“Üç kıt’ada yüz beldeye, bin beldeye sahip Bir memleketim vardı, sen ey Rabb-ı mesaip…”
Süleyman Nazif
Cemiyeti yapan ferttir; fert de kendi iç hayatının tarihinden ibarettir. Neslimizin bedbaht çocuklarının iç dünyası nasıl bir âlemdir? Bunu dünya psikologları birleşse bilemezler. “Padişahım çok yaşa!” ile gözlerimizi dünyaya açtık. “Büyük yanında konuşulmaz” dediler. “Büyüklerimiz çehar yâr-ı güzin ile İmamı Âzam’dır, âhirette onların yanında bulunmak saadettir” diye öğrettiler. Çalışkan ve namuslu olmayı hayat hikmeti olarak tanıttılar.
Biraz zaman geçti. “Yaşasın hürriyet, meşrutiyet” sesleriyle uyandık. “Bağırın ve alkışlayın, dediler, babalarınızın eksiği çoktu, siz memleketi kurtaracaksınız… Büyükleriniz Enver ve Niyazi’dir. Âhiretten ziyade dünyaya çalışmalıdır!..”
En büyük hakikatin Avrupa’ya benzemek olduğunu telkin ettiler.
Bir devir daha atlattıktan, kudret ve devlet başka bir ele geçtikten sonra “Yaşasın Cumhuriyet” sadalarına gözlerimizi açtık. Bize “alkışlayın, haykırın, diyorlardı, milletinizin tarihi şimdi başlıyor, bundan evveli yoktu ve siz yoktunuz. Bir kahraman sizi kurtardı. Büyükleriniz Kamal Paşa, Gazi Paşa, veya Atatürk’tür. Ahirete inanmanın modası geçti!”
En büyük faziletin kuvvet ve muvaffakiyet olduğunu öğrendik.
Bu hazin sinema şeridi kâh başlarda resmoldu, kâh ellerde alkış oldu, kâh radyoda hitabet, kâh gazetede tantanalı havadis oldu. Kâh demir, kâh bıçak, kâh mahmuz, kâh selâm sesi oldu.
Lâkin bize ne oldu? Bize ne oldu ki bu milletin vücudu içimizdeki her insan kadar parçaya bölündü. Dıştaki birlik ve ya ikilik, üçlük cilâsı altında ne kadar ferdimiz varsa o kadar bölüme bölünmüşüz. Böyle olduğuna misâl mi isteniyor? İşte ticaret hayatı. O korkunç meydanda her fert kendi kazancından başka her şeye düşmandır; Devlet hakkına, kanuna, fukaraya, mukaddesata ve başkalarına ait olan her şeye…
İşte tahsil hayatı… İlim sonsuz olarak vermek aşkının en kuvvetli aşılayıcısı olduğu halde korkunç bir kısırlık sanki boğazlarımıza irfan müesseselerinin dikenli kemendini geçirmiş. Şöhret kâbe olmuş, hased onun yolu. Fitne zekâ yerine, hikmet yerine geçiyor. Ruhta verimlilik kalmamış.
Hak için ölen, aşk için ölen ferdlerin bulunmadığı yerde, ruh bağlariyle bağlanarak dört insanın birleşeceğine inanılmaz. Ebedi hayata sahip bir söz verilip alınmaz. Cemaat öyle şaşırır, öyle sapıtır ki kâh, “tarihim iki bin yıllıktır” der, kâh “yirmi beş seneliktir” der. Kâh devletçiliği, kâh ferdiyetçiliği alkışlar.
Cemaatin şaşkınlık devirleri en korkulu devirlerdir. Zira “kendini bilmek” hikmetinden uzaklaştığı için ne olacağı bilinmez. Böyle devirlerde bir cemaat istenen ellere satıla. bilir ve her şekilde aldatılabilir. Böyle zamanlarda herkes, her şeyi başkasından ve kalabalıktan bekler. Böylece bu kalabalık her şeyi başkasından bekleyedurur. Ferdlerin ortadan silindiği bu devirlerde ferdiyetlerin, şahsiyetlerin rolü çok büyüktür. Zira cemaat güsgüdüktür, tam sürük.lenecek tava gelmiştir. Onu her kösemen sürükler.
O halde, olduğumuz bu halden bir selâmet haline çıkabilmemiz için bize ferdiyet lâzım, ferdlerin kuvvetleri harekete geçmelidir. Öyle yapmalı ki bütün günlerini kahvelerde ve tembellik yerlerinde geçiren gençler yeni bir irade kazansınlar. Alkışlara kilit vurulsun ve ruhlara hayat verilsin. Putlar yerlere gömülsün ve merhamet kâbe olsun. Gençlerin yüzüne hayat, hayata biraz kan gelsin. Hulasa gömülü aşkımıza gayıptan bir âlem, âlemimize yeni bir neşve gelsin.
Bu karanlık geceden silkinip çıkmak isteyen gençler, pazarda aldatılmaya alışan alıcılar gibi soruyorlar: “Vagdettiğiniz sağlam bir iman var mıdır? Yoksa eskileri gibi mi? Bizi yarı yolda bırakıp kaybolmasın?..”
Birkaç kişinin imanla, kararla, hayat ve mevkiinden fedakârlıkla bir araya gelmesi muhal olmuş. Ayak diremesiyle cihanı sarsacak iradenin tasavvuru bir hayaldir. Canımızı, malımızı, irfanımızı, vicdanımızı, milletimizi ve bütün mukaddesatımızı kime emanet edebiliriz? Namık Kemaller, Mehmet Âkifler, Hüseyin Avniler öldü. Münzevi köşelerinde, muzdarip yuvalarında, ümidsizlik, emelsizlik, gayesizlik ve iradesizlik havaları arasında, bunalmayarak, yılmayarak, ahlâklarını bozup vicdanlarını sarsıntıya uğratmayarak, bütün bir ömür millet kurtuluşunu aramış bu adamlar nerede?..
Dışarıda, toplulukla kalabalığın dışında, muhteşem bir yalnızlıkta irade etmekten korkan bir insan kütlesi dolaşıyor. Bu kalabalık büyük meydanlarda kör dalgalar gibi taşlara çarptıkça haykırıyor… Sonra bunalıyor… Bu insan kütlesi her kırbaç şakırtısını alkışlıyor ve kendine | sunulan her mertebeyi teselli sanıyor… Bize ne oldu?.. ,
Bizim Türkiye, sayı: 24, 3 Kasım 1948.
Nurettin Topçu – Hareketin Sakladığı Sır,syf:146-150
0 Yorumlar