Kaideler ve Şerhleri
~BİRİNCİ KAİDE
Bir şeyin anlaşılmaması, o şeyin bâtıl olduğuna delâlet etmez.
Bir şeyin bâtıllığı, ancak onu reddedip yok sayan kesin bir delil ile sabit olur. Burada aralarında büyük fark bulunan iki şeyin mevcûdiyeti apaçıktır ve onların bilinmesi gereklidir:
ı. Bir şeyin varlığının anlaşılmaması.
2.0 şeyin var olmadığının bilinmesi.
Bunların birincisinin yani “Bir şeyin varlığının anlaşıl- maması”nın anlamı şudur: Zihin, o şeyin varlığını ve keyfiyetini idrak edemez. Bu sebeple onun varlığını acayip karşılar. O şeyi görmediği ve onun tahakkukunu itiraf etmeye alışmadığı için “Böyle bir şey nasıl vuku bulur?!” diyerek onun vukuunu uzak bir ihtimal olarak görür. Lâkin onun yokluğu ve mevcut olmayışı hususunda yanında aklî veya nakli bir delil bulunmamaktadır.
Bunların İkincisinin yani “O şeyin var olmadığının bilinmesi”nin anlamı şudur: Bu, bir şeyin yokluğuna ve mevcut olmayışına dair aklın aklî veya nakli kesin deliller ortaya koyması demektir. Bunu size birkaç örnekle açıklayacağız:
Tren görmemiş bir bedevi, hayvanlar tarafından çekilmeksizin trenin kendiliğinden hareket edip gittiğini duyunca şaşırarak “Böyle bir şey nasıl mümkün olur?!” der. Lâkin böyle bir şeyin mümkün olamayacağına dair bir delil gösteremez. Çünkü trenin hayvanlar tarafından çekilmeksizin kendiliğinden harekete geçerek uzun mesafelere hızlıca gidemeyeceğine dair bir delili yoktur. İşte bu, bir şeyin anlaşılamamasıdır. Adam bu haberi reddedip trenin kendiliğinden harekete geçip yol aldığını söyleyen şahsı yalanlarsa, ahmaklardan sayılır. Çünkü bir şeyin bilinmemesi o şeyin yokluğunu gerektirmez.
Bunun aksine bir adam Kalküta’dan trenle Delhi’ye yolculuk yapar da yanındaki başka bir adam kendisine bu trenin Delhi’ye bir saatte vardığını söylerse, yolculuk yapan adam onu yalanlar. Çünkü trenin Kalküta’dan Delhi’ye bir saatte ulaşamayacağına dair yanında bir delil vardır. O delil de kendisinin ve kendisiyle birlikte trende yolculuk yapan başka adamların müşâhedesidir. İşte bu, bir şeyin var olmadığının bilinmesidir.
Meselenin sizin için daha fazla açıklığa kavuşması için size iki örnek daha sunuyorum:
Kıyâmet gününde insanların kıldan ince sırat köprüsü r üzerinde yürüyecekleri bir adama anlatıldığında, adamın buna çok şaşırması mümkündür. Çünkü o böyle bir şeyi asla görmemiştir. Lâkin bunu inkâr edip reddetmek için bir delili de yoktur. Bunu reddetmek için en fazla gösterebileceği delil, geniş tabanlı bir ayağın eni daha az bir şeyin üzerine konulamayacağıdır. Lâkin şurada, gidilecek yolun o yolda yürüyecek olan ayaktan daha geniş olması gerektiğine dair bir delil yoktur. Sadece âdete göre yolun ayaktan daha geniş olması gerekir. Bunu inkâr eden adam, insanın kıldan ince bir şeyin üzerinden yürüyebileceğini veya bazı insanların ip üzerinde yürüdüklerini hayatı boyunca görmemiştir. Lâkin bu misaldeki ayak ile ip arasındaki en farkı, ayak ile kılın en farkı kadar değildir. Lâkin Yüce Allah’ın âdetleri değiştirmesinin önünde her hangi bir engel olabilir mi? Zira canlıları bilinen âdet üzere yürüten Yüce Yaratan, onları bu âdetin aksine başka bir şekilde de yürütebilir.”’ Adam anlayamadığı için sırat üzerinde yürümeyi inkâr ederse, hayvanlar tarafından çekilmeden trenin kendiliğinden yürüyüp gitmesini inkâr eden kişi gibi olur.
Yüce Allah’ın velîlerden birinin müşrik olan çocuklarını babalarının Allah’a yakınlığı sebebiyle kıyâmet gününde bağışlayacağını duyan bir kimse bunun asılsız olduğunu söyleyip inkâr ederse doğru söylemiş olur. Çünkü bunun olamayacağına ve tersinin olacağına dair kesin deliller vardır. Bu deliller, kâfir ve müşriklerin bağışlanmayacağını bildiren nasslardır.”
Bir şeyin anlaşılmaması ile o şeyin bâtıl olması arasındaki fark, bu örnekler sayesinde sizin için açıklık kazanmış oldu.
İKİNCİ KÂİDE
Bir şey aklen mümkün olup vukûuna dair sahih bir nakli delil mevcut olduğunda,o şeyin vâki olduğunu söylemek gerekir. Aynı şekilde bir şeyin vâki olmadığına dair bir delil mevcut olduğunda, o şeyin vâki olmadığını söylemek gerekir.
Biliniz ki vâki olan şeylerin üç hali vardır:
ı. Vâcib (Olması gerekli olan şey). Bu, vâki olmasının gerekliliğine, yokluğunun imkânsızlığına akim hükmettiği şeydir. Mesela bir, ikinin yansıdır. Bu, bir ile ikinin hakikatini bildikten sonra vukûunun gerekliliğine ve yokluğunun imkânsızlığına akim hükmettiği şeydir.
2.Mümteni’ (Varlığı mümkün olmayan şey). Bu, yokluğunun gerekliliğine aklın hükmettiği şeydir. Mesela bir, ikiye eşittir. Bu, apaçık bâtıl olduğuna akim hükmettiği şeydir. Buna muhâl (imkânsız) da denir.
3.Mümkin. Bu, ne varlığına ne de yokluğuna akim hükmetmediği şeydir. Hatta hem var olabilen hem de yok olabilen şeydir. Bu durumda bu iki ihtimalden birine hükmedebilmek için nakli bir delile ihtiyaç vardır. Bunun örneği bir adamın “Falan beldenin yüzölçümü şu beldenin yüzöl- çümünden daha fazladır” demesidir. Fiilen ölçüm yapmadan ya da bizzat ölçüm yaptığını söyleyen bir kişinin söylediğine inanmak sûretiyle anılan ifadenin doğruluğunu tahkik etmeden söz konusu beldenin yüzölçümünün fazlalığı, ne vukûuna (gerçekliğine) ne de asılsızlığına aklın hükmedebileceği bir şey değildir. Aksine her iki ihtimal söz konusu olabilir.
Şunu da söylemeliyiz ki olması mümkün olan bir şeyin vukûu sahih bir nakli delille sabit olursa o şeyin vâki olduğunu söylemek gerekir. Vâki olmadığı sahih bir nakli delille sabit olmazsa o şeyin vâki olmadığına inanmak gerekir. Bir şehrin yüzölçümünün diğer bir şehrin yüzölçümünden daha büyük olduğuna dair anılan örnekte “Falan beldenin yüzölçümü şu beldenin yüzölçümünden daha fazladır” ifadesinin doğru olduğuna hükmedilebileceği gibi yalan veya yanlış olduğuna da hükmedilebilir. Tabi bu hüküm, ancak söz konusu beldelerin ölçümü yapıldıktan sonra verilebilir.
İslâm inancına göre semâların varlığı da aynı şekilde mümkinâttandır. Akla göre semâların ne varlığına ne de yokluğuna dair herhangi bir delil mevcut değildir. Hatta akla göre her iki ihtimal de söz konusu olabilir. Şu hâlde semâların varlığına veya yokluğuna hükmedebilmek için nakli bir delile müracaat etmek gerekir. Kur’ân ve Sünnet nasslarının semâların varlığına delâlet ettiklerini gördüğümüze göre semâların var olduğunu söylememiz gerekmektedir.[12]
Pisagor teorisinin semâların yokluğuna delil teşkil ettiğini iddia eden kimse katıksız bir cehâlet içindedir. [13] Zira Pisagor teorisi en fazla şunu ifade etmektedir: “Uzay boşluğundaki bütün hareketler çekim gücü sayesinde semâya ihtiyaç duymadan meydana gelebilir.” Bilindiği gibi bir şeye ihtiyaç duyulmaması o şeyin yokluğuna delâlet etmez.[14] Siz şu duruma ne dersiniz? Herhangi bir işin yapılması için devletin memurlarından birinin iznine ihtiyaç duyulmaması devletin memurlarının yokluğuna delâlet eder mi? Asla delâlet etmez. Burada en çok şu söylenebilir: O işin varlığı devletin memurunun varlığına delâlet etmez. Lâkin memurun varlığı, hariçteki başka bir delil ile ispatlanabilir.’15 [15]
ÜÇÜNCÜ KÂİDE
Aklen mümkün olmayan (müstahil) ile âdeten mümkün olmayan (müsteb’ad) ayrı ayrı şeylerdir. Zira müstahil, akla aykırıdır.Müsteb’ad ise akla değil, âdete aykırıdır.Akıl ile âdetin hükümleri birbirinden ayrıdır. Bunları birleştirmek yanlıştır.Zira aklen imkânsız (muhâl) olan şeyin vukûu asla mümkün değildir. Âdeten imkânsız (müsteb’ad) olan şeyin vukûu ise mümkündür. Muhâlı aklın hilâfına olan şey
olarak adlandırırız. Müsteb’adı ise aklen idrâk edilmeyen şey olarak adlandırırız. Bu ikisinin arasında birlik olmadığı apaçıktır.[16]
Muhâl: İkinci kâidede örnekli olarak anlattığımız gibi varlığı mümkün olmayan şeydir. Akıl, bunun asılsız ve bâtıl olduğuna hükmeder.[17]
Müsteb’ad, vukûunu aklın mümkün gördüğü şeydir. Ancak insan onun vukûunu görmediği, görenlerin birinden işitmediği için onun vukûunu garipser. Vukûunu ilk duyduğunda hayret eder. Bunu birinci kâidede “Bir şeyi anlamamak” başlığı altında örnekli olarak anlatmıştık.[18]
İkisinin arasındaki fark ise aşağıdaki anlatıldığı şekildedir:
Muhâlı, imkânsız oluşu sebebiyle vukûunu yalanlayıp inkâr etmek gerekir. Müsteb’ad (âdeten imkânsız) olan şeye gelince bunun sırf istib’ad (vukûu çok uzak bir ihtimal olarak görülmesi) sebebiyle vukûunu yalanlayıp inkâr etmek câiz olmaz. Ama vâki olmadığına dair hârici bir delil bulunursa o zaman yalanlanması câiz hatta vâcib olur. Nitekim bu hususu birinci ve ikinci kâideyi anlatırken verdiğimiz şu örneklerden de bilmişsinizdir: Mesela “Bir ikiye eşittir” diyen kimseyi yalanlamak gerekir. Ama trenin hayvanlar tarafından çekilmeksizin kendiliğinden hareket edip yol aldığını söyleyen kimseyi -muhatap şahıs böyle bir şeyi görmediği halde- yalanlamak câiz olmaz. Muhatap ancak binek ve arabaları hayvanların çektiklerini görmüştür. Dolayısıyla trenin hayvanlar tarafından çekilmeksizin kendiliğinden hareket edip yol alması, ona göre tuhaf ve çok uzak bir ihtimaldir.
Aynı şekilde bugün garipsemediğimiz birçok vâkıa aslında garipsenecek şeylerdir. Lâkin bunların gariplikleri, gözlerimizin önünde çokça vukû bulmaları ve defalarca müker- reren müşâhede etmemiz sebebiyle ortadan kalkmış, hatta alışılan mûtad şeyler haline gelmişlerdir. Yoksa müsteb’ad (âdeten imkânsız) olan şeyle diğerleri arasında aslında bir fark yoktur.
Mesela garipsenme bakımından, hayvanlar tarafından çekilmeksizin trenin kendiliğinden harekete geçip yol almasıyla spermin rahimde canlı bir insan haline gelmesi arasında bir fark yoktur. Hatta bu İkincisi, birincisine göre daha çok garipsenecek bir olaydır. Lâkin trenin kendiliğinden harekete geçip gitmesini görmemiş olan bedevi, bu olayı en tuhaf bir şey olarak düşünür. Çünkü böyle bir şeyi daha önce görüp buna alışmamış ve bunu kabul edilir bir şey olarak düşünmemiştir. Ama ikinci olayı (spermin rahimde insan haline gelmesini) tuhaf karşılamaz. Çünkü aklının ermesinden itibaren böyle bir şeyi hep müşâhede edegelmiştir.
Aynı şekilde fonografı gören ve ondan çıkan sesleri dinlemeye alışan kimse, bu sesleri dinlemekten hayret etmez. Lâkin kıyâmet gününde ellerin ve ayakların konuşup şâhidlik etmelerine şaşar. Çünkü böyle bir şeyi daha önce hiç görmemiştir. İnsanın bu gibi olaylar karşısında şaşkınlık göstermesinde sakınca yoktur. Lâkin en büyük hata, acayip bir şeyin imkânsız olduğunu zannetmeleridir. Zanneder, sonra da bu zanlarına dayanarak nassları yalanlar ya da hiçbir gerekçeye dayanmayan nâ-makbul te’vîllerle te’vîl ederler.
Sonuç olarak imkânsızlık hükümlerini, sırf vukûu uzak bir ihtimal olduğu için müstağreb (vukûu garipsenen) şeye uygulamak, türlü sapıklıklara yol açan büyük bir hatadır.
Evet, müsteb’ad (âdeten imkânsız) olan şeyin vâki olmadığına delâlet eden başka bir delil bulunduğunda o şeyi reddetmek vâcib olur. Nitekim daha önce buna örnek olarak bir trenin Kalküta’dan kalkıp bir saatte Delhi’ye ulaşmasından bahsetmiştik. Bu olayın vukû bulduğuna dair sağlam bir delil bulunur da, böyle bir olayın vukû bulmadığına dair aynı şekilde sağlam bir delil bulunmazsa, o zaman bu olayın vukû bulduğuna hükmetmek de vâcib olur.
Bunun misali şudur: Telsiz âletleri başlangıçta herkes tarafindan bilinmiyordu. Bir adam o zamanlarda ortaya çıkıp da bu âletlerin varlığını, görünen herhangi bir araç olmadan haberleri uzak mekanlara ulaştırdığını gördüğünü söyleseydi, söylediği bu garip sözlere itimad edilmezdi. Ancak bu sözleri söyleyen kişi doğru sözlü biri ise söylediğine itimad edilirdi. Yalancı biri ise itimad edilmezdi. Söyleyen kimsenin doğru sözlü biri olduğu kesin şekilde sabit olmazsa, bu her ne kadar söylenenleri reddetmek için yeterli bir delil teşkil etmese de o zaman söylenenlerin tümünü yalanlamaya bir gerekçe olabilir. Ama bu sözleri söyleyen kişinin doğru sözlü olduğu kesin bir şekilde sabit olursa, o zaman söylenenleri yalanlamaya gerekçe kalmaz.[19] Muhâl ile müsteb’adı birbirinden ayıran hükümler işte bunlardı.
Buna istinaden deriz ki: Gelen nasslara göre kıyâmet gününde sırat üzerinden geçmek imkânsız değildir. Lâkin sa- dece daha önce görülmediği için uzak bir ihtimal olarak görülebilir. Ama bunu doğru sözlü haberci bildirdiği için reddedilip inkâr edilmesi çirkin ve fahiş bir hata olur. Bunu te’vîl etmenin ise hiçbir gerekçesi yoktur.
DÖRDÜNCÜ KÂÎDE
Bir şeyin varlığı, o şeyin duyu organlarından biri veya müşâhede ile idrak edilmesini gerektirmez. (Müşâhede, eşyalardan birini bilmenin tek vesilesi değildir.)
Bir şeyin reel olarak sübûtuna hükmetmek, ancak aşağıdaki üç yoldan biriyle olur:
1.Müşâhede.
Mesela Zeyd’in bize doğru gelmekte olduğunu gördüğümüzde onun gelmekte olduğuna hükmederiz.
2.Sâdık muhbirin haber vermesi.
Mesela sâdık bir adamın, Zeyd’in geldiğini haber vermesi gibi. Lâkin bu durumda mevcut delilden daha sahih bir delilin o haberi yalanlamaması şarttır. Mesela bir adam, geceleyin Zeyd’in gelip sizi kılıçla yaraladığını haber verirse ve siz de kimsenin sizi yaralamadığını kesin olarak bilmekteyseniz bu durumda müşâhede, o haberi yalanlamaktadır. Şu hâlde size verilen bu haber doğru değildir.
3.Aklî istidlâl.
Mesela ışınlarını görerek güneşin doğduğuna istidlâlde bulunmak. Oysaki bu durumda istidlâlde bulunan kişi güneşi henüz görmemiş, güneşin doğduğunu herhangi bir kimse kendisine haber vermemiştir. Lâkin kendisi aklını kullanarak güneşin doğduğuna istidlâlde bulunmuştur. Çünkü ışınların görülmesi, güneşin doğmuş olmasına bağlıdır.
Bu üç misâlde müşterek olan şey, varlıktır. Ancak duyu- larla idrak edilen şey, sadece (a) maddesindeki misaldedir, (b) ve (c) maddelerindeki misallerde anlatılan şeylerse beş duyu organından herhangi biriyle idrak edilen şeyler değildir.
Vâki olan bir şeyin müşahede veya duyu organlarıyla idrak edilmesinin gerekmediği böylece tespit edilmiş oldu. Aynı şekilde duyu organlarıyla idrak edilmeyen şeyin de vâ- kıada mevcut olmaması gerekmez. Mesela nasslar üst tarafımızda semâlar olarak adlandırılan yedi büyük cismin varlığını haber veriyorsa ve mavi çadır (gökkubbe) araya engel olarak girdiği için onları gözlerimizle görmesek de sırf onları göremeyişimiz, onların varlığını reddetmemizi gerektirmez. Aksine onların varlığı mümkündür. Sâdık muhbir onların varlığını haber verdiği için, ikinci kâidede de tespit edildiği gibi onların varlığını söylemek vâcib olur.
BEŞİNCİ KÂİDE
– (Sâdık muhbirin verdiği) hâlis menkûl haberler hakkında istidlâlde bulunmak için yalın akli deliller ileri sürmek mümkün değildir. Bu tür delillerle bu haberlerin doğruluğunu araştırmak doğru olmaz.
Önceki sayfalarda dördüncü kaideyi anlatırken vâkıala- nn üç kısma ayrıldığını söylemiştik. O kısımlardan biri, sâdık muhbirin haber vermesi sayesinde vukûunu bildiğimiz vakıalardır. Burada hâlis menkûl haberler ile kastettiğimiz [kısım işte budur. Bilindiği gibi bu tür vâkıalar için yalın soyut aklî delillerle istidlâlde bulunmak mümkün değildir. LAma üçüncü kısım vâkıalar için bu şekilde istidlâlde bulun- mak mümkündür.
Mesela bir adam “İskender ile Dârâ (Darius) iki hükümdardı. Bu ikisinin arasında savaşlar meydana geldi”[20] diye bir haber verse, başka bir adam da -bu adam büyük bir filozof olsa bile- o savaşların vukû bulup bulmadığını aklî delille tespit etmeye çalışsa bir tespitte bulunamaz. Ancak delil olarak şunu söyleyebilir: İki hükümdarın arasında savaş vukû bulması ve savaş ateşinin alevlenmesi, olabilecek şey. terdendir. Olabilecek bir şeyin vukû bulduğunu sâdık bir muhbir haber verirse, o şeyin vukû bulduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim biz bunu ikinci kaideyi anlatırken de söyle- miştik. Şu hâlde İskender ite Dârâ arasında savaşların vukû bulduğuna inanmak gerekir.
Aynı şekilde kıyametin kopması, ölülerin diriltilmesi, ölüm sonrası diriliş de böyledir. Bunlar, hâlis menkûl vâkıa- lardır. Herhangi bir kimsenin, bunların gerçekleşeceğini haber veren kimseden bunların gerçekleşeceğine dair salt akli deliller göstermesini istemesi doğru olmaz. Aksine onun şunu demesi yeterlidir: Şüphesiz bu vâkıaları anlamasak da bunların aklen imkânsız oluşları, herhangi bir aklî delille ispatlanmış değildir. Birinci kâideyi anlatırken de söylediğimiz gibi bir şeyi anlamamak ite bir şeyin yokluğunu bilmeyi aynı saymak doğru değildir. Kıyâmet ve ölüm sonrası diriliş gibi vâkıalar mümkün şeylerden oldukları ve bunların vukû bulacağı doğruluğu sâbit olan sâdık bir muhbir kat’î delillerle birlikte haber verdiği için, ikinci kâideye göre bunların vukû bulacağına inanmak gerekir. Şayet bir kimse bunların vukû bulacağına dair aklî bir delil anlatacak olursa bu, sadece bunların âdeten imkânsızlıklarını zihinlerden silmek içindir. Bu delili ileri sürmesi de bir nevi bağışta bulunmak gibidir.
ALTINCI KÂÎDE
Delil kelimesi ile nazir (denk) kelimesi arasında fark vardır. Bir şeyin vukû bulduğunu iddia eden kimseden, iddiasının doğruluğunu ispatlaması için denk bir vakıanın meydana geldiğini göstermesi değil, iddia ettiği şeyin vâki olduğuna dair delil göstermesi istenir.
Bu kaide şöyle bir misâl ile açıklanabilir:
Bir kimse “Britanya kralı V. George, Delhi’de kraliyet tahtına oturması münasebetiyle bir tören düzenledi” diye bir iddiada bulunur da bir başkası, “Daha önceleri Britanya krallarından birinin kraliyet tahtına Delhi’de oturduğuna dair bir örnek göstererek iddianın doğruluğunu ispat etmedikçe senin bu dediğine inanmayız” derse, iddia sahibinin bu olayın daha önceleri yaşanmış bir benzerinin olduğunu ispatlaması mı gerekir? Yoksa şöyle demesi yeterli olur mu?: “Daha önce bu olayın benzerinin yaşandığını bilmiyoruz. Ancak bu olayın vukû bulduğuna dair sahih ve kuvvetli delilimiz vardır. O delil de bu olayın vukûu sırasında orada hazır bulunan görgü şâhidleridir. îddia sahibinin yanında şâ- hidlerden biri hazır değilse, ”Bu haber gazetelerde yayınlandı” demesi yeterli olur.” Bu olayın vukû bulduğuna inanmak için artık daha önceleri benzer bir olayın gerçekleşmiş olması gibi bir delile ihtiyaç var mıdır?
Aynı şekilde kıyâmet gününde ellerle ayakların konuşacağını iddia eden bir kimseye, başkasının, geçmişte buna benzer bir olayın vukû bulduğunu göstermesini istemesi, benzer bir olayı gösterememesi halinde onu yalanlaması doğru olmaz. Ancak iddia sahibinin bu olayın gerçekleşeceğine dair (nakli) bir delil göstermesi gerekir. Bundan başka bir şey yapması gerekmez.
Bu olay halis menkul şeylerden olması dolayısıyla iddia sahibinin bunu ispatlamak için şöyle demesi yeterlidir: “Bunun imkânsızlığı ispatlanmış değildir. Çünkü bunu sâdık muhbir haber vermiştir. Dolayısıyla bunun vâki olacağına inanmak gerekir.” İddia sahibi, muhatabın zihninde bu olayın vukû bulmasının çok uzak bir ihtimal olduğuna dair beliren soru işaretlerini gidermek için buna benzer bir olayın vukû bulduğunu delil olarak gösterirse, bir nevi teberrûda bulunmuş olur. Mesela kıyâmet gününde ellerle ayakların konuşmasına benzer bir olay olarak tam bir cansız varlık olan ses çıkarıp kelimeleri telaffuz eden fonografı delil gösterirse muhatabın şüphesini giderir.
Aşırı denecek zorlamalardan biri de, yeni kültürle donanan aydınlar, nakille bildirilmiş olan her şey için mutlaka benzer ve denk bir olayın daha önce yaşanmış olduğunun delil olarak gösterilmesini isterler. Bilinmelidir ki bu, insanı yapmakla yükümlü olmadığı şeyleri yapmakla yükümlü kılmaktır.
YEDİNCİ KAİDE
Akli ve nakli iki delil çatıştığında aklen şu dört ihtimal söz konusu olur:
ı. Her iki delil kat’î olur: Bu, realitede karşılığı bulunan bir şey değildir. Çünkü iki doğrunun çatışması mümkün değildir.
2.Her iki delil zannî olur: Bu delillerin her birini zâhirî anlamlarından başka tarafa çevirme imkânı bulunsa bile biz nakli delili aklî delile tercih ederiz. Çünkü lügat kurallarından birine göre kelimeleri zâhirî anlamlarına göre anlamak asildir. Buna göre nakil, zâhirî manâsında anlaşılır. Bu durumda aklı hüccet saymayız.
3.Gerek sübût, gerekse delâlet bakımından naklî delil zannî, aklî delil kat’î olur: Bu durumda aklî delil öncelenir ve naklî delil te’vîl edilir. Dirâyetin rivâyete tercih edildiği tek yer burasıdır. Ancak her yerde bununla amel edilmez.
Aklî delilin ifade ettiği anlam açıktır.[21] Naklî delil, sâdık muhbirin verdiği haberdir. Biz bunu dördüncü kâidede anlatmıştık.
Çatışma (teâruz), birinin doğruluğunu diğerinin yalan olduğunu gerektirecek şekilde iki hükmün muhtelif olmasıdır. Mesela bir adam, Zeyd’in bugün trene binip saat onda Delhi’ye ulaştığı haberini verir. Diğer bir adam ise “Zeyd bugün saat on birde evimde benimle birlikte oturmaktaydı” şeklinde bir haber verirse buna çatışma (teâruz) denir. İki haberden birinin doğruluğunun diğerinin yalan olmasını gerektirmesi çatışmanın (teâruzun) icablarından olduğuna göre, iki doğru delil arasında çatışma olması mümkün değildir.
Kabul edilmeleri vâcib olan iki delil çatıştığında biri te’vil edilir. Yani onu zâhirî anlamından başka şekilde anlamlandırır, sonra da o te’vil doğrultusunda konuşur, diğer delili ise zâhiri anlamında kabul ederiz.
Delillerden birinin kabulü vâcib olur da diğeri böyle olmazsa durum, yukarıdakinden farklı olur. Şöyle ki: Birincisi, yani kabulü vâcib olan kabul edilir. Diğeri reddedilir. Az önce geçen örnekte râvîlerden biri sika (mutemed), diğeri sika değilse, sika olanın sözü doğru kabul edilir. Diğerinin söylediği reddedilir. Râvîlerin her ikisi de sika ise, söyledik- k lerinin doğruluğuna delâlet eden karinelere baktıktan sonra birinin söylediği kabul edilir ve diğerinin söylediği te’vil edilir. Bu durumda “Zeyd’in Delhi’ye gitmediği başka şehâdeterle sabit olmuştur” deriz. Zeyd’in Delhi’ye gittiği haberini veren üzerinde şüphe meydana gelir ve onun kesin bilgiye dayanmaksızın şüpheye dayanarak böyle bir haber naklettiği düşünülür. Ya da şöyle deriz: “Zeyd, Delhi’ye gitmek üzere trene binmiş ancak daha sonra oraya gitmeden inmiştir. Onun Delhi’ye gittiğini söyleyen râvî bu durumun farkına varmamıştır.” Ya da buna benzer bir te’vîlde bulunuruz.
Bu kâideyi bildikten sonra biliniz ki aklî ve nakli deliller bazen birbirleriyle çatışabilirler. O zaman bu kâide gereğince duruma şöyle bir bakarız:
1.Her iki delil kat’î midir?
2.Yoksa her iki delil zannî midir?
3.Ya da nakli delil kat’î, aklî delil zannî midir?
4.Ya da gerek sübût gerekse delâlet bakımından aklî delil katı, nakli delil zanni midir? Yani mütevâtir veya meşhûr şekilde sâbit olmayan hadis gibi nakli delil bazen sübût bakımından zanni olabilir. Nakli delil, Kur’ân âyeti gibi bazen sübût bakımından kat’î, delâlet bakımından zanni olabilir. Kur’ân âyetinin sübûtu kat’îdir. Lâkin bir misal olarak bazen iki manaya da gelebilir. Âyette bu iki manadan hangisi kastedilmiş olursa olsun bu mana zanni olur.
Bu anlatılanlar, iki delil arasında çatışmanın (teâruzun) dört şekli idi.
Birinci şekil, sübût ve delâlet bakımından her ikisi de kat’î olan delillerin çatışması (teâruz etmesi) dir ki böyle bir şey bâtıl olup asla karşılaşılmayan bir durumdur. Çünkü delillerin ikisi de kat’î biçimde doğru olduğuna göre birbiriyle çatışmaları hiç mümkün olabilir mi? Eğer çatışırlarsa her ikisinin doğru olması mümkün değildir. Bu çatışma (teâruz) şeklini bir misal ile örneklendirmek mümkün değildir. Hârici âlemde böyle bir misalin varlığını tasavvur etmek mümkün değildir.
Çatışmanın ikinci şekli, iki delilin de zannî olmasıdır. Bu durumda naklî delil, aklî delile tercih edilir. Çünkü usûl ve kelâm kitaplarında da anlatıldığı gibi doğruluğu zannî olan naklî delili kabul etmek gerektiğine ilişkin sahîh deliller var-dır. Ama doğruluğu zannî olan aklî delili kabul etmek gerekliğine ilişkin sahîh deliller tespit edilmiş değildir. Aklî delilin doğruluğunun zannîliği anlamsızdır. Böyle bir delil ancak yanlış olabilir. Bunun sahîh olmadığına hükmetmemiz, I aklî hükme muhalefet etmemizi gerektirmez.
Naklî delilin zahirî anlamından başka tarafa çevrilmesi uygulama açısından mümkündür. Lâkin nassın, ihtiyaç anında zâhirî anlamının gerektirdiğinden başka şekilde te’vîl edilmesi mümkündür. Ancak aklî delilin zannî oluşundan ötürü burada buna ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla bu sû- rette nassı zâhirî anlamının hilâfına te’vîl etmek, şeriatın caiz görmediği ve aklın hoş karşılamadığı bir bid’attir. Çünkü aklî delilin sıhhatinin zannîliği sebebiyle burada te’vîl etmek câiz olmaz demiştik. Burada te’vîl hatalı olabilir.
Deliller arasındaki çatışmanın (teâruz) üçüncü sûretinin hükmüne gelince; naklî delil kat’î, aklî delil ise zannî olduğunda bunun hükmü, öncelikli olarak ikinci sûretin hükmü gibidir. Zira naklî delil, zannî olan aklî delile tercih edildiği için burada da öncelikli olarak kat’î olan zannî olana kaçınılmaz olarak tercih edilecektir.
Sonuncu olan dördüncü sûret çatışmanın hükmüne gelince; aklî delil kat’î, naklî delil ise zannî olduğunda aklî delil terkedilmez. Çünkü onun sahîhliği kesindir. Zannî olsa bile naklî delil de terkedilmez. Zira ikinci sûretin açıklamasında anlattığımız gibi sahîh deliller, naklî delili kabul etmemizi gerektirmektedir. Bu durumda zannî olan naklî delili zâhirî anlamından başka anlama çevirir ve onu akla aykırı olmayacak şekilde te’vîl ederiz.
Aklî delilin naklî delile tercih edileceği tek yer burasıdır. Ama aklî delilin ikinci ve üçüncü sûretlerde öncelenip her surette bu şekilde amel edileceğini söylemek bâtıldır. Nitekim bunu daha önce detaylı olarak açıklamıştık.
Şunu da belirtmeliyiz ki, iki delilin çatışmasının başka iki sûreti de vardır:
1.Naklî delilin zannî, aklî delilin ise vehmi ve hayâli olması.
2.Naklî delilin kat’î, aklî delilin ise vehmî ve hayâli olması.
Lâkin bu iki sûretin hükmü cidden apaçıktır: Yani nakli delil tercih edilir. Akli delil ise terk edilir. Zira zanni olduğunda aklî delili terk ettiğimize göre, bu delil vehmi ve hayâli olduğunda terkedilmesi öncelikle vâcib olur. Nitekim bunu çatışmanın üçüncü sûretini anlatırken açıklamıştık.
Akli ve nakli deliller arasındaki çatışmanın hükümlerinin geniş açıklaması işte bu şekildedir. Vehmi ve zanni olsa bile akli delili esas alan, kat’i olsa bile nakli delili aklî delile tâbi kılan kimsenin hatalı olduğu böylece anlaşılmış olmaktadır.
Burada ikinci ve dördüncü suretlerin her biri için misaller vereceğiz. Zira birinci sûretin vaki olması söz konusu değildir. Üçüncü sûrete gelince, bunun hükmünün öncelikli olarak ikinci sûretin hükmü gibi olduğunu söylemiştik. Dolayısıyla burada sadece iki misal vereceğiz:
ikinci Sûretin Misâli:
Güneşin eynî hareketi vardır.[22] Zira Yüce Allah’ın şu buyruğu bunu açıkça bildirmektedir:
“O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler.”[23]
Filozoflardan bazıları, güneşin vaz’î hareketinden başka hareketinin olmadığını söylemiştir.[24] Güneşin eynî hareketinin olmadığına dair kat’i delilleri yoktur. Şu hâlde eynî hareketin varlığını kabul etmek gerekir. Eyni hareketin olmadığını söyleyen filozofların söylediklerine itibar etmemek gerekir.
Dördüncü Süretin Misâli:
Güneş, yerküreden ayrı bir cisimdir. Hiçbir durumda yerküreye değmez. Lâkin Kur’ân-ı Kerîm’in“Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu.”[25] âyetinin manasını iyice anlamadan güneşin balçıklı bir su gözesinde battığı vehmedi- lebilir. Lâkin güneşe ilk bakışta onun gözeye batar gibi olduğu düşünülebilir. Biz de yukarıdaki âyeti bu şekilde anlar ve şöyle deriz: Güneşe bakan kimse, onun sanki balçıktan bir gözenin içine battığını zannedebilir. Ama gerçekte böyle bir yere batmamaktadır. Nitekim denizlerde yolculuk yapmakta olanlar da güneşin denize battığını görürler.[26] Doğruyu en iyi bilen, Yüce Allah’tır.
Muhammed Eşref Ali et-Tehanevi – Yeni İlm-i Kelam(Modernizmin Şüphelerine Cevaplar),syf:51-74
Dipnotlar:
ıo. Ayakları asla yere değmeksizin kuşların havada uçtuklarını görmüyor musunuz?
ıı. “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günah)lan ise dilediği kimseler için bağışlar.” (Nisa, 4/48).
“İnkâr eden, Allah yolundan alıkoyan, sonra da ihkârcılar olarak ölenler var ya, Allah onları asla bağışlamayacaktır.” (Muhammed, 47/34).
“İman edip sonra inkâr eden, sonra inanıp tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenler var ya; Allah, onları bağışlayacak da değildir, doğru yola iletecek de değildir.” (Nisa, 4/137),
“Cehennem ehli oldukları açıkça kendilerine belli olduktan sonra, -yakınları da olsalar- Allah’a ortak koşanlar için af dilemek ne Peygambere yaraşır, ne de Mü minlere.” (Tevhe, 9/t l3).
[12] Ehl-i İslâm’ın inandığı şekilde semâların varlığına tam bir sarahatle şehâdet eden âyetler vardır:
“Allah, yedi göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır.** (Talak, 65/12).
De ki: Siz mi yeri iki günde (iki evrede) yaratanı inkâr ediyor ve O’na ortaklar koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir.’ O, dört gün içinde (dört evrede), yeryüzünde yükselen sabit dağlar yarattı, orada bolluk ve bereket meydana getirdi ve orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak rızıklar takdir etti. Sonra duman hâlinde bulunan göge yöneldi; ona ve yeryuzûne, îsteyerek veya istemeyerek gelin’dedi. İkisi de,‘İsteyerek geldik dediler. Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göge kendi işini bildirdi. En yakın göğü kandillerle süsledik ve onu koruduk İşte bu, mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.” (Fussilet, 9/12).
[3]“Gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık.” (Enbiyâ, 21/32).
[4] “Kuşkusuz biz göğe ulaşmak istedik,fakat onu çetin bekçilerle ve yakıcı ışıklarla dolu bulduk.” (Cin, 72/8).
[5] “Göğü kudretimizle biz kurduk.” (Zâriyât, 51/47)-
Bu âyetlerin hepsi, semânın batılı geçinen çağdaşların iddia ettikleri gibi hârici âlemde maddî varlığı olmayan ve göz alabildiğince bir boşluktan ibaret olmayıp maddî bir cisminin olduğuna delâlet etmektedir. Bu fâsid iddiayı ikinci âyet reddetmektedir. Çünkü âyette semânın duman olduğu bildirilmektedir. Duman ise diğer cisimler gibi bir cisimdir. Yine âyette “Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı” denilmektedir. Semâ eğer göz alabildiğince bir boşluk ise, o zaman âyette yedi gök denilmesi hâşâ anlamsız olmaz mı? Diğer âyet de semânın hârici âlemde mevcut olan cismânî bir şey olduğunu bildirilmektedir. Bu da aklen mümkün olan bir şeydir. Bunda garipsenecek bir durum yoktur. Merhûm müellifin şerhettiği ikinci kaideyle de kesin olarak bildirildiği gibi bir şeyin vukuu sahîh bir haberle bildirildiğinde o şeyin vaki olduğunu söylemek gerekir.
Şunu da söylemeliyiz ki, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in Mi’râc’ını anlatan hadisler de semâların açılıp kapanan kapılarının varlığına, Cebrâîl(aleyhisselâm)’ın izin istediği ve kendisine kapıların açıldığına delâlet etmektedirler. Bu hadisler için Câmi’u’l-Usûl adlı eserdeki İsrâ ve onunla ilgili hadislere bakabilirsiniz. (4. Bâb, 11:292-310).
[13] Pisagor, M.Ö. altıncı yüzyılda yaşamış Yunanlı filozof ve matematikçidir. Ruh göçünün olduğunu, evrenin rakamlar üzerinde hareket ettiğini ileri sürmüştür. Onun felsefe ve hikmete dair tafsilatlı görüşlerini öğrenmek için Şehristâni’nin el-Milel ve’n-Nihal adlı eserine bakabilirsiniz. (2:74-83. Beyrut baskısı).
[14] Biliniz ki merhûm müellif burada bazı insanların zihninde meydana gelen bir vehmi gidermek istemektedir. O vehim de semâların hem varlığının hem de yokluğunun mümkün oluşudur. Bize göre mümkinâttan olan bir şeyin varlığına ya da yokluğuna delâlet eden nakli bir delil bulunduğunda o delilin delâleti doğrultusunda o şeyin var ya da yok olduğunu söylemek gerekir. Yunanlı filozof Pisagor’dan, semâların var olmadığına ilişkin nakli bir delil bulduğumuza göre semâların yokluğuna inanmamız gerekir. Merhûm müellif bu teoriye karşı şu cevabı vermiştir: Pisagor teorisi, semâların yokluğuna etmez. Aksine bu teori en fazla şuna delâlet eder: Gezegenlerin hareket, etki ve diğer pozisyonlarının tamamı, semâların varlığına delâlet etmez. Aksine bütün bunların meydana gelmesi için semâlara ihtiyaç olmayıp uzay boşluğunda sadece özel bir çekim gücünün olması yeterlidir. Bilindiği gibi teorinin bu kısmı semâların yokluğunu ispatlamak için yeterli bir delil değildir. Kesin ve doğru nasslar, semânın varlığına delâlet ettikleri için, ikinci kaideye göre de kesinlik kazandığı için semânın varlığına inanmak gerekir. Doğruyu en iyi bilen Allah’tır.
15.Bu kaide üzerinde düşündüğünüzde çağdaş oryantalistlerin, batılılaşmaya özenenlerin, dinsizlerin, heva ve heves ehlinin Cennet, Cehennem, Melek, Sırat, Mîzân, îsrâ ve Mi’râc’la ilgili olarak dillerine doladıkları şüpheleri defedip gerçeği göreceksiniz. Zira bu işlerin hepsi mümkinâttandır. Akıl, bunlann ne varlığına ne de yokluğuna hükmedebilir. Bunların varlığı hakkında sahih nakil mevcut olduğu için bunlann var olduğunu söylemek ve buna inanmak gerekir. (Bk. Hallu’l-İntibâhât, 48).
[16] Biliniz ki Peygamberlerin (aleyhimusselâm) bütün mucizeleri âdeten muhâl (imkânsız) olan şeylerdir. Biz bu imkânsızlığı “Müsteb’ad olarak adlandırıyoruz. Lâkin mucizeler aklen imkânsız olan şeyler değildir. İnsanlar âdeten muhâl olan şeyle aklen muhâl olan şeyi birbirinden ayırd etmemekte olup ikisini aynı şey zannetmektedirler.
Ateşin Hz. İbrâhîm (aleyhisselâm)^ yakmaması aklen muhâl değildir. Doğrusu şu ki ateş her zaman yakıcı değildir. O ancak şânı Yüce hakîki Müessifin emriyle yakar. Hatta bazı canlılar ateşin içinde yaşarlar da ateş onlara en ufak bir zarar vermez.
Bazı insanlar Mi’râc’ı aklen muhâl sayarlar. Çünkü onlar, bir insanın o kadar uzak mesafeleri hayret verici bir süratle katedebileceğini kavrayamazlar. Lâkin onlar, gözden çıkan bir ışının bir anda doksan milyon mil mesafedeki güneşe kadar uzanan mesafeyi katedip geri döndüğünün farkında değildirler. Aynı şekilde bazı insanlar, kıyâmet gününde ellerle ayakların konuşup şâhidlik edeceğine şaşarlar. Ama küçük bir et parçası olan dilin konuşmasına şaşmazlar. Çünkü dilin gece ve gündüz demeden hareket ettiğini müşahede etmektedirler. Peygamberlerin (aleyhimusselâm) gösterdikleri olağanüstü haller de bu türden olup aklen muhâl olmayan şeylerdir. Bunlar ancak âdeten muhâl olan şeylerdin Bunların her birinin diğerlerinden ayn, müstakil hükümleri vardır.
[17] İkinci kaide, “Birin ikiye eşit olması’’dır.
[18] Anılan örnek, hayvanlar tarafindan çekilmeksizin kendiliğinden harekete geçip yol alan treni duyduğunda dehşete kapılıp hayret eden bedevi ile ilgili idi. Çünkü o, hayvanlar tarafindan çekilmeksizin bir şeyin kendiliğinden harekete geçip yol alabileceğini bilmiyordu.
[19] Sonuç olarak haberin vukûu aklen mümkünse ve haber verenin doğru sözlü olduğu kesin bir şekilde sâbit olmuşsa, garipsenen veya müsteb’ad (vukûu âdeten mümkün olmayan) ya da alışılagelmiş olmayan bir haber olsa bile doğru kabul edilip uyulması gerekir. Mucizelerden, âhiret âleminden ve gayb âleminden bahseden Peygamberlerin (alej/himusselânt) verdikleri haberlere de aynı şekilde inanmak gerekir. Çünkü onların verdikleri haberler, vukûu mümkün olan haberlerdir. Onları doğrulukları kesin olarak sabit olan Peygamberler (ulc^himussclânı) haber vermiştir
[20] İskender, tahta çıkışından itibaren Pers İmparatorluğu ile hesaplaşma planlan yapmaktaydı. Bu hususta gerekli hazırlıklar tamamlandıktan sonra kral nâibi olarak yönetimi Antipatros’a bırakıp 334 yılının ilkbaharında üstün donanıma sahip ordusuyla Asya seferine çıktı. Mimar, mühendis, tarihçi ve ilim adamlarından oluşan bir danışmanlar grubunu da birlikte götürdü. Pers ordularıyla ilk defa Grenikos’ta (Biga çayı) karşılaştı ve onlan yendi. İskender, bir yıl içinde Anadolu’yu ele geçirerek 333’ün sonbaharında İssos ovasında büyük bir Pers ordusuna kumanda eden III. Dârâ (Darius) ile karşılaştı; bozguna uğrayan Dârâ Bâbil’e kaçtı. Bu zaferden sonra Doğu Akdeniz sahillerindeki Fenike şehirleri zabtedildi. Detaylı bilgi için bk. https:// islamansiklopedisi.org.tr/iskender. (Editör)
[21] Burada aklî delil ile kastedilen, vehmi ve hayâli olan şeyleri de kapsamaktadır.
[22] Eynî hareket: Bu, bircisinin bir mekândan başka bir mekâna hareket etmesidir. Buna intikal denir. (Ta’rîfât-ı Curcâni).
[23] Enbiyâ, 21/33.
[24] Vazî hareket: Bu, daire çizerek bir yörüngede hareket etmektir. Bu şekilde hareket eden cisim, bir konumdan başka bir konuma geçer. Bu şekilde dönerli hareket eden cismin parçalarının başka parçalara olan nispeti değişir. Ancak kendisi bulunduğu mekândan ayrılmaz ve değirmen taşı gibi oranın dışına asla çıkmaz. (Ta’rîfât-ı Curcânî).
[25] Kehf, 18/86.
[26] Merhûm Râzî, tefsirinde (21:166-167) şöyle demiştir:
“İkinci bahis: Yerin küre şeklinde olduğu ve semânın da onu kuşattığı delil ile sabit olmuştur. Şüphesiz güneş de uzay boşluğundadır. Ayrıca güneş, yerküreden çok defalar daha büyüktür. Böyle olunca güneşin yerküredeki gözelerden birinin içine girdiği nasıl düşünülebilir?
Bu gerçek ispatlandığına göre “Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu.” (Kehf, 18/86) âyetinin te’vîlinin şöyle olduğunu söyleyebiliriz:
Evvela Zu’l-Kameyn, batıda ötesinde başka bir meskûn mahallin bulunmadığı yerine vardığında gerçekte öyle olmasa da güneşin engin bir yerdeki karanlık bir gözeye battığını görür gibi oldu. Nitekim deniz yolcusu da sahili görmediğinde güneşin denize battığını görür gibi olur. Gerçekte güneş, denizin