Müslümanların İktidarla İmtihanı: Bir Muhasebe

politika_ve_prosedurler_gorsel_53ca2-300x184 Müslümanların İktidarla İmtihanı: Bir Muhasebe

 

İBRAHİM HALİL ÜÇER

Müslümanlar son iki yüzyıl içerisinde İslam tarihinde daha önce şahit olunmamış iki büyük travma yaşadı.

Bunlardan ilki 19. yüzyıla aitti, İkincisi ise 20. yüzyıla. Her ikisi de Müslüman varoluşuyla ilgili önemli krizlere sebep olan bu travmalardan ilki bir şüphe krizi iken İkincisi siya­set kriziydi. Şüphe krizi etrafında Müslümanlar onları ta­rih sahnesinde var kılan teklifin İslâmî bilimsel gelenekler dolayımında yapılan tariflerine, tarihî-sosyal temsillerine, hatta teklifin kendisine dönük kuşku içine düştüler. Daha bu travmayı atlatamadan 20. yüzyıl, Müslümanların önüne yeni bir krizle çıkageldi. O güne değin İslâmî varoluşun esa­sını teşkil eden ilkeleri himaye ve icradan meşruiyetini alan yönetici zümre, 20. yüzyılın başından itibaren, bilakis meş­ruiyetini bu ilkeleri tard ve ilgadan aldığını gösterdi. Böy- lece İslam tarihi boyunca ilk defa merasını kaybetmiş bir İslam topluluğu ortaya çıktı. 19. yüzyıla özgü travma şüp­helerden uzak gerçek İslâmî bulma çabasına yön verirken 20. yüzyıldaki travma İslâmî anlayışı himaye ve icra edecek yönetici elitleri yeniden kazanma arayışını doğurdu.

Birinci krize dönük çözüm arayışlarının dili, şüpheleri tarihî tecrübeye yükleyip gerçek İslâmî ondan ayırt etmeyi amaçlayan savunmacı bir üsluba, ikinci krize dönük çözüm arayışlarının dili ise ağır bir siyasî tona sahipti. Gelinen nokta itibariyle iki travmanın karmaşık bir şekilde iç içe geçtiğini ve nihayet bize yeni bir krizi haber verdiğini görü­yoruz: Ahlâkî travma… Buyan, ayak seslerini duyduğumuz ve çözüm arayışlarını bir çürümeyle yüz yüze getirebilecek yeni ve bu kez içeriden gelişen travmaya karşı bir uyarı nite­liği taşırken, diğer yandan önceki iki travmayla ilgili çözüm önerilerini iyiniyetli bir tenkide tabi tutarak arayışlarımı­zın istikametiyle ilgili bazı öneriler paylaşmayı amaçlıyor. Bu öneriler Arayışlar Döneminin geride kalan iki yüzyılına dönük soğukkanlı ve samimi bir muhasebenin, Müslüman toplumları düşünce ve hayat planında İnsanî yüksek haslet­lere örneklik edecek yeni bir evreye taşıyabileceği yönünde ümitvar bir kabul barındırıyor. Şimdi önerileri önceleyecek bir biçimde, sırasıyla iki travmaya ve onların iç içe geçmiş bir biçimde bugüne miras bıraktığı sonuçlara bakalım.

19.yüzyılın bitimine doğru İslam dünyasının dörtte üçü emperyalist Batılı güçler tarafından sömürgeleştirilmiş, henüz sömürgeleştirilemeyen Afganistan, İran ve Türkiye gibi ülkeler ise bilfiil işgal altına girmişti. Bununla birlikte 19. yüzyılda yeni olan şey, işgal ve askerî yenilgi değildi. İs­lam dünyası daha önce de Moğol ve Haçlı istilalarında gö­rüldüğü gibi kapsamlı işgallere ve askerî yenilgilere maruz kalmıştı. 19. yüzyılda yeni olan şey, İslam dünyasının işgale uğraması değil, Müslümanların işgal unsurlarına karşı ba­kış açısı idi. Haçlıları Müslümanlar “kara donlu kâfirler”, Moğolları ise “vahşi barbarlar” olarak değerlendiriyordu. Bu işgaller esnasında Müslümanlar kendi medeniyetlerini ve kültürlerini “geri”, işgal unsurlarını ise “ileri” olarak gör­mediler. İşgaller nedeniyle Müslüman kültürünün temelle­rine ve bu temeller etrafında teşekkül etmiş İlmî gelenekle­re dönük bir şüphe de oluşmadı. Ne var ki Batılı güçlerin 19. yüzyılda artık zirvesine ulaşmış işgalleri karşısında Müslü­manlar ilk defa kendi itikâdî ilkelerine ve bu ilkeler etra­fında oluşmuş İlmî geleneğe dönük bir şüphe içine düştü. Bu şüpheyi doğuran soru şuydu: “Niçin yenildik?” Önceki yenilgiler boyunca da sorulmuş bu sorunun cevabı, bu kez yeni ve yıkıcıydı: “Çünkü onlar ilerledi ve biz geri kaldık.”

Aslında Batılı güçlerin askerî, İktisadî, İlmî açıdan iler­leme kaydettiği fikri Müslümanlar arasında 18. yüzyılda da geçerliydi. Bununla birlikte 18. yüzyıl, bu ilerlemenin kendisini soru konusu kılmış ve Müslüman kültürünün te­mellerine dönük bir sorgulama yerine “oradaki” ilerlemeye dönük bir merakı gündeme getirmişti: “Onlar niçin iler­ledi ?” 18. yüzyıldaki çeşitli reformlar bu ilerlemeyi temin eden şeylere dönük bir anlayış sayesinde, İslam dünyasının yeniden geçmişteki gücünü kazanabileceği yönünde iyimser bir bakış açısını yansıtıyordu. Bu yüzyıldaki reform süreçleri boyunca, İslam’ın kurucu ilkeleri ve onu çevreleyen Kimi gelenek, yeniliklerin Müslüman dünyasına uyumlu olup olmadığını sınayan hâkim bir konumda bulunuyordu. Şüphe, kurucu ilkelere ve ilmi geleneğe değil, özgüvenli bir şekilde, “oradaki”yeniliklere dönüktü. Soru varsa da şu şekilde formüle ediliyordu: “Bu yenilikler İslâmî gelenekle uyumlu mu?”Tüm yenileşme çabalarına rağmen siyasî, askerî, İktisadî alanlarda giderek artan başarısızlıklar ve ye­nilgiler, Batılı ilerlemenin sebeplerine yönelen iyimser bakışı zayıflatmakla kalmadı, Batılı ilerlemeye giderek mutlak bir inanç doğurarak onu değişimi sevk ve idare eden hâkim derecesine çıkartırken, bizzat İslâmî geleneği de mahkûm derekesine indirdi. 19. yüzyılda “Onlar niçin ilerledi?” so­rusu, “Biz niçin geriledik?” sorusuna, “Bu yenilikler İslâmî gelenekle uyumlu mu?” sorusu ise “İslâmî gelenek bu yeni­liklere uyumlu mu?” sorusuna dönüştü.

Bu dönüşüm hem oryantalist çalışmalar hem de self-oryantalist çalışmalarla desteklendi. Mevcut durumun sorumlularını İslam tarihi içerisinde bulmak üzere onu sanık sandalyesine yerleşti­ren bu karamsar sorgulama, Müslüman benliği için yıkıcı biryöne sahipti. 19. yüzyıl, Müslüman düşünürlerin yoğun bir şekilde bu soruya cevap vermek üzere mesai harcadıkla­rı bir dönem oldu. Gerilemenin başlangıcını Tanzimat Fer­manında olduğu gibi II. Viyana bozgununa tarihlendirerek kânun-ı kadîmin inhilale uğramasıyla gerilemenin ortaya çıktığını söyleyenler kadar, gerilemeyi Selçuklular döne­minden başlatarak bundan Gazâlî’yi ve medreseyi sorumlu tutanlar, daha geriye götürüp hilafetin saltanata dönüştü­ğü andan itibaren zaten gerilemenin başladığını söyleyen­ler, bununla yetinmeyip Hz. Peygamber’in[savl vefatı erte- sinde ashabın Benî Sakîfe Çardağı’nda iktidar kavgasına girişmesini sebep olarak zikredenler de vardı. Gerilemenin sebepleriyle ilgili sorgulama nihayet İslam tarihine ilaveten bizzat İslam’ın ana kaynaklarını da sanık sandalyesine oturttu.

Hadislerin ve nebevi sünnetin aslında tarihsel bir karaktere sahip olduğu halde mutlaklaştırılmasının İslam kültürünü tarihin belli bir dönemine hapsederek dondur­duğunu söyleyenler gerilemenin başlangıcını Asr-ı Saadet’e kadar geri götürmüş oluyordu. Bu yargılama içinde masum kalan tek unsur İslam’ın ana kaynağı olarak Kur’an-ı Kerîm gibi görünse de hadislere yöneltilen tarihsellik eleştirisin­den o da payını alacaktı. “Neden geriledik?” sorusuna ce­vaben Müslüman düşünürler tarafindan yürütülen ve yer yer yıkıcı bir hal alan bu sorgulamaya etkili bir cevap yine 19. yüzyılda, meşhur Oryantalist E. Renan tarafindan veril­mişti. Bir konferansında Renan, Müslümanların neden geri oldukları sorusuna cevap vermenin çok zor olmadığım, İs­lam dünyasının geriliğinden sorumlu olan şeyin doğrudan doğruya İslam’ın kendisi olduğunu iddia etti. Ona göre İs­lam, Batılı ilerleme mefhumunda içerilen her türlü gelişim ve yeniliğin önünde bir engel gibi duruyordu. Rasyonalite, bilimsel merak, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve insan hak­lan gibi değerler ona göre İslam’ın ana ilkeleriyle açık bir çelişki halindeydi. Dolayısıyla Müslümanların Müslüman kalarak bu değerleri benimsemesi ve Batılı ilerlemeyi teva­rüs edebilmeleri imkânsızdı.

Hem Batı kamuoyunda hem de İslam dünyasında gide­rek yaygınlaşan bu tespit karşısında Müslüman düşünürler savunmacı bir yaklaşımla aslında İslam’ın rasyonalite, de­mokrasi, özgürlük, eşitlik ya da insan haklarıyla uyumsuz olmadığını, bilakis bunların kökenlerinin İslam dünyasın­da bulunabileceğini göstermeye çabaladılar. Böylece 19. yüzyılda şahit olduğumuz ve Müslümanların özbenliğinde sarsıntı yaratan tarihsel travma, onları içedönük açıdan yıkıcı, dışadönük açıdansa savunmacı bir karaktere bürün­dürdü. Bu savunu esnasında Müslümanlar Batılı ilerlemeyi ve onun kaynağında bulunan bilimsel, felsefî, siyasî, İkti­sadî gelişmeleri kendi inançlarıyla çelişkiye düşmeksizin İslâmî düşünce ve yaşantıya eklemleyebileceklerini göster­mek istediler. Ne var ki bu eklemleme çabası hâlâ üstesin­den gelemediğimiz bir sorunla maluldü. Bu temel sorun,buraya eklemlemek üzere transfer edilen teorik ve pratik unsurların tarihsel-sistematik bir tenkidinden, bir başka deyişle tahkikinden mahrumiyetti. Söz konusu unsurlar  “orada” refah, ilerleme, siyasî-iktisadî-teknolojik güç ortaya çıkardığına göre, bu unsurları tevarüs aklın zaruri bir hükmü olarak vaz ediliyor ve onları tevarüsle ilgili yavaşlatıcı tenkitler aklın zaruri hükmüne veya bu hüküm katına I çıkartılan îcâbât-ı asra muhalefetle yaftalanıyordu. Bu aceleci tutum, tevarüs edilen fikirler ve uygulamalarla onlann basitçe entegre edilmek istendiği zemin arasında ortaya çıkan uyumsuzluklardan doğan ciddi sorunlara sebep oldu.

Varlık, âlem, insan, toplum, özgürlük, eşitlik, eğitim [ veya devletle ilgili yeni ve heyecan verici fikirler aslında çok katmanlı bir yapıya sahiptir. Bu fikirlerin zemininde, açık­lamak ve ispat etmek istedikleri kurucu metafiziksel ilke­ler; yüzlerinde ise onlara objektiflik kazandıran betimleyici bilimsel teoriler bulunur. Bu fikirleri alımlamak, zemin­lerinde yer alan ve gömülü bir vaziyette içlerinde taşman kurucu metafiziksel ilkeleri de alımlamak mânâsına gelir. Müslümanlar bu ilkelerle mantıksal ve tarihsel seviyede yürütülmesi gereken bir hesaplaşmayı atlayarak o fikirle­ri görünen objektif yüzleri üzerinden tevarüs edip kendi kurucu zeminlerine entegre etmek istediklerinde izalesi asla mümkün olmayacak rahatsız edici bir uyumsuzlukla karşılaştılar. Çünkü fikirlerin objektif görünen yüzlerine gömülü seküler metafizik ile o yüzlerin entegre edilmek is­tendiği, İslam’a özgü metafiziksel zemin birbirini açık bir şekilde itiyordu.

İnceleyin:  Savaş Ş.Barkçin - Tevhid Medeniyeti -Alıntılar

Bu durum, İslam’ın Batılı yeni değerler ve öğretilerle uyumlu olduğunu göstermek ve onlar zeminin­de İslâmî geleneği ıslah etmek isteyenler arasında üç farklı tepkiye neden oldu. Bir grup bu yeni değerler ve öğretiler ile İslam arasında bir türlü tam uyum sağlanamıyorsa “İslam ilerlemeye gerçekten maniymiş” diyenler aslında haklıdır diyerek, çar u nâçar tercihini ilerlemeci Batılı gelenekten yana kullandı. Diğer bir grup aynı uyumsuzluktan kalka- rak “İslam ile ilerlemeyi temin eden unsurlar uyumsuz ise her hâliyle ilerleme matah bir şey olamaz” diyerek tercihini derlemey. temin eden unsurlan toptan öteleyip İslâmî geleneğin tavizsiz muhafazasından yana kullandı. Üçüncü bir grup ise uyumsuzluğu göz ardı etmeyi ve hem yaşamlarında hem zihinlerinde iki yapıyı ayrı kompartımanlar dâhilinde koruyarak ilerlemeyi seçti. Bu gruplardan ilki Müslüman­ların kabul ve tebliğle yükümlü olduğu İlâhî teklifi ilgaya, İkincisi onu tarih dışına çıkarmaya neden olurken, en yay­gın görünen üçüncü grup ise kendisini lakaytlığa, teklifi ise üretkenlikten mahrum bir kısırlığa mahkûm etti.

Müslümanlar ıcj. yüzyılda yaşanan epistemolojik trav­manın ve onunla ilgili çözümlerin beraberinde getirdiği yeni sorunların üstesinden gelemeden, 20. yüzyılda yeni bir travma yaşadılar. Bu yeni travma siyasî bir karaktere sahipti ve sonuçları itibariyle doğrudan doğruya Müslü­manların varoluşunayönelik tehditler içeriyordu. Hilafetin 1924’teki ilgası İslam dünyası için yalnızca belli tarzda bir idare biçiminin terk edilmesi anlamına gelmiyordu, aynı zamanda ve daha çok siyasî, toplumsal, bireysel yaşantının inşasında İlâhî irade ve emrin artık hiçbir yeri bulunmadığı fikrini berkitiyor, bu yönüyle de Aydınlanmacı dünyevili­ğin güçlü siyasî bir ifadesi haline geliyordu. 20. yüzyılın he­men başındaki bu yeni hadise, Müslümanların önüne, yine tarih boyunca hiç karşılaşmadıkları yeni bir travma bıraktı: İslam ümmeti ümerasını, yani meşruiyetini İslâmî ilkeleri muhafaza ve icradan alan siyasî elitlerini kaybetti.

İslam tarihi boyunca yöneticiler kendi meşruiyetlerini İslâmî, hukukî ve ahlâkî düzeni ifade eden şeriatı muha­fazadan alıyorlardı. İslam siyaset düşüncesinin veciz bir ifadesi olarak görülen adalet dairesi bu durumu açık bir şe­kilde formüle eder ve yöneticinin konumunu şöyle belirler:

Cihan bir bağdır, divan devlet

Devletin nâzımı şeriattır

Şeriata olamaz hiç hâris illâ melik (veya mülk)

Bu formülasyonda devlet düzenini koruyan şeyin hu- kukî-ahlâkî kurallar sistemi olarak şeriat olduğu ifade edi­lir ve şeriata olamaz hiç hâris illâ melik ifadesiyle yöneticinin (melik) rolü İslâmî hukukî-ahlâkî ilkeler bütününe hirâset, yani koruyuculuk yapmak veya bekçilik etmek şeklinde belirlenir. Kuşkusuz iktidarlar onları kuran ve besleyip ge­liştiren yerel asabiyetlerde köklenir, bunlarla çeşitlenir ve onlara dayanarak kendisini tahkim eder. Ancak iktidar ‘konumlarına yerleşen bu asabiyetlerden her birinin iktidar kullanımı ya da iktidar referansları yalnızca onların doğal, yerel veya çıplak gücüyle ilişkili değildir. Bununla birlikte, onların iktidar kullanımı, hepsini aşan, yani bu alanın için­deki tüm asabiyetlerin ve faillerin ortak tarihiyle veya ha­fızasıyla da ilişkilidir. Bu sebeple yerel asabiyetleri ve onlar arasındaki iktidar kavgalarını aşacak bir biçimde, kurulu her türden iktidarın koruyup elde etmeye çalışması bek­lenen yüksek ahlâkî-hukukî idealler, yani şer‘î ilkeler her­hangi bir iktidar alanı için doğal ve tarihsel meşruiyet ilkesi olarak kendini gösterir. Bu mânâda İslam siyaset geleneği için yönetici, ancak, hem İslâmî hukukî-ahlâkî ilkeler bü­tünü olarak hem de tüm asabiyetlerin ortak hafızası olarak şeriatı koruyup kolladığı ve onu icra mahalline koymayı üs­tüne aldığı ölçüde meşruiyet kazanır. Adalet, zaten düzen sağlayıcı şer‘î ilkelerin icrasıyla mümkündür ve bu ilkelere aykırı düşen herhangi bir iktidarın âdil olduğundan bahse­dilemez. Osmanlı modernleşmesinin kilometre taşlarından biri olan Tanzimat Fermanı da bu ilkeyi teyit ederek başlar:

Cümleye malûm olduğu üzere Devlet-ı Aliyyemiz ın bidayet-ı zuhurundan beri ahkâm-ı celîle-ı Kuraniyye ve kavanın-i şeriiyyeye kemâliyle riâyet olunduğundan saltanat-ı seniyye- mizin kuvvet ve miknetve bı’l-cümle tebeasının refah u ma mu- riyyeti rütbe-i gayete vâsıl olmuş iken…

Fermanın şer‘î esaslara atıfla başlaması, her ne kadar saltanatı belli yasalar etrafında sınırlama yönünde zımnî bir niyet taşısâ da bunu yaparken mülkün meşruiyet kay­nağı ve ortak hafızası olarak İslâmî hukukî-ahlâkî ilkelere riayete atıf yapması İslam siyaset geleneğiyle bir tür sürek­lilik barındırır. 19. yüzyıldaki en katı reformların bile halk nezdinde büyük bir tepkiyle karşılanmaması, her hâlükâr- da, yönetici zümrenin kendi meşruiyetini temin eden bu aslî ilkelere ve hafızaya bağlılık beyanıyla yakından ilgilidir.

20.yüzyılda Müslümanlar ilk defa, meşruiyetlerini şeriatı himaye ve şer‘î ilkelere veya ortak hafızaya riayetten almayan bir yönetici zümresiyle karşılaştı. Müslüman aha­liyi sevk ve idare iddiasındaki yöneticiler, meşruiyetlerini şeriatı himaye ve icradan değil, bilakis onu tard ve ilgadan, belki daha hassas bir ifadeyle, onu tard ve ilga ettiğini sö­mürgeci Batılı güçlere göstermekten alıyordu. Kaldı ki bu durum, yalnızca Türkiye’ye de özgü değildi. Türkiye’deki modernleşme süreçlerini takip eden Arap Baas rejimleri ile îran ve Afganistan’daki Şahlık rejimleri de aynı tutumu sergiledi. Bu yeni durumda Müslüman ahalinin çoğunluğu kendi varoluşlarına anlam katan İslâmî hayat tarzım hi­mayesiz bulmakla kalmadı, aynı zamanda onun dışlanıp baskılandığını, bu hayat tarzını sürdürmeyi mümkün kılan faaliyetleri yürütenlerin kovuşturulup cezalara maruz bıra­kıldığını gördü. Doğrudan doğruya Müslüman varoluşunu hedef alan ve evden sokağa kadar günlük yaşamın her ala­nında etkisini gösteren bu siyasî travma, 19. yüzyılda ya­şanan epistemolojik travmaya nispetle daha acil çözümler istiyordu. Bu nedenle, henüz bir önceki travmaya dönük çözüm önerilerinin yol açtığı sorunları muhasebe etmeye fırsat bulamadan, yeni travmanın üstesinden gelme teşeb­büsleri baş gösterdi. Bir ölçüde haklı olarak, tüm bu teşeb­büslerin ortak bir noktası vardı: Emr, yani iktidar talebi. Müslüman varoluşuna yönelik açık tehdit onun esaslannı tard ve ilga etmek isteyen ümerâ zümresinden, iktidan elinde tutan yöneticilerden geliyordu. Sorunun bu şekilde tespit edilmesini sağlayan gözlemler, üzerinde çok fazla dü­şünmeyi gerektirmeyecek kadar açıktı. Dolayısıyla çözüm de en az sorun kadar açık görünüyordu: Sahipsiz kalmış dü­zen kurucu İslâmî ilkeleri yeniden himaye altına alarak icra mahalline koyacak bir siyasî iktidara ulaşmak.

Bu arayışın tetiklediği yoğun siyasî mücadele süreci, bir önceki yüzyıla ait epistemolojik travmayı yine önceki yüzyıla ait sorunlu çözümlerle tevarüs etmekle kalmadı, pratik ve yer yer gündelik cihetleri baskın bir dil içerisinde, iki önemli alanda zaaf meydana getirdi. Bu zaaflardan biri idrak, diğeri eylem alanıyla ilgiliydi.

Acil sonuçlara odaklanan politik kaygıların idrak ala­nıyla ilgili yol açtığı iki tür zaaftan söz edebiliriz. Bunlardan ilki, İslâmî hayat görüşünün temel ilkelerine dönük tah­kik ve tarif çabalarını önemsizleştirme ve giderek ihmal- dir. İkincisi ise entegrasyonu talep edilen modern fikir ve değerleri -19. yüzyıldaki epistemolojik travmadan miras kalan sorunları sürdürecek şekilde- tahkikten mahrum bir acelecilikle kucaklama eğilimidir. İdrak alanıyla ilgili birinci zaafı ifade edecek şekilde, İslâmî hayat görüşünün temel ilkelerine dönük tahkik çabasıyla bu hayat görüşünün hakikiliğini kavramaya götürecek eleştirel anlayışı; tarifle. de o hayat görüşüne çeşitli epistemolojik araçlarla objek­tiflik kazandırma gayretini kastediyorum. Bu minvalde tahkiki sürekli yenilenen bir anlama süreci, tarifi ise sürekli yenilenen bir anlatma süreci olarak değerlendirebiliriz. Şu ya da bu seviyede tahkikten mahrum bir inanç, ona dönük şüpheler karşısında ancak sosyo-politik bir motivasyon­la savunulabilir ve o motivasyon kaybolduğunda şekerin suda eridiği gibi şüpheler içinde erir gider. Anlamlı, çeşit­li seviyelerde ikna edici ve objektif tariflerinden mahrum olduğumuz bir inanç ise bir müddet sonra kendimizi zaten anlaşılmayan, ifade ve istifadesi imkânsız bir kuruntuya inandığımız düşüncesine sevk eder.

İnceleyin:  Uygarlık ve Barbar Mizaç

Kendisine kuruntu gibi görünmeye başlayan bir inancı kimse sürdürmek istemez. Dolayısıyla tahkik ve tarif, muhatap olduğumuz ve kabul ettiğimiz için kendimizi Müslüman saydığımız teklifi hem tasavvurda hem de pratikte hakiki hale getirir. Böyle bir tahkik ve tarif çabasının ihmali, Müslümanları, tasdik ve tarifle mükellef oldukları teklifin taalluk ettiği Tanrı, var­lık, insan, toplum, bilgi, ahlâk ve adalet gibi alanlarla ilgili temel iddialar ile teorik yeni sorunlar ve pratik durumlar arasında -doğal olarak- açılan mesafeyi kapatacak bir gay­retten uzaklaştırmış, böylece onları, olağan şüpheler ve kuruntu algılarına karşı savunmasız bırakmıştır. Tahkik ve tarifine sahip olmadıkları bir teklifin heyecanını yaşayan zümreleri, ateşli sosyo-politik mücadele sürecinden kay­naklanan taassup ve motivasyonu kaybettikleri esnada de- rinden yüz yüze gelecekleri şüpheler ve kuruntu algıları kar­şısında neyin muhafaza edeceği meçhuldür.

İdrak alanıyla ilgili ikinci zaafı ifade edecek şekilde, tahkikten mahrum aceleci entegrasyon çabası ile modern fikirleri, değerleri ve kurumları onlara gömülü seküler prensiplerle hesaplaşma­dan tevarüs teşebbüsünü kastediyorum. Bunun yol açtığı sorunlara, 19. yüzyıldaki epistemolojik travmanın sonuç­larını anlatırken değinmiştim. Bununla birlikte, Müslü­manların kurumsal olmayan entegrasyon çabalan şimdiye kadar bireysel sonuçlar doğurmuşken, iktidarla imtihanları esnasında bu çaba geniş tabanlı bir siyasî-toplumsal krize yol açtı. Başka bir ifadeyle, ikinci kriz birinci krizi her yere yayarak onu kitleselleştirdi.

Zaaf alanlarından İkincisi olarak zikrettiğim eylem sa­hasına geçmeden önce, idrakle alakalı bu iki zaafın, Müs­lümanların iktidarla imtihanı esnasında yol açtığı ve bu za­aflar izale edilmediği sürece daima yol açacağı sorunlardan bahsetmek istiyorum. İktidar alanında kurulmuş ve İslâmî hassasiyetlere sahip zümreler açısından ilk sorun, ikti­darlarını hangi bilgi, beceri ve referans kaynakları üzerine inşa edecekleriyle ilgilidir. İktidara gelme sürecinde büyük bir heyecanla bayraklaştırılan, ancak tahkik ve tarifinden mahrum olunan teklifler, onları hayata geçirecek bir ikti­darla sınandıklarında onları muhafaza için yalnızca heye­can yetmez. Adaleti ve adil bir düzeni bayraklaştıran züm­renin elinde, bu iddiayı kaldırabilecek ve icra makamına takdim edilebilecek bir adalet fikriyatı mevcut değilse, icra makamının kendisine göre organize edildiği mekanizmaya teslim olmaktan başka çare kalmaz. Hilafet, ümmet, İslam birliği gibi iddiaları siyasî hareketliliğin en canlı damarı ola­rak besleyenler için, ümmetin ne olduğu, hilafetin bugün ne anlama gelebileceği ve Müslüman topluluklar birliğinin esaslarına ilişkin derinlikli bir fikriyat mevcut değilse, reel ekonomi-politik içinde konumlanan manevraların öte­si hayal edilemez. Benzer cümleler eğitim, kültür, iktisat, şehircilik ve benzeri alanlar için de kurulabilir.

Teklife asıl iktidarını tahkik ve tarif, temessül ve temsil temin eder. Tahkik ve tarifinden mahrum olunan ve tutarlı temsilleri bulunmayan bir teklif, zaten iktidarsızdır. Böyle bir teklif sosyo-politik motivasyon ve asabiyetle bir hâkimiyet alanı ihraz ettiğinde de iktidarını referansları veya kaynakları üzerinden değil, ihraz ettiği hâkimiyet alanını inşa eden Referanslar üzerinden elde eder veya etmek zorunda kalır. Bu durum, bu kez idrak alanıyla alakalı ikinci zaafın sonuç­larıyla bizi yüz yüze getirir. Teklif sahibi görünen zümreler, üzerine oturdukları iktidar alanını dönüştürecek güçlü te­orik ve pratik kaynaklardan yoksun olduklarında, bizatihi oturdukları iktidar alanında yerleşik referanslar tarafın­dan dönüştürülmeye açık hale gelirler. Çünkü oturdukları zemin İslâmî siyasî-ahlâkî-hukukî düzenin esaslarını teş­kil eden adalet, emanet, ehliyet, mükellefiyet, kulluk ve İlahî rıza sacayakları üzerine değil, bilakis bunların yerine geçecek şekilde seküler özgürlük, eşitlik, bireysellik ve va­tandaşlık ayakları üzerine kuruludur.

Ciddi bir hesaplaşma içerisine girmeksizin, yani tahkikinden mahrum bir şekil­de bu yeni zemin üzerine oturan İslâmî hassasiyet sahibi idareciler, diğer yandan kendilerini içten içe ait hissettik­leri teklife bağlı bir hayat rüyası kurmaya devam ederler. Ama bu rüya, gerçekleşmez. Gerçekleşmemekle kalmayıp insanlarda böyle bir rüyanın mümkün olmadığı hissine de neden olur. Bunun sebebi, üzerine oturdukları zemine bağlı çürümeyi, o zemin üzerine oturan hemen herkeste olduğu gibi onların da sergilemeye başlayacak olmasıdır. Hal böy­le olunca insanlar İslâmî hassasiyetlerin bu problemlerin üstesinden gelme gücünden mahrum olduğuna dönük bir şüpheyle yüz yüze gelir. Hatta bu hassasiyetlere referansla iktidar pekiştirme yoluna gidildikçe, bahse konu hassasi­yetlerin kendisini bir sorun kaynağı olarak gören zümreler ortaya çıkmaya başlar. Böylece sorununun iktidarı elinde tutan zümrelerin “İslâmî hassasiyetlere riayet etmemesi değil, “İslâmî hassasiyetlerin kendisi” olduğunu iddia eden zümreler için elverişli bir tenkit alanı oluşur.

Şimdi eylem alanıyla ilgili olduğunu söylediğim ikinci zaafa işaret etmek istiyorum: 20. yüzyıla özgü travmanın sebep olduğu ve emr talebinde kendisini gösteren siyasî mü­cadele süreci, pratik sonuçlara odaklanan cihetiyle, giderek tüm eylem alanlarının siyasîleşmesine ve dinî pratikler ala­nının da-farkına varılması kolayca mümkün olmayacak bir karmaşıklık dâhilinde- araçsallaştırılmasına neden oldu. Esasen Müslümanların toplumsal yönü baskın dinî pratik­leri, daima siyasî bir cihete de sahip olmuştur. Hacc, zekât, cemaatle namaz, emr-i bi’l-maruf nehy ani’l-münker, hat­ta oruç gibi ibadetler, içinde toplumsal ve siyasî cihetlerde barındıran çok boyutlu pratiklerdir. Bununla birlikte onları ibadet haline getiren aslî boyut, kulun Allah’a yakınlaşma­sını temin edecek şekilde sadece Allah için, onun rızasını gözeterek yapılmalarıdır. İhlasta, yani ibadetleri de içine alacak şekilde hayatı ve ölümü yalnızca Allah’a has kılma çabasında kendisini gösteren bu boyut o kadar önemlidir ki ibadetlere içkin diğer tüm yönler bu boyutun bir uzan­tısı olarak ortaya çıkmazsa, bu yönler hem o ibadeti ibadet olmaktan çıkartmaya, hem de tevhidi zedeleyen iğva edici unsurlar haline gelmeye başlar.

20. yüzyıldaki siyasî müca­dele sürecinde, hayatın olağan akışındaki dinî pratiklere içkin toplumsal ve siyasî boyutlar, önceki dönemlere nis­petle daha yoğun bir şekilde öne çıkmaya başladı. Aslında Müslüman kimliğine ve bu kimliğin ayrılmaz parçası olan pratiklere dönük baskılayıcı ve dışlayıcı politikaların, Müs­lüman kimliğin sergilenmesini ve ona eşlik eden pratiklerin icrasını doğal olarak politik mücadelenin bir unsuru haline getirdiği söylenebilir. Dolayısıyla ibadetlere içkin siyasî bo­yutun, 20. yüzyılda özellikle öne çıkmasının anlaşılır bir ta­rafı her zaman vardır. Bununla birlikte söz konusu boyut o eylemi ibadete dönüştüren ihlas zemininin bir uzantısı ol­maktan çıkarak bağımsızlaştığında ve kendisini Allah’aya- kmlık gayesinin yerine konumlandırarak eylemin aslî mo­tivasyonu haline geldiğinde, artık o eylem siyasî maksatlar zemininde araçsallaşmış olur. Aslında Müslüman eylemleri zaman ve zeminden bağımsız bir şekilde daima bu araçsal- laştırma tehlikesiyle sınanır.

Dindarlık ibadetleri ihlastan kopartarak kendi adına araçsallaştırma tehlikesi taşıyan boyutlara karşı uyanıklıkla kaimdir. Zaten İslam tarihinde tasavvuf diye bir disiplinin ortaya çıkması ve ahlâkîyetkin­leşme süreçlerini kurumsallaştırılması eylemlerimizi ken­di adına araçsallaştırabilecek bu tehditlere karşı disipline edici tedbirlere duyulan ihtiyaçla ilgilidir. 20. yüzyıla özgü afet, ona özgü travmayla ilişkili bir biçimde, Müslüman eylemlerinde aranan İhlasın siyasî maksatlarla sınanma­sıdır. Siyasî maksatların Müslüman eylemlerine sahihlik kazandıran İlâhî rıza emelini aşarak bağımsızlaştığı yerde, bu maksatlara erişme çabası boyunca heyecanlı bir dindar­lık içinde icra edilen pratikler, siyasî maksatlara erişildiği esnada zayıflar, heyecanını ve hatta anlamını kaybederek sönümlenir ya da ferdin hayatını dönüştürme kabiliyetin­den mahrum kalarak günlük hayat içerisindeki fragmental alışkanlıklara dönüşür.

Bu kısa analizden varabileceğimizi umut ettiğim sonuç­lardan birisi şudur: 19 ve 20. yüzyıllara özgü iki travmanın yol açtığı sorunları keşfedip onlarla açık bir şekilde yüzleş- meksizin ne fikir ne de eylem planında sahih bir istikamete sahip olabiliriz. İdrak planında; kabul ve tebliğle yükümlü olduğumuz teklifi tahkik ve tarife, muhatap olduğumuz ve kendisi de bir teklifle kaim yeni fikir ve pratikleri tarihsel ve sistematik bir tenkit ameliyesine tabi tutmaya yönelme­miz gerekiyor. Eylem planında sınandığımız şey ise ihlasın iktidarla imtihanıdır. Bu imtihandan geçmenin yolu siyasî maksatları ve emr talebini İlâhî nza gayesinin bir uzantısı haline getirebilecek bir niyet ve irade terbiyesidir.

Teklif Dergisi – Sayı 7 (Ocak 2023),syf:

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir