zihin…. şimdi uzun bir yaşam boyunca taradığı, incelediği ve çok verimli ve etkili bir şekilde denetlediği beynin artık hiçbir mesaj vermediğini keşfediyor. İşte nihai soru, o zaman ne olduğudur.87
Ecdes’in iddia ettiği gibi, beynin ölümünden sonra ne olduğu, bilim adamlarının yanı sıra sıradan insanların da aklına takılmaya devam edecek nihai sorudur. Bu soru sonsuza kadar kafamızı karıştıracaktır çünkü Tanrı, nefsin veya ruhun gerçek doğası, onun bedenle nasıl etkileşime girdiği ve ölümden sonra ona ne olduğu hakkındaki bilginin, bu dünyada bizden kısıtlanmış, sıkı bir şekilde korunan bir gizem olmasına hüküm verdi. Aslına bakarsanız, ölümden sonra ne olacağını bilmek hâliyle nefsimizin ve ruhumuzun sırrım ortaya çıkarmış olurdu ve eğer böyle olsaydı, bu hayatın bir imtihan yeri olduğuna dair tüm dini kanaatimiz geçersiz olurdu. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ruh hakkında soru sorulduğunda kendisine şu vahiy inzal oldu: “Sana ruh hakkında sanırlar; de ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştin” (17:85). Bu sebeple, ruhun gerçek doğasının bilgisi elde edilemez. Ve bu nedenle İslam, teslim olan kulları, tefekkür çabalarını ulaşılabilir olana yoğunlaştırmaya teşvik eder. Böylelikle, bu sorunun tam yanıtı çözümsüz kalacaktır.
Bazı akademisyenler, bu sorunu tamamen biyolojik açıdan ele almaya çalışmanın, daha soyut olan felsefi, dini veya psikolojik yönlerden daha kolay ve “bilimsel olarak” daha basit olabileceğine inanabilirler. Ancak işin gerçeği, biyolojik bakış açısının daha az karmaşık olmadığıdır; aslmda, biyoloji ve fizikte derinlemesine bir araştırma çoğu zaman felsefe ve maneviyatla sonuçlanabileceğinden, daha da karmaşık olabilir. W. Utall, The Psychobiology of the Mind adlı değerli kitabında, insan beyninin işleyişiyle ilgili tüm modern araştırma ve keşiflerin, bizi beden ve zihin arasındaki ilişki sorununu çözmeye daha fazla yaklaştırmadığını söylüyor.88 Hatta bu araştırma ve keşifler, sadece üzerine yeni sorular eklediler; 2000 yılı aşkın bir süre önce Aristoteles’in zamanında sorulan temel sorular hâlâ tatmin edici cevaplar beklemektedir.
KALP ÜZERİNE BİR BAKIŞ AÇISI (PEARCE)
Modern biyolojik araştırmaların beden ve zihin arasındaki ilişki hakkında ortaya çıkardığı bir diğer sorun, insan kalbinin beyni etkileme ve sinirsel davranışı şekillendirmedeki rolüdür. Joseph Pearce’ın düşündürücü kitabı Evolutions End’de belirttiğine göre, insan kalbi bir pompalama istasyonundan çok daha fazlasıdır; kalp, beyni uygun tepkiler vermesi için uyaran organdır. Beynin işleyişinde önemli rol oynayan nörotransmitterler kalpte bulunmuştur. Pearce konuyla alakalı şunu söylüyor, “Kalpteki eylemler hem bedenin hem de beynin eylemlerinden önce gelir… Artık biliyoruz ki kalp… beyin eylemini hormonlar, transmiterler ve belki de daha ayrmtıh kuantum iletişim enerjileri aradığıyla de- netler ve yönetir.89
Pearcem söylediği doğruysa, yapay plastik kalpler gerçek veya nakledilen bir kalbin yapabileceğini yapamaz. Aynı zamanda, kalp nakli yapılan bir kişinin, bir şekilde donörünkine benzer şekillerde davranacağı anlamına gelir. Son olarak, kalbin beyin ve vücut üzerindeki bir alanla sınırlanmamış etkisi veya “uzaktan kontrolü”ne dair ileri sürülen görüş için bazı bilimsel kanıtlar olmalıdır.
İlk konuyla ilgili olarak Pearce, “Yapay kalp fikrinden vazgeçmeliyiz, çünkü bu organın bir pompalama istasyonundan çok daha fazlası olduğunu gördük.” diyen kalp nakli öncüsü Christian Bar- nard’ın uzmanlığına güveniyor.
İkinci noktaya gelince, Pearce, kalbin “daha yüksek” bir enerji düzeni (veya Islami inanışta bir “ruh”) tarafından yönetilmesine rağmen “kalp nakli yaptıran insanların davranışlarının çoğu zaman çarpıcı biçimde vefat eden donörlerin belirli davranışlarını yansıttığını” doğruluyor. Lokalizasyon olmaması olasılığıyla ilgili olarak da okuyucuyu, kalpten alınan iki hücrenin mikroskopla gözlemlendiği inandırıcı deneylere yönlendiriyor. Birbirlerinden ayrıldıkları ilk deneyde bu hücreler ölene kadar öylece titreşiyor. Ancak, benzer hücreler birbirine yaklaştırıldığında, senkronize oluyor ve uyum içinde atıyor:
[Hücreler birbirlerine] dokunmak zorunda değiller; uzamsal bir bariyer üzerinden iletişim kurarlar…Birlikte çalışan bu tür milyarlarca hücreden oluşan kalbimiz, daha yüksek, lokalize olmayan bir aklın rehberliğindedir… Yani bizim hem fiziksel bir kalp hem de daha yüksek bir “evrensel kalbimiz” var ve İkincisine erişimimiz… büyük ölçüde… birincisine bağlıdır.90
Pearce’a göre, derin ruhsal tefekkür içindeyken, manevi evrensel kalbimizden yararlanıyoruz, öyle ki bu da beynimizle iletişim kuran ve bilişsel faaliyetlerimizde tesiri olan fiziksel kalbimizi etkiliyor. Bu, bazı açılardan Ebu Hamid el-Gazalfnin ruhun denetim merkezi olan manevi kalbin (qalb) fiziksel insan kalbinden farklı olmasına rağmen, işleyişinin onunla ilişkili olduğunu ve onun tarafından yönlendirildiğini açıkça ifade ettiği muazzam eseri İhya-u Ulumuddin’deki görüşlerine çok benzer. Böylece biyolojik bir söylemin nasıl dini bir diyaloga dönüştüğünü görebiliriz.
Ancak, Uttal’ın da öne sürdüğü gibi, bilim ve teknolojideki son gelişmelere rağmen, sinir sisteminin insanlara en değerli varlıkları olan bilincini ve varlık duygusunu nasıl verdiğini hâlâ bilmiyoruz. İnanıyorum ki bu, tüm psikolojik, ruhsal ve davranışsal yönleriyle yaratılış hakkında gerçekten düşünülmesi gereken bir konudur.
BİLİŞSEL ETKİNLİKTEN ALIŞKANLIKLARA
İnsanın içsel bilişsel etkinliklerini anlama girişimlerinde bilişsel psikologların ve bilgisayar bilimcilerinin araştırmalarına başvuruyoruz. Her ikisi de insanın, gerektiğinde bulup getirmek için bilgiyi bellekte analiz etme, sınıflandırma ve depolama kabiliyetinin incelenmesiyle ilgilidir. İnsanın düşünme ve problem çözmede kullandığı süreci incelemek için birçok ayrıntılı çalışma yürütmüşlerdir; daha sonra bu verileri kullanarak insanın bilişsel aktivitesini taklit eden çeşitli programlar oluşturmuşlardır. Hatta bazıları, çevrelerine uyumlarında nevrotik ve psikotiklerin düşünme biçimlerini taklit etmeye çalışan bir program bile oluşturmuşlardır. Bu çalışmalar davranışçıların içeriğini tanımlamanın imkânsız olduğunu düşündükleri için görmezden gelmeyi tercih ettiği birçok yönü açıklığa kavuşturdu ve basit uyarıcı-tepki psikolojisi kavramına meydan okuyan birçok teori ve açıklama üretti. Bu çalışmalar aynı zamanda Müslüman psikologların tefekkür ve ibadetin önemi ve beraberinde bunlarla ilişkili içsel zi- hinsel-bilişsel etkinlik hakkında daha fazla bilgi edinmesi için bir pencere açmıştır. Psikoterapistler ve kişilik psikologları, insanın içsel düşüncesini ve duygularını açığa çıkaran ve gözlemlenebilir normal ve anormal insan davranışının oluşumunu inceleyen bu bilişsel çalışmalardan yararlanmışlardır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, davranışçılar, insan kişiliğinin ve normal ve anormal insan davranışının gelişiminden sorumlu tek etki olarak çevrenin rolünü vurguluyorlar. Yani çevresel uya- ranlarm doğrudan davranma! tepkilere yol açtığma inanıyorlar.
Bilişsel psikologlar ise daha çok bu deneyimlerin ürettiği anlamla ilgileniyorlar.
Sıcak bir yüzeye dokunduğunda eli çekmek gibi – refleksler dışında bir deneyimin otomatik olarak bir tepkiye neden olmadığını iddia ediyorlar. İnsanların inançlarını, gönüllü kararlarını ve gözlemlenebilir karmaşık davranışlarını etkileyen karmaşık tepkiler, kendisinden sonraki çevresel uyaranlara anlam veren önceki kavramsallaştırmalardan, duygulardan ve deneyimlerden gelir. Başka bir deyişle, insanların inançlarını, duygularını ve buna bağlı davranışlarını etkileyen şey, düşündükleridir. Düşünceleri, Allah’ın yaratmasını ve ihsanını merkeze alırsa, imanları artacak, amelleri ve davranışları düzelecektir. Zevklerini ve arzularını merkeze alırsa dinlerinden uzaklaşacak ve davranışları bozulacaktır ve eğer düşünceleri başarıları, hayal kırıklıkları, başarısızlıkları ve buna bağlı olarak karamsarlık üzerineyse, tepkisel depresyon ve diğer psikolojik bozukluklara maruz kalacaklardır. Sonuç olarak, bilişsel psikologlar, normal ve nevrotik insanların duygularından ve duygusal tepkilerinden genellikle önce gerçekleşen bir aktivite olduğu için, terapilerini danışanların bilinçli düşüncesini değiştirmeye odaklı yürütürler. Başka bir deyişle, insanların yaşadıklarını anlamlandıran şey kullandıkları program olduğu için zihinlerinin kullandığı “yazılımı” değiştirmeye çalışırlar. Bu içsel bilişsel aktivite (otomatik düşünceler) o kadar hızlı ve anlık olabilir ki kişi, kapsamlı bir analiz ve eğitimden almadığı sürece bunu fark etmez.
Bu araştırma, birey tarafından gerçekleştirilen her kasıtlı eylemden önce bir içsel bilişsel aktivitenin geldiğini göstermiştir. Ayrıca, insan zihninin bu bilişsel aktiviteyi, birey farkında olsun ya da olmasın, günün veya gecenin herhangi bir anında durdurmadığını da kanıtladılar. Bunun klasik bir örneği, birinin bir soruna çözüm bulamadığı ve bu nedenle sorunu bir kenara bırakıp farklı bir faaliyete geçtiği, sonra o kişinin bilinçli bir çabası ya da herhangi bir beklentisi olmadan birdenbire çözümün akima geldiği zamandır. Arşimet’in yer değişim yasasını aniden keşfetmesi bunun bilinen bir örneğidir. Benzer şekilde, bir adı veya kelimeyi hatırlayamayan biri, bir süre sonra aniden hatırlayacaktır.
Bu nedenle, gözlemlenebilir insan davranışını yönlendiren, bilinçli veya bilinçsiz, bir insanın içsel bilişsel aktivitesidir. Bu sonuca bilişsel psikologlar, karmaşık insan genel davranışını basit teorilerle sınırlandırmaya çalışan tüm psikolojik ekolleri aşarak uzun yıllar süren araştırmalardan sonra vardı. Ayrıca, bu bilişsel bakış açısı, İslam’ın evvelce ortaya koyduğu şeyi açıkça desteklemektedir: İçsel bir düşünce süreci olarak tefekkür, her iyi amelin kaynağı olan inancın belkemiğidir.
Her eylemin -bir kavram, bir anı, bir imge, bir algı ya da bir duygu olsun- bir içsel bilişsel etkinlikle başladığına dair bu keşfe ek olarak, bu bilişsel etkinliğin güçlendiği zaman, eyleme yönelik bir güdü veya teşvik hâline gelebileceği de gösterilmiştir. Ve eğer kişi bu gerekçeli eylemi tekrar tekrar yaparsa, o zaman bu içsel fikirler kolayca ve kendiliğinden onu köklü bir alışkanlık hâline getirebilir. Bu alışkanlık illa bir beceri olmak zorunda değildir; bir duygu, manevi bir his veya bir tutum olabilir. Bu nedenle, bilişsel terapist, duygusal veya başka türden bir alışkanlıktan muzdarip bir danışanı tedavi etmek isterse, bu davranışa neden olan içsel düşünceyi değiştirmeye çalışmalıdır. Örneğin, alışkanlık sosyal durumlardan korkma ise, terapist danışanın bu sosyal korkuyla tepki vermesine neden olan olumsuz düşünceyi tespit etmelidir. Mesela, danışan, yabancılarla konuşurken veya onlara kendini tanıtırken ya da bir grup tanıdık insanın önünde bir konuşma yaptığı zaman gülünç görüneceğini düşünürse, terapist, bu mantıksız korkularının gerçekte hiçbir temeli olmadığını göstererek danışanın bu olumsuz düşünceleri değiştirmesine yardımcı olabilir. Ayrıca, danışanın duygularının körü körüne onun kötümser düşüncesine uyduğunu ve bu düşüncenin yanlış bir şekilde davranışları üzerindeki kontrolü tamamıyla ele geçirdiğini gösterebilir. Bu içsel kavramlar değiştirildiğinde, davranış da buna göre değişecektir.
Bu tür bir terapi, alışkanlığa neden olan olumsuz fikirlere, hayallere ve içsel duygulara aykırı tepkileri uyararak da yapılabilir. Örneğin, sosyal durumlardan korkma vakasında terapist, danışanda huzur verici bir güvenlik ve psikolojik rahatlık hissi uyan- dınrken aynı zamanda onu giderek artan (gerçek veya hayali) zor sosyal durumlara maruz bırakabilir.
öte yandan, olumsuz alışkanlık (kumar oynamak, alkol almak veya belirli sapkın cinsel davranışlarda bulunmak gibi) danışana bir miktar zevk ve psikolojik rahatlık veriyorsa karşı önlemlerle tedavi, danışan söz konusu olumsuz alışkanlığı tekrarladığında, terapistin danışan üzerinde acı, psikolojik stres ve korku duygusu uyandırmasına neden olur. Bu tür bir kaçınma terapisinde, örneğin bir alkolik veya uyuşturucu bağımlısına, alkol aldığında mide bulantısı ve baş ağrısına neden olacak bir kimyasal madde enjeksiyonu yapılır; hatta kişi, acı verici ama zararsız elektrik şoklarına bile maruz bırakılabilir. Bu “ödül ve ceza” terapisi “karşılıklı ket- leme” olarak bilinir ve modern davranışçı terapinin en başarılı tekniklerinden biridir.
Bu teknik, davranışçılar tarafından tasarlanmış olsa da bilişsel terapistler onu danışanın düşüncesi ve bilinçli duygularıyla iliş- kilendirerek geliştirdiler. Davranış değişikliği yönlerinin bilişsel terapideki son gelişmelerle olan bu birleşimi, psikolojik terapideki en son ve en başarılı yeniliktir.
Bu nedenle bilişsel psikoloji, insanların bilinçli düşüncelerinin ve içsel diyaloglarının hislerini ve duygularını etkilediğini, tutum ve inançlarını biçimlendirdiğini tasdik eder; kısacası bilinçli düşünceler, insanların değerlerini ve yaşam görüşlerini bile şekil- lendirebilir. Mevzu duygusal olarak yıpranmış kişilerin bilişsel terapisinden normal Müslümanların bilişsel faaliyetlerine gelirse, bireylerin ruhlarının yeniden şekillenmesinde tefekküre dahil olan bilişsel süreçlerin büyük etkisi açıkça görülebilir. Ayrıca, – modern psikoloji tarafından tamamen dışlanan etkili bir bilişsel güç olan- manevi etmen/inanç etmeni eklenirse, kişi îslami tefekkürün ruhları arındırmada ve ibadet edenlerin konumunu yükseltmede ulaşabileceği önemli değişikliği hayal edebilir. Tefekkür yoluyla Müslümanlar kendi içsel “ödül ve ceza” psikos- piritüel stratejilerini geliştirebilirler. İstenmeyen alışkanlıklarını değiştirmek ve onların yerine daha değerli alışkanlıklar koymak için dünyevi bir ödüle veya elektrik şokuna ihtiyaç duymazlar. İlgisizliklerine ve değersiz davranışlarına karşı, içsel bilişsel ve manevi emellerini Allah’ın azametini ve kemâlini tefekkür etmeye adayarak elbette Allah sevgisi duygusunu ve saf memnuniyet, mutluluk ve huzur duygularını geliştireceklerdir.
ERKEN DÖNEM MÜSLÜMAN ALİMLERİN KATKILARI
Batılı psikolojinin insanın inançlarını, tutumlarını ve dışsal davranışlarını şekillendirmede düşüncenin ve bilişsel süreçlerin etkisini kabul etme “sağduyusuna” kavuşması yetmiş yıldan fazla sürdü. Nitekim modern psikolojiyi ancak son zamanlarda etkileyen bilişsel ilkeler, İbn Kayyim el-Cevziyye, el-Belhi, Gazali, Miskeveyh ve diğer birçok bilim insanı tarafindan yüzyıllar önce zaten biliniyordu. Bu âlimler, akıldan geçen ve gittikçe gerçek hayatta uygulanan dürtü ve güdülere dönüşebilen ve tekrarlandığında alışkanlıklara dönüşen kavramlar, düşünceler ve fikirlerin önemine değindi. Alimler bu ilkeyi iyi alışkanlıklar geliştirmeleri, sürekli Allah’ı hatırlayıp yer ve gök üzerine düşünmeleri için insanları teşvik etmek amacıyla kullandılar. Ayrıca, bir dürtü veya güdüyü değiştirmek, o dürtü veya güdü neticesindeki bir eylemi durdurmaktan daha kolay olduğu için ve bir eylemi ortadan kaldırmak, o eylem bir alışkanlığa dönüştükten sonra onu kökten sökmeye çalışmaktan daha kolay olduğu için bir kişinin sabit arzular ve dürtüler hâline gelmeden önce zararlı, olumsuz kavramları değiştirmesi gerektiğini söylediler. Dahası, çağdaş davranış terapistlerinin söylemlerine benzer şekilde, bir alışkanlığın tedavisinin, bireyi onun tersini yapması için eğiterek uygulanması gerektiğini belirttiler.
Ebu Zeyd el-Belhî, Mesalihu’l Ebdan ve’l Enfüs (Beden ve Ruh Sağlığı) isimli başyapıtında -ölümünün üzerinden bin yıldan fazla zaman geçtiğinde ancak ortaya konan bir keşfi- tefekkür ve içsel düşüncenin sağlık üzerine etkisini gösterdi. Hatta tıpkı sağlıklı bir insanın beklenmedik fiziksel acil durumlar için bazı ilaçlan ve ilk yardım malzemelerini elinde bulundurduğu gibi beklenmedik duygusal patlamalar için de sağlıklı düşünce ve duygulan tefekkür etmesi ve zihninde tutması gerektiğini öne sürdü.’1
El-Fevâid (Faydalar) eserinde îbn Kayyim, kişinin yaptığı her şeyin, kendisinin Arapçada hızlı» içsel gizli düşünceler anlamına gelen havâtır (hâtır kelimesinin çoğulu) ile ifade ettiği bir iç düşünce» bir gizli konuşma ya da içsel bir diyalog olarak başladığını açıkça dile getiriyor. Modern bilişsel psikologlar bunu “otomatik düşünceler” fikriyle mukayese edebilirler. îbn Kayyim, anlık düşüncelerin» özellikle olumsuz olanların, nasıl insan eylemlerine ve gözlemlenebilir davranışlara dönüştüğünü anlatıyor. Şehevi, günahkâr veya duygusal olarak zararlı bir havâtırın, kabul edilirse ve ilgili kişi tarafından kontrol edilmezse, güçlü bir duygu veya şehvet hâline gelebileceği konusunda uyarıyor. Bu duygu bilişsel güç kazanırsa, eyleme yönelik bir dürtü veya güdüye dönüşebilir. Ve eğer karşıt bir duyguyla buna karşı mücadele edilmezse, gerçekte dışsal davranış olarak ortaya çıkacaktır.
Ayrıca bu davranışa direnilmezse o kadar sık tekrarlanır ki alışkanlık hâline gelir. Bu açıdan îbn Kayyim duygusal, fiziksel ve bilişsel alışkanlıkların aynı modeli izlediğine inanıyordu – ki bu, bilişsel psikologların modern yaklaşımına çarpıcı biçimde benzeyen bir inançtır. Bu sebeple îbn Kayyim Müslümanlara, bir duygu ya da dürtü hâline gelmeden önce, içsel anlık olumsuz havâtırla savaşarak mutlu ve erdemli bir yaşam sürmelerini tavsiye ediyor. Ancak, bu anlık düşünceler nefes almak kadar karşı konulmaz olduğu için onların tamamen ortadan kaldırılamayacağı konusunda uyarıyor. Bununla birlikte, Allah’a güçlü bir inancı olan bilge bir kişi, iyi havâim kabul edip kötü olanları geri çevirebilir.92 Bu söylem, modern laik psikolojide eksik kalan manevi boyutun eklenmesiyle birlikte, modern bir psikoloji ders kitabındaki modern davranışsal bilişsel terapinin bir özeti gibidir. Erken dönem Müslüman alimler tarafından hazırlanan bu kaynakların çoğu, yararlı psikolojik ilkelere dönüştürülen» Kur’an ve sünnetten edinilen bilgilere dayanmaktadır.
Gazâlî, İhya-u Ulurni’d-Din adlı eserinde, iyi ahlakı benimsemek isteyen Müslümanın, önce kendisi hakkındaki fikirlerini değiştirmesi ve kendisini istenilen durumda tasavvur etmesi gerektiğini söylüyor. Daha sonra, yaptıkları taklidi olsa bile, kendisinin bir parçası olana kadar bu iyi huyları üstlenmelidir. Düşüncesi değiştiğinde davranışı da değişecektir. Gazâlî süreci şöyle anla- tıyor:
İyi huy, uygulama yoluyla elde edilebilir: ilk başta bu davranışlardan kaynaklanan eylemleri sonunda kişinin doğasının bir parçası hâline gelene kadar taklit ederek veya üstlenerek. Bu, kalp ve organlar -yani ruh ve beden- arasındaki ilişkinin mucizelerinden biridir. Kalpte beliren her nitelik, ancak o niteliğe göre hareket etsinler diye tesirini organlara aktaracaktır. Aynı şekilde organlardan çıkan her hareketin etkisi de kalbe ulaşabilir. Ve bu bir döngü şeklinde devam eder.93
Tefekkür mü’minin tüm bilişsel eylemlerine Yüce Allah’ı anma ve Onun lütuf ve keremini tanıma vasfı kazandırdığı için Gazâlî, onun her iyi amelin anahtarı olduğu konusu üzerinde ısrarla duruyor. Her amelin menşei bilişsel, duygusal veya fikirsel aklî bir faaliyet olduğu için uzun süreli tefekküre yatkın olanlar, ibadet ve taatlerini çok rahat bir şekilde icra ederler. İçsel bilişsel etkinlik, her iyi ve düzgün eylemin anahtarı olmakla birlikte gizli veya açık tüm itaatsizliğin de kaynağıdır.
Sonuç olarak, İslami perspektifte tefekkür, bir insanın düşünme süreçlerinde kullandığı tüm bilişsel faaliyetlerden yararlanır, ancak görüşünün bu dünyanın ötesine geçmesiyle seküler düşünceden ayrılır. İslami perspektifte dünyanın tefekkürü, ahiret bilincine ve Allah’ın bilgisine götürür. Bu nedenle İslami tefekkür, yeni bir insan deneyimiyle sonuçlanacak şekilde dünyevi düşünceyi maneviyatla bütünleştirir. Yaratılışı tefekkür etmek, Allahın bilgisine ulaştıran dini bir görevdir. Bu, salt duyumu aşar ve inanan, nihai gerçekliği manevi içgörü yoluyla kavrayabilir.
Modern psikolojideki devrim niteliğindeki değişim ne bilinçsiz cinsel çatışmanın ne de çevresel uyaranların tek başına duygusal bozukluklara neden olmadığının, aksine bir kişiyi nevrotik yapabilecek olan şeyin kendisinin bu uyaranlar veya deneyimler hakkındaki algıları, düşünceleri ve tefekkürü olduğunun kabul edilmesinde yatmaktadır. Böylece, ruhsuz teorilerin çöllerinde uzun yıllar dolaştıktan sonra, psikoterapi sonunda, duygusal olarak rahatsız olanlara yardım etmek için hep kullanılagelen ve eski hekimler ve şifacılar tarafından titizlikle incelenen sağduyulu bilişsel şifa uygulamasına geri dönüyor.
Editör:
Amber Haque
Yasien Mohamed
– Kişilik Psikolojisine İslami Yaklaşımlar,syf:61-81
0 Yorumlar