Yolcular ve Mir’aclar
Paylaş:

wi_800-189x300 Yolcular ve Mir’aclar

 

ÜÇÜNCÜ Mİ’RAC

Oluş ve bozuluş âleminde, muhdes olan cisimlerin var ol­ması için bir müsebbibi olması konusunda ittifak vardır. Bu müsebbib ya bir yaratıcı olabilir ya da beş duyumuzla algıla­dığımız tabiat ve ay altı âlemi olabilir. İhtilafa düşülen konu ise ay üstü âlemdir. Filozoflar gök cisimleri, galaksiler ve yıl­dızların durumlarının önemli bir konu olduğu hakkında it­tifak ettiler. Bu varlıkların yaratıcıya karşı konumunu ifade etmek konusunda ihtilafa düşen filozoflar, yaratıcıyı başlan­gıç olarak kabul ettiler. Yaratıcıdan sonra nedensellik zinciri oluşturacak ikincil sebeplerin de, onun yörüngesinde döndü­ğünü ifade ettiler. Nasıl ki Güneş’in nuru ve saçtığı ışık zatın­dan olup kâinatı aydınlatmada bir sebepse yaratıcı da onlara göre kendisinden önce hiçbir şeyin var olmadığı ilk sebep­tir. Örnek vermek gerekirse: Kralın vezirden önce gelmesi, vezirin ise hacibe kıyasla öncelikli olması gibi. Elbette Allah için herhangi bir sıralamaya dâhil olması söz konusu değil­dir. Bunu temsilî bir şekilde ifade etmekteyiz. Çünkü akıl, ör­neklerle daha iyi kavramaktadır.

Filozoflara göre kâinatta varlığını sürdürenler ikiye ayrıl­maktadır: Kendi başına varlığını sürdürebilenler, kendi başına varlığını sürdüremeyenler. Kendi başına varlığını sürdüreme­yenler arazlardır. Onlara göre arazlar, feleğin yörüngesindeki dönüşünden ve hareketlerinden meydana gelmektedir. Yö­rüngede gerçekleşen her dönüşte cevherler farklı kabiliyet­ler kazanmaktadır.

Kendi başına varlığını sürdürebilenler üçe ayrılmakta­dır: 1. Cisimler, bunlar cevherlerin en aşağı hâlidir. 2. Akıllar, varlıkların en şereflileridir. Ve 3. Nefisler ki akıllar ve cisim­ler arasında isim ve fiili bağlayan harfler gibi bir aracı görevi görmektedir. Daha sonra şundan bahsedebiliriz: Cisimler on tanedir. Dokuz tanesi semavât, onuncusu da ay altı âlemdir. Filozoflara göre dokuz semavât düşünme kabiliyeti olan can­lılardır. Bir düzenleri ve sıraları vardır. Allahu Teâlâ’dan ak- hevvel oluşur. Filozoflara göre akhevvel, kendi başına varlı­ğını sürdürebilen bir cevherdir. Cisim veya cismin yapısında bulunan bir madde değildir. Yaratıcısının ve kendinin farkın­dadır. “Melektir veya kalemdir.” dediler. Kalemden kasıt, kâi­natın başlangıcından kıyamete kadar meydana gelecek bütün nesne ve olayları yazmakta olan İlâhî kalemdir. Aklıevvelde üç varlık oluşmuştur: Akıl, nefis ve felek. Gök cisimlerinin içinde bulunduğu ve akhevvelden/ilk akıldan oluşan dokuz felek şu şekildedir: En dış katman olan dokuzuncu felekte Felek-i At- las-Arş denilen varlık ve akhevvelden oluşan aklı sânî/ikinci akıl vardır. Sekizinci felekte üçüncü bir akıl, sabit yıldızlar ve burçlar konumlanmıştır. Yedinci felekte dördüncü akıl, nefis ve Satürn vardır. Altıncı felekte beşinci bir akıl, nefs ve Jüpi­ter vardır. Beşinci felekte altıncı bir akıl, nefs ve Mars vardır. Dördüncü felekte yedinci akıl, nefs ve Güneş vardır. Üçüncü felekte sekizinci akıl, nefs ve Venüs vardır. İkinci felekte do­kuzuncu akıl, nefs ve Merkür vardır. Birinci felekte ise onuncu akıl, nefs ve Ay bulunmaktadır. Ay semasında bulunanlar, yıl­dızların hareketi ile dönen maddeler; kendisinden madenle­rin, hayvanların ve bitkilerin oluştuğu karışımlardır. Akıllar on, felekler dokuz tanedir. Toplamda on dokuz olan bu var­lıklar, bazılarına göre şu ayette kastedilenlerdir: “Onların üze­rinde on dokuz vardır.” (Müddessir 30) Bazı filozoflar bu on dokuzun on ikisinin burçlar olduğunu, yedisinin ise gizli ol­duğunu söylemektedirler. Bütün bilgilerini ise bu görüşleri üzerine inşa etmektedirler. Allah’ın tek olduğu ve varlığının hiçbir surette bölünme kabul etmeyeceği ve Allah’ın zatından öte hiçbir bilgi ve güç olmadığı konusunda ise hemfikirdirler.

Bu filozoflar Bergamalı Galen’in “Bir şeyin kadim veya ha­dis olması konusuna inanmıyorum.” düşüncesi hakkında ihti­laf etmişlerdir. Onları araştıran Fârâbî, kısmen bu manaya ge­len: “Kâinat zıtlık içerisindedir ve iki zıtlık vardır onda. Kadim ve muhdes olanlar.” sözlerini sarf etmiştir. Konuşmalar uza­dıkça hatalar da artmıştır. “Âlem muhdestir.” diyen bu kişiler gerçekte neyi kastetmişlerdir? Gerçek anlamda bir muhdes- lik mi, yoksa mecaz anlamda bir muhdeslik mi? Gerçek an­lamda muhdes olması, oluş ve bozuluş âleminde suretlerin maddeden oluşmasıdır. Suret nedir? Varlığın ilkesini madde (heyûlâ) ve sûret (form) olarak kabul eden görüşe göre, var­lık maddede gerçekleşen suretten ibarettir. Devam edecek olursak, mecaz anlamda muhdes olması ise, âlemin yaratı­cıdan zuhur ve tecelli etmesi ve sonradan meydana gelmesi bakımından “ilk sebep” diye isimlendirilmesidir. Bu isimlen­dirmeler daha iyi tarif edebilmek içindir. Şimdi, ‘âlemin muh­des olması ve delilleri’ ve ‘semanın canlı olması ve delilleri’ olmak üzere iki kısımdan bahsedeceğiz.

İlk Kısım

Âlemin muhdes olması hakkındaki delilleri şu şekilde ol­muştur: Kadim olandan hadis olanın -yaratıcıdan âlemin- çık­ması mümkün değildir. Çünkü yaratıcının ezelden beri var olduğunu düşündüğümüzde, âlemin de onunla birlikte var olması gerekmektedir. Ve varlıklar Allah’tan sudur etmemiş­tir. Çünkü mevcudatın varlığı Allah’ın her zaman imkânı dâ- hilindedir ve sonradan ortaya çıkmış değildir. Muhakkak ki Allah, âlemi yaratmıştır. Yaratıcının âlemin müsebbibi olması hakkında şöyle diyebiliriz: Ya âlem, Allah’ın yarattığı ilk hâl üzere kalmaya devam etmiştir ya da Allah bilkuvve yarattık­tan sonra, bilfiil ortaya çıkması İçin bu vakti tayin etmiştir. Bu görüş de akıllara pek çok soru işareti getirmektedir. Öncelikle Allah’ın evvelden değil de sonradan isteyip âlemi yaratması fikri geçersizdir. Çünkü Allah zamanların üzerindedir. Âlemi evvela bilkuvve yaratıp, sonra varlık sahasına çıkmasını murat etmesi de geçersiz bir görüştür. Bir de “Allah önce yaratmadı, sonradan yarattı.” görüşü de geçersizdir. Çünkü bu Allah’ın bilgisinin ve yaratmasının değişmesi anlamına gelmektedir.

Şurası muhakkak ki Allah her şeyi her an bilmeye devam etmektedir. Onun sonsuz ilmi, mahlûkatı başlangıçta var et­meyi gerektirmektedir. Ve başlangıçta var ettiği varlıkları va­kitleri geldiğinde yaratır. Bu da Allah’ın ezelden beri var etmiş olduğu bir fiili, ortaya çıkartmayı seçtiği vakitte izhar etme­sine bağlıdır. Allah’ın her şeyi biliyor olmasının şartı, bildiği anda onu varlık sahasına çıkartması değildir. Yani malûm olan makdûr olana eşlik etmek zorunda değildir. Allah hakkında bir zorunluluk söz konusu olmadığı gibi, “niçin” diye sormak da uygun değildir. O’nun hakkında bu düşünceler geçersiz­dir. Eğer ki “Allah’ın bilgisi yoktu, sonradan yaratmaya karar verdi.” denilecek olursa, şöyle cevap veririz:

O Allah ki, her an her şeyi bilmektedir. Bilgisi değişme­miş, bilmemekten biliyor olmaya geçmemiştir. Âlemin hadis olmasının göstergesi, sonu gelmeyecek bazı olayları barındı­rıyor olmasıdır. Güneş feleğinin dönüşü senede bir, Satürn’ün feleği otuz senede bir tamamlanmaktadır. Güneş sistemi ile birlikte bulunan yıldızlar feleği de 36 bin yılda dönüşünü ta­mamlamaktadır. Güneş, Satürn ve Jüpiter ile aynı sistemde bulunduğu için gezegenlerin dönmesiyle dengeli olarak dön­mektedir. Satürn ve Jüpiter’in yıllar süren dönüşlerinin sonu yoksa güneş de sonsuza kadar dönecek demektir. Bir de dö- nüşler hakkındaki üç görüşten bahsedelim: “Dönüşler tek veya çift olmahd.r, hem tek hem çift olmahdır, ne tek ne de çift olmalıdır” demişlerdir. Öncelikle sonuncu görüşten baş­layalım, dönüşlerin sayısı ne tek ne de çift olabilir demek geçersizdir çünkü üçüncü bir seçenek yoktur. Hem tek hem çift olabilir demek de geçersizdir, çünkü iki hâl aynı anda bir arada bulunamaz. Geriye sadece ilk seçenek kalmaktadır. Eğer “Sonsuz olan bir hâl, teklik veya çiftlik gerektirmez.” denile­cek olursa şöyle cevap veririz:

Bu anlamsız bir görüştür. Ne olursa olsun dönüşlerin tek veya çiftten biri olması gerekmektedir. Onların bu tarz sor­gulamalarının sebebi, Allah’ın kendine tahsis ettiği ilimleri ve varlığın başlangıcını anlayabilmek konusundaki engellenemez arzularıdır. Fakat sordukları her soruya cevap vermenin bir anlamı yoktur. Onların ilim ve irade konusundaki palavraları, bizi şöyle demeye sevk etmektedir: “Siz, elbette kendinize en uygun vakitte yaratıldınız.”

İkinci Kısım

Bu kısım üç konuya ayrılmaktadır:

İlk konu: “Sema canlıdır.” hakkındaki görüşler.

İkinci konu: “Sema âlemdeki cüzi olaylarının farkındadır.” hakkındaki görüşler.

Üçüncü konu: “Hareketlerin tertibi” hakkındaki görüşler.

İlk konu: Filozofların bir kısmı semanın canlı bir varlık olduğunu ve bir nefis taşıdığını söylemişlerdir. Onun nefsi­nin cismine oranı, insanın taşıdığı nefsin cismine oranı gibi­dir. Nasıl ki bizim Allah’a ibadet etmek ve ona yakın olmak için iradî hareketlerimiz varsa, semanın da tabii ve iradî ha­reketleri var olmaktadır. Çünkü her hareket bir amaç hedef­lenerek yapılmaktadır. Böyle olmasaydı akıl taşıyan canlılarla taşımayanlar arasında bir fark olmazdı. Bu kişilere göre Al­lah’a yaklaşmaktan kasıt, zatında değil sıfatlarında Allah’a benzemeye çalışmak demektir. Şüphe yok ki en yüce mükem­mellik, cömertlik ve eşsizlik Allah’a aittir. Allah’ın karşısında her varhk son derece eksiktir. Mülk O’nun şanına layıktır. Al­lah’ın sıfatları ile kastettiğimiz; İlim, yumuşaklık, cömertlik, merhamet, kötülüklerden uzak olma gibi kavramlardır. Âde­moğlu kendini bu özelliklerle donattığı zaman, varlık olmaya layık olmakta ve Allah’a mekânsal olarak değil de sıfatsal ola­rak yaklaşmış olmaktadır. Meleklerin de Allah’a karşı durum­ları bu şekildedir. Öyleyse âdemoğlunun varacağı son nokta meleklere benzemeye çalışmaktır. Onlara göre melekler se- mavâtı hareket ettiren nefislerden ibarettir. “Semavâtm ke­mali bilfiil ve bilkuvve olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.” dediler. Bilfiil kemalinden kasıt, yuvarlak bir formda olması­dır. Yuvarlaklığı fiilen hep bu şekilde kalacaktır. Bilkuvveden kasıt ise bulunduğu konum ve durumdur. Sema için her ha­reket mümkündür. Mümkün olmayan hareketler ise sema sa­bit olmadığı için mümkün değildir. O sema ki, sürekli hareket hâlinde olmakta ve hâlden hâle geçmektedir. Semanın yara­tıcısına benzemesinden maksat, kemallik özelliklerindendir. Örneğin; yaratıcısı olan Allah’a cömertliğinde benzeyişi, kendi altındaki âlem ve feleklere verimli olmak için sürekli hare­ket etmesidir. Ayrıca gök cisimlerinin farklı hareketlerinde onlarla uyum içinde olmaktadır. Bu sözlerimiz, delil getiri­lebilecek konular değildir. Doğusal olan hareketlerin neden batısal olmadığı, batısal olan hareketlerin de neden doğusal olmadığı konusunda delil getiremeyeceğimiz gibi. Semanın canlı olduğu konusunda delil olarak, onun hareket ediyor ol­masını öne sürmüşlerdir.

“Hareket eden her cismin mutlaka bir hareket ettiricisi, bir etkeni olduğu net bir şekilde bellidir.” dediler. Bu da üze­rinde konuşulabilecek başka bir konudur. Şöyle diyebiliriz, ci­sim sadece cisim olduğu için hareket edecek olsaydı bütün ci­simlerin hareket ediyor olması gerekirdi. Fakat bazı cisimlerin hareketi başlatma kabiliyetleri yoktur, onların bir muharriki olması gerekmektedir. Muharrik-hareket ettiren kuvvet ya do­ğal olur taşın yuvarlanması gibi, ya harici bir güç olur taşın bir varlık tarafından atılması gibi, ya da harici bir güç olma­dan kendi iradesi ile hareket eder. Semanın hareketinin güç uygulama ile olması görüşü geçersizdir. Çünkü o semayı ya kendisi gibi bir cisim hareket ettirmektedir ya da Allah aracı­sız bir şekilde onu hareket ettirmektedir. Onlar ikinci görüşün mümkün olmadığını söylemişlerdir. Çünkü eğer Allah, yara­tıcısı olduğu için semanın muharriki olsaydı, her şeyin yara­tıcısı olduğu için bütün cisimleri hareket ettiriyor olması ge­rekirdi. Böyle olduğu zaman da hareket etme meziyetinin bir özelliği kalmamış olurdu. Semanın hareketinin Allah’ın iradesi ile olması görüşü de geçersizdir. Çünkü Allah, hareketi cisim­ler arasında dengeli ve ahenkli bir şekilde pay etmiştir. Hiçbi­rini diğerine hareket bakımından ayrı tutmamıştır. Semanın tabii bir şekilde hareket ediyor olması görüşü de geçersizdir. Semanın periyodik bir dönüşü olduğu görüşü de uygun değil­dir. Çünkü ondan ayrılan her parçanın geri ona dönmesi ge­rekir ki dengeyi koruyabilsin. Böylelikle filozofların söylediği her konuya cevap vermiş olduk.

İkinci konu: “Semanın hareketi kendindendir ve evrenin cüz’iyyâtlarını bilmektedir.”, “Levh-i mahfûz ile kastedilen se- mavâtın nefisleridir.” ve “Malumatın cüz’iyyâtlarımn kullanıl­ması, insandaki akleden kuvvetteki malumatın kullanılması gibidir,” dediler. Dahası “Semavâtın melekleri, semavâtın ne­fisleridir. Mukarreb melekler mücerred akıllardır. Onlar kendi başlarına var olan, cisimlerde barınmayan ve bir mekânı ol­mayan cevherlerdir.” de dediler. Semanın cüz’iyyâtı bilmesi konusuna da şöyle diyerek delil getirmişlerdir: “Semanın devrî hareketi iradîdir, irade de bir amaç için kullanılmakta­dır. Küllî irade ile önceden belirlenmiş hareket için cüz’î irade gerekmektedir. Bu cüz’î irade ise semanın iradesidir. Ayrıca cüz’î hareketlerin cismanî bir kuvvet ile şekillendirilmiş-ol- ması gerekmektedir. Çünkü her irade, muradını tasavvur et­melidir.” Sema evrenin cüz’iyyâtını oluşturabiliyorsa, yeryü­zünde olan olayları da bilmesi gerekmektedir. Nedensellik zinciri ile var olan hareketler semanın iradesine dayanmak­tadır. İnsan nedensellik zincirini bilmediği için gelecekte ne olacağını da bilemez. Fakat bu, sema için geçerli bir görüş değildir. Sema, sonsuz olaylar zincirinde varlığını sürdüre­cektir. Evrende olanların ve olacak olanların bilgisi tek bir seferde ve aynı anda Allah’ın ilmi dâhilindedir. Yani Allah’ın bilgisi, bir olay meydana gelip de onu olduktan sonra bilmesi veya birinin bildirmesi şeklinde işlememektedir. Allah evvela kudretiyle her şeyi bilmektedir. Yani “Allah önce yaratmak­tadır, sonra olacakları bilmektedir.” diye bir düşünce söz ko­nusu olamaz. Ve mahlûkatın oluş gerçekleştikten sonra onu bilmesi gibi, mahlûkatla aynı anda durumlardan haberdar olması da söz konusu değildir. Eğer ki Allah’ın yaratmış ol­duğu felek sonsuz hareketlerin akışını bilmekteyse, öyleyse yaratıcı olan Allah, bu bilgiyi bilmeye daha layık değil midir? Peki Allah ile feleğin bilişleri aynı şekilde midir? Yaratıcının bu konuda feleğe bir üstünlüğü yok mudur? Bu konular, mü­kemmelliğin tek tanımı olan Allah’ın hakkında konuşulması noksan konulardır. Allah’ın bilme şeklinde felek veya herhangi bir şeyle aynılığı veya zıtlığı söz konusu değildir. O’nun ilmi, olayları ve akışı bilmek konusunda farklı bir seviyededir ve bu konuda ittifak vardır.

Üçüncü konu: Bahsi geçen iki konuda, sahih olan ve olma­yan, delil getirilebilecek ve getirilemeyecek konulardan bah­settik. Semavâtın farklı hareketlerinin olması, evrende ger­çekleşen olayların bu hareketlerin etkisi ile gerçekleşmesi ve semavâtın evrende gerçekleşecek olan cüz’iyyâtı bilmesi gibi. Bununla birlikte biz bu hareketlerin, her an ve her sani- yede Allah’m iradesine bağlı olduğunu bilmekteyiz. Filozoflar,semanın ve feleklerin nefislerinin irade ve ilimleri olduğunu ve cüz’iyyâtı bildiğini iddia etmişlerdi. Şimdi biz bu kısmı üç bölümde inceleyelim:

Birinci bölüm: Allah’ın malumatları bilmesi.

İkinci bölüm: Allah’ın kâinatı irade etmesi.

Üçüncü bölüm: Allah’ın hareketleri bir düzene koyması.

 

Birinci Bölüm: Allah’ın Malumatları Bilmesi

Yaratılış konusunda araştırma yapanlar, Allah’ın her şeyi bildiği konusunda ittifak ettiler. Fakat Allah’ın ilminin zatından bir bölüm olup olmaması konusunda ihtilaf ettiler. Allah’ın her şeyi bilen olması konusunda ittifak etmeleri yeterli olmakla birlikte biz, şöyle bir açıklama yapabiliriz: Âlemi yoktan var eden bir yaratıcısı yoktur veya vardır dersek, eğer yaratıcısı yoksa bu zamana kadar anlattığımız her şey geçersiz olmak­tadır. Şayet yoktan var edeni varsa da yine önümüze iki se­çenek çıkmaktadır: Yaratıcı âlemi yoktan var etmeden önce onu bilmekte miydi, bilmemekte miydi? Eğer âlemi yaratma­dan önce onu bilmemekteydi, gözden kaçırmıştı ve mecbu­ren yarattı dersek, herkesin anlayacağı üzere bu son derece saçma bir görüştür. Bir önceki bahiste Allah’ın âlemi yaratma­dan önce bilmesi ile ilgili delillerimizden bahsetmiştik. Âlemi yaratmadan önce bilmekteydi seçeneğine baktığımızda, “Allah küllî olanları bilmektedir, fakat cüz’î olanları bilmesi ilminin sürekli değişmekte olmasını gerektirir. Çünkü âlem ve için­dekiler yaşamaya devam etmekte ve her geçen gün yeni du­rumlar yaşanmaktadır. Âlemde meydana gelen cüz’î olayları -bir hardal tohumu kadar küçük durumları- bilmemekteyse, semanın da Allah’ın ilmi dışında meydana gelmiş olması ge­rekmektedir ki bu görüşler son derece geçersizdir.

“Hiçbir yaratılmış Allah’ın bilgisi dışında yaratılmamış, bunu kabul ettik. Fakat birtakım meleklerin bu konular hak- kındaki bilgisi yaratıcınmki kadar müstakildir.” derlerse -bu düştükleri şüphede son noktadır- şöyle deriz: “Bu muhaldir. Sizin kabul ettiğinize göre yaratıcı saf bir akıldır. Maddeden, soyut saf aklın gereği malumatlardan habersiz olmamasıdır. Bilmeme hâli ise insanın bir özelliğidir. Çünkü insan madde­dendir. öyleyse siz getirdiğiniz delillerle Allah tarafından ya­ratılmış olan semanın cüz’iyyâtı bildiği sonucuna vardınız da, sizin de yaratıcı olarak kabul ettiğiniz Allah’ın, bu cüz’iy- yâtı kesin bir şekilde bildiği sonucuna varamadınız mı?” Eğer olayların tesadüfen yaratıcının yaratmasından çıktığını söy­lerlerse deriz ki: “Böyle bir şey olamaz, çünkü yaratıcının ilmi kadimdir. Âlemin oluş silsilesi başlamadan evvel de her şeyi bilmekteydi. Oluşların nereye varacağını da bilmekteydi ve bilmektedir. Sizin başlangıçlarınızı, müsebbibleri ve sonuçla­rını da bilmektedir. Çünkü başlangıcı yaratan ve bilen ilk se­bep, başlangıçtan sonuca kadar olan kısmı ve sonun ötesini de bilmektedir. Oluş ve değişimler ölçüşünce olaylar olmakta ve O’nun bilgisi ile akmaktadır. Allah’ın ilmi tek ve bütündür. Allah’ın ilmi hakkında “Oluşların şu kadarını bilmekte, şu ka­darını bilmemektedir.” gibi bir parçalanma söz konusu de­ğildir. Olduktan sonra değişenler de O’nun ilmi dahilindedir.

İnceleyin:  Din ve Dünyayı Yorumlama Şeklimiz: Kur'an'ı Anlamak

“Allah’ın ilmi zait olup zatından ayrı mıdır, yoksa ondan bir parça mıdır?” denilirse şöyle cevap veririz: “Mu’tezile’ye göre O’nun zatı ilminin ta kendisidir. Eş’arîler ve pek çok fır­kaya göre ise O’nun ilmi zatından ayrıdır. Benim kesin olarak inandığım ise, Allahu Teâlâ, zaman ve mekân sınırı olmaksı­zın, küçük büyük, gizli aşikâr her şeyi hakkıyla bilendir. Bu konuda deliller vardır. Allah’ın bilgisinin zatından ayrı olması mümkün değildir, “ilmi zatının bir parçasıdır, ilmi zatından ayrıdır.” deseler de bizce bu iki zıt görüş de doğru değildir. Allah, mevcudiyeti zorunlu bir varlık, vâcibü’l-vücûddur. İlmi kadimdir. Şayet ilmi zatından ayrı müstakil bir varlıksa, o za­man Allah’tan ayrı kadim bir varlığın olması gerekir. Bu da “Allah” ve “Allah’ın ilmi” şeklinde iki kadim varlığın olmasını gerektirir ki bu da geçersiz bir düşüncedir.

“Zat O’nun şartından mıdır?” diye sorulursa şöyle deriz: “Zat, kadim veya muhdes olmaktan hâli değildir. Kadim ol­ması biraz önce bahsettiğimiz sebepten geçersizdir, muhdes olması ise Allah’ın zatının kendinden gayrı bir şey ile varlı­ğını sürdürmesi demek olduğundan, o da geçersizdir. Öyleyse ilim de zatının sıfatlarından değil kendisindendir.” Bu söyle­diğin Mu’tezile’nin görüşü ile aynıdır denilirse şöyle cevap veririm: “Bizim mezhebimiz onlardan bir konuda farklıdır, o da şudur: Allah sübhânehu külliyatları da cüz’iyyâtları da bil­mektedir. O’nun hakkında ilmi zatmdandır, ilmi zatından de­ğildir diye sınırlama yapmak doğru olmaz. Allah’a bazı isim­leri nisbet etmek de şeriatın yoludur. Şeriatın hükümlerinde ise ilmin zait oluşunu gösteren bir durum yoktur. Allah alim­dir. İlmi hakkında -kendi başına varlığını sürdüren bir kadim­lik- veya -bir şarta bağlı olarak varlığını sürdüren bir kadim­lik- iddiasında bulunmak gereksizdir.”

İkinci Bölüm: Allah’ın Kâinatı İrade Etmesi

Bu bölümde müşkül bir mesele olan iradeden bahsedece­ğiz. Allah’ın yardımı ile söze başlayalım. İradeden kasıt, nefsin meyletme kuvveti esnasında, bir fiili yapmak için yoğunlaş­masıdır. Nefsi, arzu ettiği veya çekindiği bir husus hakkında tahayyül kuvveti harekete geçirmektedir. Allah hakkında bu şekilde nitelemede bulunmak imkânsızdır. Çünkü İlahî irade, fiilden habersiz olmadan fiili meydana getirmektedir. O’nun hakkında irade, mahlûkatı yaratmaya yönelmek demektir. Bu da fiilin salt söz olmaktan fiil olmaya geçişini ifade etmekte­dir. Allah’ın her şeyi bilen olduğundan, âlemi yarattığından ve âlemin ona muhtaç olduğundan bahsetmiştik. Bu konuda itti­fak vardır. Allah’ın âlemde olan veya olacak olan konular hak­andaki bilgisi de parça parça değil tek seferde gerçekleşmek­tedir. O’nun bilgisi değişmez, bilgisiz kalmaz veya unutmaz. Oluşlar ortaya çıkmadan önce de sonra da, oluş esnasında de­ğişen ve değişecek olan hâlleri de bilmektedir. Malumat “ola­cak olan” ve “olmuş olan” şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Henüz gerçekleşmemiş eylemler bilkuvvede kalmış, gerçekleşmiş olanlar ise bilfiil olmuştur. Var olanın hâli değişmiş fakat de­ğişen bir şeyin değişeceğini de bildiği için, Allah’ın bu konu hakkındaki ilmi sabit kalmıştır.

Bu konu anlaşıldığında büyük bir aşama kat edilmiş olur. Sonra şöyle diyebiliriz: Bilkuvve olan her şey bilfiile döküle­cektir. Allah bütün olaylardan haberdar bir şekilde, varlıkla­rın illetlerini sıraya koymak suretiyle onları irade etmiştir. Bu konunun “irade” üe açıklanmasını şu önerme ile söyleyelim: Murat edilen konu bilinmektedir. Her bilinen Allah’ın murat ettiği şekilde olacaktır. Her murat edilen de Allah’ın ilmi dâ­hilinde olacaktır. Allah’ın ilmi bjlkuvve olan muradının illeti ise, bilfiilde olan da bilkuvvede olana eşlik edecektir. Bilfiil gerçekleşen varlıklar da Allah’ın onları var ettiğine delil ol­maktadır. Allah’ın bir varlığın müsebbibi olması da iradenin ilme tabii oluşu ile açıklanır. “Bu konunun irade ile açıklan­ması” tabirinden kastettiğimiz budur.

“Malumatlar, yani bilgiler.. Bunların bir sınırı, sona erdiği bir nokta var mıdır? Yoksa bunlar sınırlandırılamazlar mı?” denilirse şöyle cevap veririm: “Bu, ayrıntılı bir şekilde açık­lanması gereken sorulardandır. Ve şu da bilinmelidir ki, “tü­kenmek” dediğiniz olgu da bilgiye dâhil edilmektedir. Bilgile­rin akıl tarafindan kuşatılmış olması gerekmektedir. Kuşatılan her bilginin de sınırının belirlenmiş olması gerekmektedir. Sı­nırı belirlenmiş her bilgi sona erecektir. Ve her bilgi, bilkuv­vede kalsa da bilfiile çıksa da sona erecektir. 0 vakit âlem bütünüyle, dokuzuncu küre ve içerdikleri, yörüngesinde dö­nenleri ve içinde yaşayanları, bütün bunların bilgisi Allah’ın ilminde nihayeti ve sınırları olan bir hâldedir.”

“Peki ya Allah sonu gelmeyecek olanın bilgisine sahip de­ğil midir?” derlerse, şöyle deriz: “Bu düşünülmesi gereksiz bir sorudur. Şüphesiz ki her bilgi sona erecektir. Belki sorunun içeriği değişse sormak istediğinize daha yakın olurdu lâkin şimdi konudan sapmaya gerek yoktur.”

“İlim, sonu gelecek olan durumları belirleyebilir mi, be­lirleyemez mi?” denilirse, şöyle bir açıklamada bulunabilirim: “İlim hakkında, bir bilgiye dâhil edilmeden böyle sınırlan­dırmalar yapmak doğru değildir. Aksi takdirde ilmin özelliği geçersiz olmaktadır. Ne zaman ki bir bilgiye dâhil edilirse o zaman sınırları belli olmaktadır. Fakat ilmin sona erecek ol­ması ve sınırlarının belli olması Allah hakkında düşünüle­mez. Çünkü ilim hakkında sona erecektir, sona ermeyecektir demek doğru olmaz. İşte bu konudaki karışıklığın sebebi bu­dun Hakikati bilmeyen bilgisiz bir kişi, bilgiler sona erecek olurlarsa Allah’ın bilgisinin de sona erecek olduğuna inana­bilir. Onlar Allah’ın gücünü hakkıyla takdir edemediler. So­nuç olarak malumatlar, sona ermeye müsait olduklarından tükenmek ile nitelenebilirler. Kelam âlimlerinin çoğu, keyfi­yet yani bir nesnenin yapısını, nasıl olduğunu belirleyen özel­likler hakkında da sona erecek, sona ermeyecek denmesini uygun bulmazlar. Hâl böyleyken sona ermek veya ermemek konusu Allah’ın bilgisi hakkında nasıl konuşulabilmektedir? Üstelik Allah ne cevher ne de araz kategorisine girmektedir. O hâlde sorduğun soruyu farklı biçimlerde sorsan da sonuç aynıdır: Sona erme özelliği bilme eylemi ile değil bilgi ile il­gilidir. Allah’ın gücünde bir noksanlık yoktur.”

Üçüncü Bölüm: Allah’ın Hareketleri Bir Düzene Koyması

Basiret sahibi bir kişi, âlemin bir yaratıcıya ihtiyaç duy­ması ve bu yaratıcı nezdinde her türlü bilginin olması konu­sunda şüpheye düşmez. Bilme eyleminden bir bilgi çıkmaz, göklerde ve yerde bir zerre hareket etmez veya sabit kalmaz ki Allah bunu yazgısında ilmi ile kayıt altına almamış olsun. Rabbim yanılmaz, unutmaz da. Her hareket, her kavrama, her bırakma, her hışırtı, her fısıltı Allah’ın ezelden beri her an il­minde olan konulardır. Aksi mümkün olabilir mi? Allah hak­kında araştırma yaparak feleğin âlemin cüzi’yyâtlarım bilmesi konusunda delil getirenler, feleğin her şeyi bilen bir yaratı­cıya boyun eğdiği konusunda da görüş birliğine varmışlardır. Ayrıca bu feleğin hareketleri ile yaratıcısına yaklaşmayı ar­zuladığı fikrinde sabittirler. Bir köle mi yoksa bir efendi mi mükemmel vasıflarla nitelenmeye daha layıktır? Öyleyse Al­lah’ı tenzih ederiz. O ki, övülmüş arşın sahibi ve yakaladığı zaman şiddetle yakalayandır. “İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf 18) O ki, kuluna şah damarından daha yakındır: “Gizli gizli konuşan üç kişi yoktur ki dördüncüleri O olmasın, beş kişi yoktur ki akıncıları O olmasın. Bundan az veya çok olsun­lar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka Allah onla­rın yanındadır; nihayet kıyamet günü onlara yapıp ettiklerini bildirecektir. Çünkü Allah her şeyi bilmektedir.” (Mücâdile 7) “Gaybm anahtarları Allah’ın yanındadır, onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun bilgisi dı­şında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir ki­taptadır.” (En’âm 59) Bu ayetlerde Allah, gaybın anahtarları­nın kendi katında olduğunu açıkça ifade etmiştir. Kimin ak­lında bir soru işareti varsa bu anahtarlara başvurabilir. Şayet filozoflar da bu ayetleri inceleselerdi doğru yolu bulurlardı.

Allah sebepleri ve sonuçlarını bilmektedir. Olayların meydana gelme sebeplerini bilip de sonuçlarını bilmemesi diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü böyle bir iddia, Allah’ın bilgisinde bir değişiklik olduğunu iddia etmek demektir. Allah’ın mey* dana gelecek olan sebepleri ve sonuçları ilmi küllisi ile bilip, sebepler ve sonuçlar meydana geldikten sonra ilminin yeni* lenmesi ve güncellenmesi iddiası da geçersizdir. İsabetli olan şöyle söylemektir: Allah sebepler ve sonuçlan, olmadan önce de en ince aynntılarına kadar bilmektedir. Sebepler ve sonuç­lar Allah *ı aşıp geçemez. Şayet varlık sahasına çıkarken onu aşıp geçmesi diye bir şey olsaydı da onu bilirdi. Bilişte var olan bu sıra, oluşta da geçerlidir. Allah’ın ilminin dışında ka­lan hiçbir şey yoktur. Buna şöyle örnek verilebilir: Ekmek, ha­mur hâline gelmeden fırında pişirilip ekmek olarak ortaya çı­kamaz. Hamur da un aşamasından geçmeden hamur formuna ulaşmaz. Buğday aşamasından geçmeden un ortaya çıkmaz. O buğdayın muhakkak öğütülmesi gerekir. Bunun için de bir değirmen taşı ve diğer aletler gerekir. İşte bunlar, o madde­nin ekmek olarak ortaya çıkabilmesi için zaruri olan levazı­mıdır. Şimdi kıymetli okuyucu, temsilen verdiğim bu neden­sellik zincirini inceleyerek Allah’ı kavrayabilirsin. Nedensellik zincirindeki sebepler anahtarlardır ve sonuçlar da o anahtar­larla açılan kapılardır. Allah’tan başka hiç kimsenin sebep-so- nuç bilgisine vâkıf olması mümkün değildir. Allah tarafından gönderilmiş nebiler ve mukarreb melekler de bu ilimlerin sa­dece küçük bir kısmını -Allah’ın izniyle- bilmektedirler. Allah, son derece gizli ve karmaşık olan durumlar hakkındaki ilmini “Zulmet” diye tarif etmiştir. O, ayette sebep-sonuç ilişkisini anlatırken “yaş ve kuru” kelimelerini zikretmiştir. Çünkü her yaş olana kuruluk, her kuru olana da yaşlık lazımdır.

Gökler, yeryüzü ve ikisi arasındakiler Allah’ın bilgisindedir. En yüce örnekler O’na aittir. Allah bu örnekleri önümüze yu­varlak bir sofra koymuşçasına evirip çevirmektedir. Bilmemize izin verdiği bazı cüz’î konular da aramızda dönüp durmak­tadır. Allah’ın cüz’iyyâtın bilgisini kuşatması, bitmez tüken­mez ilmine ve kudretine nazaran basit ve önemsizdir. Tabii ki “Allah’ın sofrayı çevirmesi” terkibini kullanmamız mesele­nin anlaşılması içindir. Nitekim Allah araçlardan ve azalarının olmasından münezzehtir. Allah hakkında düşünebileceğimiz tek durum, bir şeyin olmasını dilemesi ve hemen olmasıdır. Fakat yine de Allah, yarattığı her şeye, âlem bir düzen ve ter­tip içinde olsun diye bir hikmet, bir sebep koymuştur. Kesin olarak bildiğimiz budur, bu konuda bir inkâr, şüphe ve im­kânsızlık söz konusu değildir. Allah’ın ilminde irade etme­diği bir şey gerçekleşmez, varlık sahasına inemez. 0 bunlar­dan yücedir. Buraya kadar anlattıklarımızı anladıysan varlığın ve hareketin başlangıcı olan ilk nedenin Allah’tan olduğunu öğrenmişsindir. Dolayısıyla âlemin bir bütün olduğunu ve bu bütünlüğün düzen içinde aktığını, bunların Allah’tan oldu­ğunu ve Allah’ın ilminin değişken olmadığını bilirsin. O Al­lah ki, cisim, araz veya cevher değildir. Âlem onun etkisi ile oluşmuştur. Allah fâil-i muhtârdır. Yani bütün nesne ve olay­ları, özellikle insanlara ait ihtiyari fiilleri iradesine göre ya­ratmaktadır. Demir, mıknatıstaki özellikten dolayı ona doğru çekilir. Cismanî âlemde bu böyleyse, ruhanî âlemde durum nedir? Demirin mıknatısa doğru çekildiği gibi âlem de yara­tıcısına doğru çekilmez mi?

Bundan sonra bil ki hareketler üçtür: Ya feleklerin hare­ketleri gibi merkez etrafında, ya hava ve dumanın yükselme hareketi gibi merkezden, ya da taşın yer çekimine doğru çe­kilerek aşağı düşmesi gibi merkeze doğrudur. Başka bir açı­dan da hareketler ikiye ayrılmaktadır: Ya zaruri ya da ihtiyari. Bu hareketlerin kaynağı da iki şeye nispet edilir: Kendisine ve yaratıcısına. Bu hareketler yaratıcıya nispet edildiğinde onun fâil-i muhtârıdır. 0 hareket bütünüyle yaratıcının planı, hükmü ve kazası ile olmaktadır. Allah bir şeyi gerçekleştirmeyi murat ettiğinde, bu fiil önceden tayin ettiği yönden, tayin ettiği za­man ve tayin ettiği kişinin eliyle ortaya çıkmaktadır. Bu ha­reketin önce veya sonra olması, bilkuvvede kalması veya bil- fiile dökülmesi bu durumu değiştirmez.

Bu hareketlerin kendisine nispet edilmesi ise ikiye ayrıl­maktadır: Ya insanlara ve hayvanlara mahsus ihtiyari hare­ketler, ya da cansızlara ve hayvanlara mahsus zaruri hareket­ler ki bunlar da fiile eşlik edenler ve arızî olanlar diye ikiye ayrılmaktadır.

İlk olarak ihtiyari hareketlere bakalım, nefsin yönlendir­melerine ve hareketlerine bağlıdır. Nefsin emri altında olan­lar da, nefiste yaratıcının izlerini gördükleri için ona itaat etmektedirler. Nefis aklın yönlendirmesi ile, akıl da yaratı­cının yönlendirmesi ile çalışmaktadır. Meleklerin hareket­leri de ihtiyaridir. Meleklerin ihtiyari hareketlerini akılları yönlendirirken, akıllarını da yaratıcıları yönlendirmektedir. Onlar yaptıkları işlerde Allah’a asla karşı gelmemektedirler. “Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve kendi­lerine emredileni yerine getiren melekler vardır.” (Tahrîm 6) Melekler daima yaratıcılarının ilmi üzere hareket etmekte, O’nun razı olacağı fiillere uymaktadırlar. Maddeden oluşmuş canlılara gelince, madde olan bedenlerinden soyutlanma­dıkları için onlar hakkında iki durum söz konusudur: Nefis­lerinin bir yüzü mele-i a’lâya (üst benlik), bir yüzü de âlem-i esfele (alt benlik) bakmaktadır. Bununla kastedilen, insanın nefsinin iki cihetini de gözetmekle yükümlü olmasıdır. Me- le-i a’lâya yani meleklerin derecesine bakan cihetini, üstün ahlaklarında ve Allah’a ibadetlerinde onlara benzemek kay- dıyla gözetebilir. İnsan, nefsinin bu kısmını korumak ve ona uymakla emrolunmuştur.

Nefsinin diğer ciheti olan âlem-i es­fele gelince, bu kısmını da ıslah etmekle yükümlüdür. Çünkü bu kısım, insanın ayağını kaydırabilecek arzularının ve me­yillerinin olduğu kısımdır. İnsan, nefsinin esfel kısmına karşı ülkesini korumak zorunda olan bir kral gibidir. Bu kral ülke­sini imar etmeye uğraşmakta, halkını gözetmekte, toprağını ekmekte, düşmanına karşı tetikte olmakta, ülkesinin faydası için uğraşmakta, ülkesini kötülüklerden arındırmakta ve ek­siklerini kapatmaya çalışmaktadır. Nefis, bu iki cihet arasında gidip gelmektedir. İki cihetten her birine payı, adaletle veril­melidir. Allah insanı bir düzende yaratmış ve İlahî hikmetle özel kılmıştır. O, insanı desteklemiş, kuvvetlendirmiş ve onu nefsinin iki cihetine ulaşmak için imkân bulacağı araçlarla do­natmıştır. Nefsinin üst kısmında akıl ile desteklenen insan, bu özelliği ile meleklerin seviyesini yakalamaya ve yaratıcısının isteklerini anlamaya uğraşmaktadır. Nefse karşı insan, koru­masız bir bölgeye gönderilen kralın hizmetkârının durumu gibidir. Efendisinin emirlerine itaat edip yasaklarından kor­kan bu hizmetkâr, kralının emirlerini yerine getirmek için o bölgeye gitmiştir. Kral ona, oraya giderek düşmanla savaşma­sını, yiyecekleri dağıtmasını ve orayı ıslah etmesini emretmiş­tir. Ayrıca hizmetkârına kendisinden uzak olduğu zamanlarda da amacından sapmamasını tembihlemiştir. Bir de şöyle de­miştir: “Sana gittiğin yerde yardımcı olacak ve mazeret su­namayacağın üç şey sağladım. Evvela o bölgenin saraylarını, kalelerini, duvarlarını, akarsularını, ağaçlarını ve meyvelerini ıslah ettim. İkinci olarak sana maiyetinde çalışacak ve sen­den emir alacak köleler, yardımcılar ve hizmetkârlar verdim. Onlara dilediğini emret, emrettiğin her şeyde sana mutlaka itaat edeceklerdir. İsteklerine muhalefet etmeyecekler, emir­lerine isyan etmeyeceklerdir. Sana düşen onlara iyi davran­maktır, sana verdiğim yetkiye aldanıp da yoldan çıkma, ben yumuşak tabiatlı olsam da gerektiğinde son derece öfkeli ola­bilirim. Üçüncü olarak, sana akıllı ve bilge bir vezir verdim. 0 vezir, dünyada olup bitenleri bilir ve örnek bir karakter­dedir. Sonucunu düşünmeden bir işe girmez. Onu kendi ve­zirim olarak yetiştirdiğim hâlde sana verdim. Hâl böyleyken ona danışmadan bir işe girişmekten sakın ve senin hizmetine vermemle onun efendisi olduğunu zannetme. Onun hakkını yeme. İşte bu vezir ki yaptığı her işte benim görüşlerime da­yanır, onun böyle olduğundan da emin oldum, çünkü o bana bir an bile isyan etmez.” Bu hizmetkâr kralın öğütleri ile böl­geye gider, işte nefsin misali, kralın gönderdiği bu adamın ör­neği gibidir. Bu korunmasız bölge ise bedendir. Bu bölgedeki besinler, ilk mi’racda bahsettiğimiz bedendeki kuvvetler ve temayüllerdir. Bu bölgedeki yardımcılar bedendeki besinler ve yararlardır. Vezir de akıldır. Hikâyedeki kral ise yaratıcı­dır, en yüce örnekler ona aittir.

Daha sonra şundan bahsetmek istiyorum, bedenimizde kuvveti yayan etken nefistir. Allahu Teâlâ vücudun zâhirî ve bâtınî özelliklerini nefsin emrine vermiştir. Her ne zaman ne­fis bir işe yönelmek isterse beden ona zaruri olarak uymakta­dır. Peki, nefsin hareketleri, istekleri ve hareketlerinin sebep­leri iradi midir, zaruri mi? Cevabımız şöyle olur: Bu, derin bir konudur ve mahlûkat derinlikleri olmadığı ve metotları yan­lış olduğu için bu konuyu anlamaktan aciz kalmışlardır. “Ka­der” başlığı altında incelenen bu mesele ve etrafında dönen tartışmalar, geçmişten beri süregelmektedir. Kuvvetsizliğimiz, akıllarımızı kullanmayışımız, günahlara dalmamız ve dünya­nın aldatmacasına kapılmamızdan dolayı biz bu konuları an­latabilme pozisyonunda değiliz. Çünkü her iş ehline verilme­lidir. Fakat yine de cesurca değil de korkarak ve çekinerek bu durumu anlatmak istiyoruz. Velhasıl, hareketlerin çeşitlerin­den bahsetmiştik. Şimdi insanın hareketlerinden konuşalım, insanın hareketleri ya zaruridir ya da ihtiyaridir.

İnceleyin:  İtikad ve İman

İnsanın zaruri hareketleri, tabii hareketlerdir. Bu hare­ketlerin sevap veya cezayı gerektirmediği konusunda itti­fak vardır. Burada ihtilaf, ihtiyari hareketler hakkındadır. Bu tarz hareketler sorumluluklar ile ilgilidir. Konuya hazır­lık açısından daha önceden vermiş olduğumuz örnekleri iyi anlamak gerekir. Nefsin iki ciheti olduğundan bahsetmiştik. Nefsin mele-i a’lâya bakan yüce kısmı, bu örnekte vezir ola­rak hayat bulmaktadır Nefsin alçak olan âlem-i esfel kısmı ise düşman saldırısından korkulan savunmasız bölge ola­rak tasvir edilmektedir. Öyleyse nefis, üstün özellikler sergi­lediği zaman akılla hareket etmiş demektir. Akıl da Allah ile hareket etmiştir. Yaratıcıdan akla, akıldan da nefse geçen bu hareket mele-i a’lâ cihetindendir. Eyleme dökülenler de Al­lah’ın etkisi ile gerçekleşmiştir. Bahsi geçen örnekte, hizmet­kârın gönderildiği bölgeyi ıslah etmesi de itici kuvvet olan aklı iledir. Çok defa söylesek de yine tekrarlayalım, âlem bö­lümlere ayrılmıştır: Varlıkların en şereflisi olan akıllar. Akıl­dan daha aşağı olan kesîf cisimler. Akıllar etkileyen, cisimler etkilenenlerdir. Akıl ve cisim, ilim ve cehaletin zıtlığı gibi iki zıt kutuptadır. İşte beden, mutlak zıtlığı içinde barındıran bir oluşumdur. İlahî hikmet nefsi tedrici olarak yaratmıştır.

Ne­fis bir taraftan akla, diğer bir taraftan da cisme benzeyen bir karışımdır, diyebiliriz. Nefiste ise iki hâl vardır: Ya esfel cihet­ten rezillikler çukuru ya da âlâ cihetten faziletler tepesi. Ci­simler nefislerin, nefisler akılların etkisi ile hareket etmek­tedir. Akıllar ise Allahu Teâlâ’dan etkilenmektedirler. Allahu Teâlâ ilk sebeptir. Allah’tan çıkan etkiler, kraldan vezire (akıl) çıkan emirler gibidir. Daha sonra bu emirler vezirden kapıcı- başına (nefis), kapıcıbaşmdan memura (cisim) gelmektedir. En yüce örnekler Allah’a aittir. Rab başlangıçtır. Varlık saha­sına çıkan her şeyin Allah’tan olduğu konusunda ittifak var­dır Nefis, İlahî özellikte olmasından dolayı denge konumunda merkezde beklemektedir. İnsan yüce olduğu için İslâm dini ölü bedenlere bile kıymet vermektedir. Öyle ki ölü beden te­mizlenip kefenlenir, daha sonra kabre konulur. Bozuk inanç­lardaki gibi öylece gömülmez veya yakılmaz. Zaten ölü be­dene bu şekilde davranmak haramdır. Şayet ölmüş olan kişi iyi bir insan değilse ve bu muameleyi hak etmiyorsa da yine de ölüsü temizlenip kefenlenmektedlr. Şayet yaratıcı sadece insanların hak etmesi ile bir şeyler veriyor olsaydı, o yaratıcı mutlak Kerîm, sınırsız lütuf sahibi olmazdı.

İnsanlara hak et­tiklerini vermesi Allah’ın adalet sıfatından kaynaklanmakta­dır. Adil olan, iyiliğe iyilik ile karşılık verendin Kerîm olan ise ilk veren eldir. İyilik ve güzellik görüp karşılığında hareket eden el değildir. Allahu Teâlâ cisimleri böyle şerefli kılmış­tır. O cisimler ki, asıl etken olan ruhları içinde barındıran ve itaat etmeye yarayan araçlardır. Aynı şekilde nefis de akılla birlikte Allah’ın araç olarak ikram etmiş olduğu nimetlerden­dir. Nefsin hareketi, kendisine ilhamda bulunarak yönlendi­ren bir etkenden, akıldandır. Örnek üzerinden gidecek olur­sak, memur kapıcıbaşına teşekkür etse de gerçekte teşekkürü hak eden vezirdir. Çünkü vezir, krala ulaşmak konusunda ka­rarların çıktığı merciidir. Bu metaforu anlatmamızın nedeni, bizi Allah’a ulaştırabilecek olanın yalnızca akıl (vezir] oldu­ğunu anlamamız içindir. Fakat akıl da aracıdır. En nihayetinde teşekkür ve övgü, ilk başlangıç olan ve her şeyin kendisi ile oluştuğu Allah’a aittir. Çünkü eğer Allah, katından bir yardım göndermeseydi akim insan üzerinde bir etkisi olmazdı. Mut­lak cömert ve salt ihsân sahibi olan Âlemlerin Rabbi olan Al­lah’tır. Aklını kullanan bir kişi, faziletlerin Allah’tan olduğuna dair şüpheye düşmemektedir. Fakat “kötülük” konusunda ih­tilafa düşülmüştür. Mu’tezile, kötülüğün Allah’tan olmadığım iddia etmiştir. Fiillerin insanın ayrılmaz parçası olduğunu dü­şündükleri için, onları kula nispet etmişlerdir. Fiillerin de ku­lun bağımsız kararları olduğuna hükmetmişlerdir.

“Bu konudaki muamma her zaman var olacaktır. Örnek vermek gerekirse, namaz için olan harekette eğer bu hare­ketin kaynağı kul ise Allah’ın etkisi nerededir, eğer hareke­tin kaynağı Allah ise kulun etkisi nerededir? Eş’arîlerin dediği gibi, fiilin Allah ile kul arasında müşterek olması da imkân­sızdır. Öyleyse durum nedir?” denilirse şöyle cevap veririz: “Hareketler bedenlere izafe edilmektedir. Bu konuda parça­lara ayırmak -hareketin faili biraz o biraz budur demek- doğru değildir. Nefsin kendi başına bir hareketi yoktur. Nefsin be­den karşısındaki konumu ancak yol gösterici olmasıdır, Bede­nin nefisle olan ilişkisi, demirle mıknatısın ilişkisi gibidir. Peki demir hakkında şöyle denilebilir mi?: “Mıknatıs demirde etki etmiş fakat hareket demirde ortaya çıkmıştır.” Bilakis mıkna­tısın çekme özelliğinden dolayı demirde etkisi olmuştur. Böy- lece bu sorunun mantıksız olduğunu ifade etmiş olduk.

“Önceki soruda nefis hareketin içinde midir mealindeki sorumuz geçersiz olsa da, hareketi amaçlamak ve cisme yap­tırmak konusunda etkisi olduğu sorusu bakidir, buna ne der­siniz?” derlerse şöyle cevap verebiliriz: “Nefsin akla tabi oldu­ğunu ve akıl tarafından hareket ettirildiğini defaatle belirttik. Akıl da Allah tarafından hareket ettirilmektedir. Fakat burada kastedilen cismanî hareket değildir. Buradaki hareket, nefsin bir işe yönelmesine etki etme şeklindedir. Bu da nefsin esfel cihetini terk edip âlâ cihetine yönelmesi ile olmaktadır. Nef­sin bir şeyleri terk etmesi hareket değil hareketin yokluğu­dur. Yokluk ise olmayış demektir, fiil değildir. Böylelikle nef­sin alt benliği kontrol edilmektedir.”

“Öyleyse terk etme eyleminin ihtiyari veya zaruri olması da Allah içindir, öyle mi?” denilirse, şöyle derim: “Terk etme eylemi bir açıdan ihtiyari, bir açıdan zaruridir. Bunu anlamak için önceki anlattıklarımızı şöyle bir hatırlamamız gerekir. Ne­fis alt benliğine hâkim olsa da ona ulaşmak için araç olarak bedeni kullanmaktadır. Nefsin bedendeki hareketleri, daha önce saydığımız üzere on tanedir. Beş duyumuz ile algıladık­larımız bu hareketlerdendir. Zâhirî olan bu beş duyu, bâtinî olan hayaliye kuvveti, hafıza kuvveti, zâkire kuvveti gibi kuv­vetlerin itkileridir. Bâtınî kuvvetler şehirde dolaşan hafiye- ler gibidir. Şehirdeki olayları gözetleyip kâtipler, kapıcılar ve vezirler gibi yetkili mercilere haber taşırlar. Hafiyeler, kayda aldıkları konuları kâtiplere taşırlar, kâtipler aldıkları bilgileri hükümdara taşırlar ki o hükümdar da insandaki nefistir. Zâ- hirî kuvvetler olarak bilinen beş duyunun yetkileri farklıdır. Görme duyusu renkler âleminden, tatma duyusu yiyecekler­den sorumlu tutulmuştur. Daha önceden verdiğimiz örneğe göre beden, korunmaya muhtaç bir bölge gibidir. Nefis her an bu bölgeyi kontrol etmekle meşguldür. Öyleyse nefsin bu hareketleri zaruridir. Yani beş duyu ile ilgili bir şey yapmaya yöneldiğinde bu hareket zaruridir. Örneğin; gözünü bir yere çevirsen, istesen de istemesen de kafanı çevirdiğin yerdeki görüntüleri görürsün. Diğer duyularda da hâl böyledir. Göz­deki görme duyusu nasıl zaruri ise nefisteki görme duyusu da ihtiyaridir. Bedenin cismanî olan esfel cihetinin hareket­leri, yalnızca cismanîdir, yani bedenle ilgilidir. Cismanî olan hareketlerin hepsi de zaruri olarak gerçekleşmektedir. Yani sen bedenle ilgili bir hareketin sebebini yerine getirdiğinde sonucu da kendiliğinden meydana gelmektedir. Özet olarak deriz ki, fiillerin meydana gelişi, nefsin iradesi ve sebepleri yerine getirmeye bağlıdır. Nefsin iradesi, iki zıt bölge olan alt ve üst benlik arasında denge konumundadır. Bununla bir­likte nefis, üst benliğini ihtiyari hareketlerinde güzelce yö­netmekle yükümlüdür. Hareketlerin yâ ihtiyari ya da zaruri olmasından bahsetmiştik. Bedeninde bulunan bir azada, sebe­bini yerine getirdiğinde sonucu da otomatik olarak gerçekle­şiyorsa bu zaruri bir harekettir. Bu hareketin karşılığı olarak sevap verilmesinden veya cezalandırılmaktan bahsedilmez. İhtiyari hareket ise, nefsin alt ve üst benliğinde bir duruma yönelmesi ve irade etmesi ile ilgilidir. Nefse akıl cihetinden iyi düşünceler ve yönlendirmeler gelirse akıldan etkilenerek iyi hareketlerde bulunmaktadır. Beden nefse, dolayısı ile akla uyarak yaptığı bu hareketlerden dolayı sevabını almaktadır. Nefis, aklın temayülleri için bir alandır. Aklın nefis ve beden arasındaki ara bulucu rolü sayesinde bu temayüllerin yapa­bildiği yegâne etki, gayret duygusunu harekete geçirmektir.”

Hakkında ihtilafa düşülen kötülük problemine gelince, şöyle açıklamaya çalışalım. Nefis öncelikle hayra eğilimlidir, daha sonradan işler değişir ve tersine döner. Buna örneğimiz şöyle olsun: Birinden ödünç aldığın bir bineğe binmektesin. İhtiyaçlarını giderip işini gördükten sonra geri getirdiğin bu binek, söz dinlemeyen oldukça zor bir hayvan olsa. Akabinde bineği ödünç aldığın kişinin evine gitsen ve bineğin dizginini bıçaksan, binek yavaş davransa, oyalansa. Sen de onu kamçı- lasan ve eziyet etsen ve taşıyamayacağı başka davranışlarda bulunsan. Bundan sonra ne yapardın? Sen, ona davranışında son derece haddini aşmışsındır. Şayet o bineği sahibinin evine götürsen ve hayvanın ön ayağını eşiğe çıkartmaya çalışsan sana itaat etmez. Hatta belki de seni yaralayabilir ve canını yakabilir. Kötü bir hâle düşersin çünkü suç şendedir. Hayva­nın sana itaat etmemesinin sebebi, ona kötü davranmak su­retiyle tabiatına ve karakterine müdahale etmiş olmandır. İşte Allah maddelerin karakteristik özellikleri hakkında yazgısını yazmıştır. Örneğin, ateş pamuğa yaklaştığında onu yakmak­tadır çünkü bu ateşin zaruri özelliği, ayrılmaz parçasıdır. Bu­radan şunu anlamamız gerekir, karakterlerden kaynaklanan hayvani içgüdüler er geç ortaya çıkmaktadır.

Bedenin içgü­düsel olan şehevi arzulara da elbet eğilimi vardır. Tabii ola­rak aşağıya doğru yuvarlanan taş gibi. Nefiste ne zaman bazı casuslar ortaya çıkmaya başlasa ve gereği yapılmasa, daha sonra bu casuslar bir meleke hâline gelmektedir. Bu Allah’ın koymuş olduğu bir sünnettir. Casuslar ilk ortaya çıkmaya baş­ladığında görmezden geldiği ve yerleşmelerine izin verdiği için nefis cezalandırılmaktadır. Bu, günlük hayatta şuna ben- zemektedlr; bir kişiye İlk bakışın haram olmadığını söyleriz Çünkü görülmemesi gereken bir tarafa, orada öyle bir şey olduğunu bilmediği için kafasını çevirmiş olarak görme hareketini gerçekleştirmiştir. Fakat ikinci ba­kıştan sakınması gerekir. Çünkü göz güzel bir manzara keş­fettiğinde tabiatından dolayı ona bir daha bakmak ister. Şa­yet bir kere yaşansa cezalandırılmayacağı bir durumken, ilk başta aklına yapmaması gerektiğini söylemediği İçin, ihma­linden dolayı cezalandırılır. Her ne zaman bu casuslar insanın içine sızmaya çalışsa nefsin hemen buna müdahale etmesi ge­rekir ki, nefis alt ve üst benliğini gözetmekle yükümlüdür de­miştik. Güç Allah’a aittir, her şeyin tasarlayıcısı ve meydana getiricisi olan Allah, ilk sebepleri var edendir. Sonuçlar da o sebepler üzere ortaya çıkmaktadır. Böylelikle bu konuyu eli­mizden geldiğince anlatmış olduk

Bir hadîs-i şerifte şöyle geçmektedir: Hz. Mûsâ (a.s.), Hz. Âdem (a.s.)’a “İnsanları işlediğin günah sebebiyle cennetten çıkardın.” suçlamasına, “Allah’ın beni yaratmadan önce hak­kımda takdir etmiş olduğu bir iş konusunda mı beni yargılı­yorsun?” cevabını vermiştir. Böylece Âdem, tartışmada ona ga­lip gelmiştir. Peygamberimiz de bu konuda “Böylelikle Âdem Mûsâ’yı yenmiş oldu.” diyerek onunla aynı fikirde olduğunu ifade etmiştir. Eş’arîler, Mu’tezile ve Mücbire cismanî-madde- sel fiiller hakkında farklı görüşlerde olmuşlardır. Daha önce­den. içgüdüsel eğilimlerden bahsetmiştik, bu nedenle şimdi fiiller konusunda Cebriyye fırkası ile aynı görüşte olduğu­muzu söylemekteyim. İnsan davranışları hakkında söyleye­ceklerimiz bu kadardır.

Hayvanların hareketlerinde ise durum şöyledir: Hayvan­lar alt benliklerini gözetmekle yükümlüdür. Nitekim onlar üst benliği ve gerektirdiklerini, yaratıcılarını ve melekleri bil­mezler. Pek çok insan da böyle değil midir? Onlar da yaratı­cılarından bihaber yaşamakta, sadece yeme, içmeye kulluk etmektedirler. Allahu Teâlâ şöyle demiştir: “Onlar hayvanlar gibidirler hatta daha da aşağı.” (Furkân 44) Hayvanlarda bu­lunan itici güç, duyularının tahayyül kuvvetini etkilemesiyle oluşmaktadır. Bu, insandaki akıl kuvveti gibidir. Hayvanlar ta­hayyül kuvveti ile hareket etmektedirler. Karşılarına kendileri için zararlı bir durum çıktığında tahayyül kuvveti bunun far­kına varmaktadır. Bu kuvvet sakıncalı bir duruma karşı hay­vanın tetikte olmasını sağlamaktadır. Ayrıca hayvanlarda ha- fiza kuvveti de bulunmaktadır.

İnsan ve hayvanlardan bahsettikten sonra sıra âlemin ha­reketine gelmiştir. Üst âlemlerin hareketini kesin bir şekilde yalnızca Allah bilmektedir. Ayrıca Allah âlemlerin başlangıcını da bilmektedir. Biz bunları aklımızla ve tecrübemizle anlarız. Bedenlerimizi beslediğimiz gıdalar nebatattan oluşmakta­dır. Nebatat da ateş ve havanın etkisiyle su ve topraktan ye­tişmektedir. Ateş ve hava iki etken güçtür. Toprak ve suya kı­yasla birebir olmasa da etkileme güçleri vardır. Şöyle örnek verebiliriz: Bir kesme eyleminin tamamlanması bıçakla olu­yorsa da bıçak ve kesilen hayvan arasında bir birleştirici güç gerekmektedir. İşte yıldızların ışıkları hava ve ateşi etkiler, ay altı âlemde bir ışık huzmesi oluşur ve yeryüzünün çevre­sinde dairesel olarak döner. Bu ışık huzmesi kendisine tabi olan gök cisimleri ile dönmeye başlar. Bu cisimler yedi geze­gendir. Filozoflara göre bu gezegenler canlıdır. Bu gezegen­lerin alt âleme karşı olan durumu, bizim bedenlerimize karşı olan durumumuz gibidir. Alt âlem onların bedenidir. Bu ge­zegenlerin de zaruri ve ihtiyari hareketleri var olmaktadır. Bunlar bizim görmezden gelemeyeceğimiz manzaralardır. Ki­tapta, sünnette veya icmada, bunların geçersiz olduğuna dair bir delil de yoktur. Bunları inkâr eden yanlış yoldadır. Fakat elbette bu dediklerimize maddi bir delil getirememekteyiz. Yine de bunları mümkün olaylar olarak sayalım. Bizim mez­hebimize göre de Allah, fâil-i mutlaktır. Her şeyin müsebbibi odur. Sebepleri sonuçlarına bağlamaktadır. Sonuç olarak bu gezegenler canlı olsa da cansız olsa da bizim kulluk görevi- miz değişmemektedir. Ey okuyucu, uzun lafın kısası sen bu anlattıklarımıza inan. Varlığımızın farkında olalım, yaratıcımız yokmuşçasına davranmayalım. Bunlara ters düşmek, boşbo­ğazlık etmek ve ne söylediğini bilmemektir. Şimdi başka bir konuya geçelim. Bazı kişiler meleklerin gözle görülebilir ol­duklarını düşünebilir. Fakat meleklerin görünmez ve örtülü oldukları konusunda deliller vardır. Biz bu konuda şöyle deriz:

Varlıklar üç derecededir. İlk olarak varlığı akıl ile bilinip gözle görülemeyenler, bunlar akıllardır. Onların var olduğunu gözümüzle görmediğimiz hâlde aklımızla biliriz. İkinci olarak nefislerdir, onların varlığı da görerek değil akılla bilinmekte­dir. Üçüncü olarak da gözle görülüp akılla bilinenlerdir. Üst âlemde gök cismi olarak gördüğümüz akılların ve nefislerin cisimleri böyledir. Melek ile kastedilen bedeni olan bir varlık değildir. Melek ile kastedilen o varlığın nefsidir. Nitekim in­sanın hakikati de taşıdığı nefistir. Her ne kadar insanın haki­kati nefsi olsa da zâhirde görünen bedenidir. Bizler insanın nefsini idrak edemeyiz. Öyle ya, nefsin mahiyetini akıllar bile idrak edemezken gözle nasıl görülebilir? Biz şimdi zâhir olan cisimler hakkında konuşalım. Hava, ateş ve ay altı âlemdeki herhangi bir etkileşimin sebebi, dokuz feleğin dönüşü ve yö­rüngeler ile ilişkilidir. Burada on iki burç vardır. Burçlar üze­rinde akıp giden gezegenler vardır. Bunlardan kimisi tek mer­kezli, kimisi iki merkezlidir. Burada bulunan cisimlerin de sıcak, soğuk, nemli ve kuru olmak üzere farklı mizaçları var­dır Meydana gelen etkileşimlerin sebebi bu mizaçlardır. Yıl­dızlar, burçlarında çeşitli hareketlerle akıp giderler. Bu yıldız­lar kendi yörüngelerinde birbirlerini engellemeden, doğuş ve batışları farklı olarak dönmektedirler. Güneş ve Ay buluştu­ğundaysa, büyük bir yağmur yağacak demektin Bu konular astronomi ilminin konusudur, burada daha fazla anlatılmaya müsait değildir. Her söz, kendi makamına aittir. Bizim bah­setmemizin sebebi ise dikkat çekmek içindir.

Kâinattaki bu döngü, doğudan batıya doğru akan doğu­şa! hareketten kaynaklıdır. Daha önce filozofların bu konu­daki görüşlerinden ve konuyu nasıl kategorilendirdiklerinden bahsetmiştik. Akıl ve nefis konusundaki düşüncelerini de ak­tardık. Allah’ın da harekete geçiren bir sebebi olduğu hakkın- daki hatah görüşlerini ise eleştirdik. Bu filozofların, yaratıcı­nın tek olması gibi bizim görüşlerimizle benzeşen konularını inceledik, hastalıklı görüşlerini ise reddettik. Yaratıcının tek olması konusunda hemfikiriz, buna ilaveten bizim görüşleri­miz şöyledir: “Allah mutlak ve yegâne tek olandır. Âlemlerden yücedir, onları yaratan ve ayakta tutan O’dur. Yokluğu düşü­nülemez, sabit, kesin ve değişmezdir. Göndermiş olduğu el­çilerin öğretilerini tasdik etmek şarttır. Bütün hareketler, bü­tün canlılıklar döngüsel periyodik hareket ile bağlantılıdır ve ondan kaynaklanır.”

“Nurların canlı olduğuna ve güçlerinin bulunduğuna ina­nan kişiler var, bunların görüşlerini neden reddediyorsunuz? Hem Allah ‘Allah göklerin ve yerin nurudur.’ (Nûr 35) buyur­madı mı? Mecûsîlerin, bu nurun tanrı olduğunu iddia etme­lerine ne diyeceksiniz?” derlerse şöyle cevap verebiliriz: “Bu konuları müstakil bir alanda ele almak isteriz. Bundan dolayı sıradaki Mi’racda bundan bahsedeceğim.”

İmam Gazzali – Yolcular ve Mir’aclar Tasavvuf Yolculuğu Üzerine Notlar,syf:74-101