Gündem ve Biz
Paylaş:

esra-ceyhan-212x300 Gündem ve Biz

 

Bugün pek çoğumuz dakika dakika gelişen olayları, son dakika siyaset ve spor gelişmelerini takip ediyoruz. Cep telefonu elimiz­de kah sosyal medyada tartışmalara giriyor, fotoğraf ve videolara bakıyor, kâh birileriyle muhabbete dalıyoruz. Bazen televiyonda- ki bir tartışmaya saatlerce takılıp ekran başında uyuyakalıyoruz. Ertesi sabah gün boyunca birbirimizle haberlerde duyduğumuz, okuduğumuz haberleri konuşup duruyoruz.

Dünyada televizyon izlemede ve sosyal medya iletişiminde en üst sıralardayız. Gören de en bilinçli, en bilgili, en dünyayı takip eden insanlar olduğumuzu sanır. Öyle mi? Öyle olmadığını he­pimiz biliyoruz.

Biz üniversitede okurken en çok önem verdiğimiz şey kendimiz dışındaki dünyadan haberdar olmaktı. Memlekette ne oluyor, İslam dünyasında kim ne yapıyor, dünya nereye gidiyor? Bu so­ruların cevaplarını öğrenmek için gazeteleri karıştırır, televizyon haberlerine bakar, dergi ve kitaplar okur, konferanslara koşar­dık Sabahlara kadar memleket ve dünya meselelerini tartışırdık Bunu kendi kabuğumuzda takılıp kalmamak, bilinçli insan olma yolunda vazgeçilmez bir görev biliyorduk Dâva sahibi olmak, dünyadan haberdar olmak demekti. Üniversite okumak haber­lere vâkıf olmak demekti. Bizim gibi bu meselelerle uğraşmayan, kendi hâlindeki dindar insanlara bilinçsiz insanlar nazarıyla ba­kardık Birçoğumuz için namaz kılmanın, oruç tutmanın, zikir çekmenin dünyayı takip etmek yanında değeri çok önde değildi. Asıl iş memleketi ve dünyayı kurtarmaktı.

Yıllar geçip gerçeklerle yüzleşince bizim önemli sandığımız şey­lerin büyük kısmının önemsiz, önemsiz sandığımız şeylerin ise önemli olduğunu anladık. Evet, dünyadan haberdar idik ama kendimizden değildik. Dünya olayları ile ilgili fikrimiz vardı ama kendimiz ile ilgili bir fikrimiz yoktu. Evet, bir yere varmıştık ama bu yer sanki bizim değildi. Oysa Allah’tan haberdar olma­yan dünyadan haberdar olsa ne yazardı? Asıl mesele memlekette ne olup bittiğinden çok bana, sana, bize ne olduğu değil miydi? Kendimizi düzeltmeden âlemi nasıl düzeltebilirdik? Evimizdeki işi yapmadan sokaktaki, şehirdeki, ülkedeki, dünyadaki işleri na­sıl yapabilirdik?

Şunu anlamalıyız: Her iş benle başlar, bende başlar. Her iş Al­lah’ın benden istediğini bilmek ve onu yapmak ile başlar. Benim üstüme farz olanları bilmek ve yapmak ile başlar.

Allah’ın hepimiz için farz olan emirlerini yerine getirmeden büyük lâf etmemeliyiz. Adam olmadan adamlık taslamamalıyız. Daha yola ilk adımı atmadan menzile ulaştığımızı sanmamalıyız. Gün­celi ve gündemi takip edince allâme olacağımızı sanmamalıyız.

Haber Takıntımız

Güncel ve güncem deyince aklımıza hemen haberler gelir. Bizde haberler takıntı hâlindedir. Sabah uyanır uyanmaz ilk iş haberle­re bakmaktır. Hangi siyasetçi kime ne demiş, kim kimle kavga et­miş, dünyada nerede bir felaket olmuş, spordaki son dedikodular ne? Bunlara bakarız. Hangi kahveye, lokantaya, iş yerine gitsek bir köşede açık bir televizyon vardır. Bir haber kanalına ayarlıdır. Televizyonun sesi sonuna kadar açılmıştır, insanın içini karartan haberler verilmektedir. Bu manzarayı gören biri toplumun bilinç düzeyinin yüksek olduğunu sanabilir. Oysa bu konuda çok eksik olduğumuzu hepimiz biliyoruz.

Daha inancının İlkelerini bilmeyenler hangi politikacı, hangi artist, hangi parti o gün, hatta o saat ne yapıyor, onu takip edi­yor. Tanımadıkları insanlara yine tanımadıkları kişiler hakkında tivitler atıyor, övüyor, sövüyor, polemiğe giriyor. Belli ki haber mevzuunda da kendimizi kaybetmiş durumdayız.

“Haber” kelimesi Arapça kökenlidir. Bu kelime “bir şeyi gereği gibi bilmek için yoklayıp sınamak, bir şeyin iç yüzünden haber­dar olmak” anlamına gelen “hubr” kökünden türemiştir. Terim olarak “geçmişte meydana gelen veya gelecekte vuku bulacak bir olayı bildiren söz” anlamına gelir. Doğru veya yanlış oluşu, gerçeğe uyup uymaması haberin konusuna göre değişir. “Olay” anlamına kullandığımız ikinci bir kelime ise “hâdise”dir. “Yeni olan şey, yeni söylenen şey” demektir. Çoğulu “havâdis”tir. “Ha­dis” kelimesi de aynı köktendir. Batılı dillerde “haber” anlamına gelen kelimeler, meselâ İngilizce “news” ve Fransızca “nouvelles” hep “yeni olan şeyler” demektir.

Habercilere, gazetecilere sorarsanız haberler gerçeklerdir. Peki gerçekten öyle midir? Elbette hayır. Çünkü haber olayın kendi­si değildir, onun bir aktarımıdır. Haberde kullanılan görüntü ve resimler de olayın kendisi değildir, onun bir temsilidir. Çünkü aynı olayı çok farklı açılardan aktarmak ve belgelemek mümkün­dür. Hatta iki farklı kişi bile bir olayı çok farklı, hatta zıt şekilde aktarabilir. Bu, insanların niyetleri, görme açıları ve algılarıyla ilgilidir. Haberciler ise bir olayı genelde yanlışlıkla değil kasıtla yanlış bir şekilde aktarabilir.

Demek ki her şeyde olduğu gibi habercilikte de ahlâk temel ölçü­dür. Ahlâksız olan kişi yalanla, çarpıtmayla, aldatmayla iş yapar. Bunu 1960’larda şehit edilmiş olan Amerikalı müslüman Mal- colm X çok güzel ifade eder: “Uyanık olmazsanız medya size zâ­limi mazlum, mazlumu da zâlim diye yutturur.”

Başka alanlarda olduğu gibi habercilikte de yalan sık rastlanan bir şeydir. Çünkü “parayı veren düdüğü çalar.” Yani haberciler maaş aldıkları kanalın, haber sitesinin, televizyonun sahibi olan patronun isteklerine göre işlerini görürler. Genellikle kolayca yalan söylerler. Karalama, iftira, çarpıtmayı gözlerini kırpma­dan yaparlar. İçlerinden bu ahlâk fakirliğini samimiyetle itiraf eden çok azdır. Aksine çoğu haberci kendini ve meslektaşlarını melek gibi görür. Güya hepsi “gerçeğin peşindendir. Özellikle Amerikan filmlerinde bu tema çok işlenir. Cesur bir gazeteci sadece halka gerçeği anlatmak düşüncesiyle devletteki kirli iliş­kileri, siyasilerin skandallarını kelleyi koltuğa alıp haberin pe­şine düşer. Gazeteciler filmlerde hep kahramandır. Bu normal­dir. Çünkü pek çok Amerikan film şirketi aynı zamanda medya kanalı sahibidir.

Bizdeki haber anlayışı tam bir dedikoduculuk şeklindedir. Ha­ber dediklerimiz çoğunlukla parti haberleridir. Şu veya bu parti açısından haberler verilir. Medya kanalları kendi destekledikleri veya onları destekleyen partinin işine gelen haberleri verirler, işi­ne gelmeyenleri vermezler. Hatta bazen çok önemli gelişmelere bile çıkarlarına uygun değil diye yer vermezler. O yüzden aslında haberlerde pek haber yoktur.

İnceleyin:  Edeb yâ Hû !

Gündem Nasıl Oluşur?

Her bir anda bir ülkede ve dünyada sayısız olay ve gelişme var­dır. Bu kadar haberi medyanın aktarması mümkün değildir. O yüzden ister internet sitelerinde ister televizyonda olsun haberler seçilir ve belli bir sıraya dizilerek verilir. Buna “haber gündemi” denir. Peki bu kadar olay arasından gündeme girecek olanları nasıl seçilir? Medya yöneticileri kamuoyu açısından bir olayın zaman, önem, kapsam, etki bakımından önceliği demek olan “haber değeri”ne göre gündemi belirlerler.

Elbette haber değerini tayin edenler, hangi haberlerin aktarılaca­ğını belirleyenler, onları sıraya dizenler, seçilen haberlerin nasıl verileceğine karar verenler çok az kişidir. Bunlar medyayı yöne­tenler ve onların patronlarıdır. Kısacası, bize ulaşan haberler as­lında bir şirketin, bir çıkar grubunun veya bir partinin çıkarına ve görüşüne göre üretilmiş şeylerdir. Çıkarın her şeyi belirledi­ğin böyle bir ortamda objektif, gerçek, tarafsız bir habercilikten bahsetmek mümkün değildir. O hâlde bu kadar kusurlu bir alanı hayatımızın merkezi yapmak, bilincimizin esası saymak ne ka­dar doğrudur?

Oysa biz bu sınırlı ve sorunlu habercilik anlayışına teslim olmuş durumdayız. Güncelle haşır-neşir olmanın bize bir değer kazan­dırdığını sanıyoruz. Gündemi takip etmenin bizi önemli göster­diğini sanıyoruz. Çünkü diğer insanların bilmediği birçok ayrın­tıyı bildiğimizi, bunun da bir ayrıcalık olduğunu düşünüyoruz.

Sürekli güncel haberlerle uğraşıp durmak, aslında güncele teslim olmak demektir. Güncel ise adı üzerinde geçici olan şey demek­tir. En sıkı haber takipçileri bile daha geçen hafta çok konuşulan olayları bile hatırlamakta zorluk çekerler. Çünkü bu kadar çok ayrıntı takip edende bilinç zayıflar. İnsan sürekli haber tüketince olayların dayandığı temeli, birbiriyle ilişkisini ve en önemlisi de kendi hayatıyla olan alâkasını kavrayamaz hâle gelir. O yüzden en iyi değerlendirme yapanlar en çok ayrıntıyı ve güncel haberle­ri bilenler değildir. Aksine güncelin üzerine çıkabilenler, ötesine geçebilenlerdir. Âlemdeki düzeni, Sünnetullâhı görme netliğine kavuşanlardır. Bunu da kendini işin içine katarak yapanlardır.

Çoğumuz medyayı anbean takip etmekle bilgi, bilinç ve hatta bilgelik elde edeceğimizi sanırız. Oysa medya asla bir bilgi ve bi­linç kaynağı değildir. Çünkü veri, mâlümat, bilgi, bilinç birbirin­den farklı kavramlardır. Medyada aktarılan haberler ya veri ya da malumattır. Bunlar bize ulaşan mesajlardır. Mâlumat demek bilgi demek değildir. Kişi mâlumat edinince hemen bilgili oldu denmez. Bir kişinin mâlumatı çok olup bilgisi zayıf olabilir. Bin­lerce istatistik, işe yaramaz detay bilen bir insan o konunun âlimi değildir. O hâlde medya bir bilgi kaynağıdır ama tek bilgi kayna­ğı değildir. Kişi asıl bilgiyi kitap, ansiklopedi, görüştüğü ve oku­duğu insanlardan elde eder. Kişi, ancak sağlam bir bilgi temeli varsa medyanın sunduğu mâlumatı yerinde değerlendirebilir. O zaman gündeme teslim olmaz, gündemi teslim alır. Haberler bir anlam veremez, o anlam kişinin kendisine aittir. Bilinç ancak bil­ginin netleşmesi, bir çerçeve içine yerleşmesiyle oluşur.

Gazetecilikte haber yapımı öğretilirken 5N1K diye bir formülden bahsederler. Bu formülün açılımı “ne, nerede, ne zaman, nasıl, niçin ve kim” sorularıdır. Dikkat ederseniz bu sorular tek başına bilgi vermeye yaramaz. Zira bütün soruların cevabını bilen ama ‘nasıl ve niçin” sorularının cevaplarını bilmeyen kişi dedikodu yapmış olur. Bilgi ise ancak “nasıl ve niçin” sorularına cevap ver­mekle elde edilir.

Gerçek Gündemimiz

Medya ve habercilik aslında bir dedikodu sanayidir. Hayatımı­zı işgal eden bu dedikodu kültürü kalbimizi, aklımızı ve işimizi de işgal ediyor. Her şeyde ,olduğu gibi kararında ilgilenildiğinde faydası, ipin ucu kaçtığında ise zararı var. Güncelin ve haber­lerin esiri olmak böyledir. Böyle bir sağa, bir sola yalpalayarak, günümüzü, yıllarımızı, ömrümüzü boş lâfların, dâvâların, kişile­rin, ekiplerin peşinde hebâ ediyoruz. Şu kısa ömürde Allah için yapmamız gereken o kadar şey varken böyle şeylerle hayatımızı geçirmek tam bir kayıptır.

Her konuda olduğu gibi gündem konusunda da temel bir ayrım var: Bir şeyle ilgilenmek ayrı, bir şeye esir olmak ayrıdır. Bu hu­susta Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin [rha] Asâ-yı Mûsâ adlı eserinde aktardığı bir olay vardır. Bir gün talebeleri ona ge­lirler. “ikinci Dünya Savaşı başlayalı elli günü geçti ama siz savaş­la hiç ilgilenmiyorsunuz. Ne haber dinliyorsunuz, ne de bize bir haber soruyorsunuz. Hâlbuki birçok hoca radyolarının başında anbean haberleri takip ediyorlar” derler. Bediüzzaman hazretleri onlara özetle şu cevabı verir: “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzum­lu işler pek çoktur. İnsanın görev alanları iç içe geçmiş halkalar gibidir. En iç halkada kalp ve mide var. Onun dışındaki halka­larda sırasıyla beden ve ev, mahalle ve şehir, vatan ve memleket, yeryüzü ve insanlık, en dışta ise canlılar ve hayat dairesi var. Her dairede insanın görevleri var. Ama en büyük vazife en küçük dairededir. Sonra bir dıştaki, sonra daha dıştaki vb. bu şekilde gider. Nefis, büyük dairenin çekici olması yüzünden küçük dai­redeki görevlerimizi bırakıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle bizi meşgul eder. İnsan ömrünü boş yere harcatır. Hatta bazen bu harp boğuşmalarını takip eden kişiler bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne ortak olur.” Sonra talebelerine imanı kurtarma dâvâsının, insanlara Allah yolunda hizmetin bu harpten de büyük bir hadise olduğunu ifade eder.

Bu sözler bizim için çok önemli bir ölçüyü gösteriyor. Dinimizde sorumluluk kişinin kendinden başlar, ailesine, akrabalarına, kom­şularına, mahallesine, şehrine, memleketine ve en son dünyaya kadar yaydır. Bunlar iç içe geçmiş dairelerdir. Kişinin en büyük sorumluluğu kendi dairesi ve ona en yakın olan dairelerdir. Bu zekâtta, sadakada, emr-i bil-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde, ci- hadda, ilim öğrenme ve öğretmede hep böyledir. Kişi kendine farz olan ilimleri öğrenmeden millete öğretmeye girişmemelidir. Ön­celik kişinin önce kendisine, sonra ailesine Kur’ân öğretmesidir. Sonra başkalarına öğretmek gelir. Zekât ve sadakada da, tebliğde de sıralama böyledir. Hep kendinden başlayıp ailene, sonra akra­balarına, sonra çevrendekilere, en son başka insanlara sıra gelir.

İnceleyin:  Televizyon

Temel kulluk vazifeleri herkes içindir. Namaz, oruç, zekât, hac herkese farzdır. Bu temel görevlerin dışındaki görevler kişinin işi, etkisi, yetkisi ve sorumluluğuna göredir. Herkesin işi aynı de­recede, aynı önemde, aynı boyutta değildir. Meşru olan küçük büyük her iş çok önemlidir. Fakat başkasının işinden biz sorum­lu değiliz, bizim işimizden de onlar sorumlu değildir. Mahşerde Mevlâmız bizi kendi üzerimize vazife olan işlerden hesaba çeke­cektir, başkalarının değil. Bir şirketi veya devleti yöneten kişiye ise kendi sorumluluğu altındaki kişilerin işlerinden hesap sora­caktır. Çünkü bir kişi hangi işi yapıyorsa hesabı ona göre görülür.

Ülke ve dünya çapındaki olayları bilmek, üzerine düşünmek, araştırmak ve tartışmak bu alanda çalışan akademisyenler, iş in­sanları, bürokratlar, siyasetçiler için bir gerekliliktir. Çoğu insan için dünya çapındaki olayları takip etmek zâiddir, gereksizdir, hatta çoğu kere abestir. Çünkü günlük hayatlarında ve işlerinde bu edindikleri bilgilerin bir yeri, işlevi ve faydası yoktur. Onun yerine kendi işlerine, kişiliklerine ve hayatlarına yarayan bilgileri elde etmeleri gereklidir.

Fakat bazı konular hepimizi ilgilendirir. Toplumu yönetenle­rin yaptıkları böyledir. Hepimizi etkiler. Bunu hemen siyaset dedikodusuna benzetmeyelim. Siyasette etkimiz yoktur, sabah akşam etkimiz ve yetkimiz olmayan bir alanla ilgili şikâyet edip durmak boştur. O sorunlar bizim için son sıralarda gelen ama si­yasette, devlet yönetiminde olan kişilerin ilk sırada gelen sorum­luluğudur. Bir öğrencinin en baş görevi devleti yönetmek değildir. Derslerini en iyi şekilde öğrenmektir. Çünkü ilim farzdır. Fakat en başta gelen ilim Allah’ın bizden beklediği kulluk vazifeleridir. Namaz ibadetinden haram yememeye, çocuklarımıza dinimizi öğretmekten yanlış yapan kişilere nezaketle uyarıda bulunmaya kadar… Bu işi, mesleği, görevi ne olursa olsun herkesin vazifesi­dir. Bunun üstüne edinmemiz gereken ilim ise işimizle, mesleği­mizle, görevimizle ilgili bilgilerdir. Mühendis mühendislik ilmini, bürokrat bürokrasi ilmini, kunduracı kunduracılık ilmini çok iyi bilmelidir. Bunun ötesinde sevdiğimiz ve ilgi duyduğumuz şeyle­rin de bilgisini elde edebiliriz. Şiir, edebiyat, çiçek yetiştirme, sa­natlar, el işleri, dil öğrenme vb… Bunlar da güzeldir. Bu sıraya ria­yet edersek öğrenmemiz, iş yapmamız, hayat tarzımız Hak ölçüsü üzerine olur. Ve hepsi birbirini tamamlar. Bu sırayı karıştırırsak kulluğumuz da, ahlâkımız da, kişiliğimiz de bozulur.

Elbette toplum içinde yaşayan her insanın diğerleriyle kesişen yönleri vardır. Başkalarının yaptıkları bizi etkiler, bizim yap­tıklarımız da başkalarını… Fakat biz bu kesişmelerde kendi so­rumluluk dairemizdeki kısımdan ve birbirimizi Hak yolda gü­zelce uyarmaktan sorumluyuz. Meselâ bir öğretmenin öncelikli görevi öğrencilerini öğrettiği alanda en iyi şekilde yetiştirmeye gayret etmektir. Okul müdürünün görevi onda olmadığı için o işlerinden sorumlu değildir. Fakat o okul müdürünün etki, yetki ve sorumluluk halkası bir öğretmenden daha geniştir ve onu da kapsar. Demek ki bizim üzerimize görev olan şeyler etkimiz, yet­kimiz, yetkinliğimiz ve sorumluluğumuz dâhilinde olan işlerdir. Mahşerde Rabbimizin bizden soracağı şeyler de bunlardır. Onun için kul yaptığı her işte mahşer hesabını unutmamalıdır.

Bu söylediklerimizi “bana necilik” olarak anlamamak gerekir. Aksine insan kendi kısıtlı gücünü, emeğini, zamanını kendi ya­pacaklarına ne kadar odaklarsa sistemi etkileme ihtimali o kadar yükselir. Her bir insan kendi işinde mükemmel olmaya gayret ettikçe» kalite yavaş yavaş tepeye ve çevreye doğru yayılır. Aksi de geçerlidir. insanlar sürekli sistemden şikâyet edip kendilerini düzeltmezlerse işler düzelmez. Toplumun durumunu düzeltme­de ilk adım insanın kendini düzeltmesidir.

Bunun için önemli, öncelikli ve birinci derece sorumlu olduğumuz işleri bilmemiz gerekir. Peki bu ayrımı nasıl yapacağız? önce bun- lan iyice öğreneceğiz. Bunun için emek vereceğiz, çabalayacağız, sağlam kaynaklara erişeceğiz. Neyin neden üstün, önemli ve de­ğerli olduğunu öğreneceğiz. Kulluk ölçüsünü bize veren kaynaklar Kur’ân» Sünnet, âlim ve âriflerin bize öğrettikleridir. Ölçü olmadan insanda denge olmaz. Bugün bizim “denge” dediğimiz “muvâzene” kelimesi “vezn” kökünden gelir. Bu ise “ölçü” demektir. Terazinin bir değil iki kefesi vardır. Birine ölçü konur, ötekine ise ölçülecek olan. Ölçme ikisi dengeye geldiğinde tamamlanmış olur. Fakat bu­nun için terazinin sağlıklı çalışıyor olması gerekir. Bizim iki asırdır kalp ve akıl terazimiz bozuk O yüzden ölçümüz de, ölçümümüz de hatalı. Hem kalbimizdeki hem aklımızdaki hem de ikisi arasın­daki dengeyi sağlayamadığımız için ölçüsüz işler, fikirler, eserler üretip duruyoruz. Yolumuz müstakim ama biz yalpalayarak yü­rüyoruz. Yolun dışına düşüp yere serilmemiz an meselesi. Onun için ölçülere hâkim olmamız ve ahlâkımızı ölçü üzerine inşâ etme­miz gerekir. Halkın âdetine değil Hakkın âdetine uymak gerekir. Üzerimize vazife olan birincil işleri tespit etttikten sonra onlara eğilmek, ağırlık vermek, vakit ayırmak gerekir. Dolayısıyla mu­habbetimizi, emeğimizi, dikkatimizi, vaktimizi mahşerde Rabbimizin bize hesap soracağı işlere ve kişilere hasretmeliyiz. Üstü­müze vazife olmayan ikincil işlere o kadar önem, öncelik ve vakit vermemek gerekir.

Kısacası; kulun gerçek gündemi önce kendini, sonra ailesini, sonra çevresini Hak yoluna sevketmektir. Kendimizi düzeltmeden ne aile­mizi ne çevremizi ne ülkemizi ne de dünyayı düzeltebiliriz. Ne dü­şüncemizi ne işimizi ne de yolumuzu düzeltebiliriz. O halde gerçek gündemimiz Allah m ve Resûlünün [sav] bize gösterdiği yolda yürümektir. Hangi işle, meslekle uğraşırsa uğraşsın kulun usûlü budur.

Savaş Ş.Barkçin – Sözler ve İzler,syf:315-323