Yaşadığımız Kimlik Değil, Kişilik Krizidir
Paylaş:

indir-300x160 Yaşadığımız Kimlik Değil, Kişilik Krizidir

Müslüman için kimlik yaşanan şartlara bağlı/bağımlı olmayan bir aidiyeti ifade eder. Bu tanım modernist anlayışın aidiyeti bir ulusa ya da ulusla özdeşleştirilmiş bir toprağa bağlı kılan kimlik tanımın­dan mahiyet olarak farklıdır. Bu nedenle İslâmî kimlik yerel ve kü­resellik gibi günümüze hâkim zihniyetin dualist ayrımlamasından farklı özelliği ile bildik kimlik kategorilerini aşar; insanın sadece bu dünyayla sınırlı kalmayan, öbür dünyayı da kapsayacak şekilde bir aidiyet verir. Zira İslam’a göre kimlik bir inanma biçiminin kendini ifade etme tarzıdır; bizim sadece kim olduğumuzla ilgili değil, aynı zamanda kendimizi nasıl anlamlandırdığımız ve “ötekiyle” nasıl bir ilişki kuracağımızla da alakalıdır.

Son zamanlarda kendisinden çokça söz edilen ve tartışmalara konu olan kimlik ve onunla alakalı kriz meselesi, köken olarak Batıda postmodernizmle beraber başlamış, küreselleşme dediğimiz kavram ve süreçle birlikte Batı dışındaki dünyada da, çok anlandı bulunmasa ve çok fazla meşru sebepleri olmasa da, tartışılan bir mesele olmuş­tur. Kanımca buradaki sorun kimliğin ne olduğu, nasıl tanımlandığı, hatta kimlik tanımlamasının evrensel standart bir ölçüsünün olup ol­madığından önce; kimliğin tanımlanmasına imkân ve meşruiyet ka­zandıran “kaynağın” içinden geçmekte olduğu krizdir. Dolayısıyla 1 Batı açısından sorun fazlasıyla derinlerde bulunuyor; yani kimliğin tanımlanmasına imkân sağlayan kaynakla ilgili bir mesele olmakta. Bu yüzden modern Batı dünyasında kimlikten önce, kimliğin tanım­lanmasına neyin kaynaklık ettiği meselesi, söz konusu edilmesi ge­reken önemli bir meseledir. Zira Müslümanlar kimlik üzerinde yo­ğunlaşırken kanımca bu nokta gözlerden kaçmakta, bu nedenle de meseleyi açıklıkla ortaya koymak mümkün olamamaktadır.

Sanırım sözünü ettiğimiz kaynakla ilgili olarak önce şunu kay­detmemiz gerekiyor: Modern Batı düşüncesinde kimliğin kaynağında “Kültür” bulunur; kimliğin tanım ve inşasına dair bütün imkânlar ‘ kültürün içinde aranmış ve oradan devşirilmiştir. Bu anlayışa göre kültür ulusa ait değerler dünyasıdır ve insan varoluşunun temel öğesi olarak kabul edilir. Kültür ulusların kendi kendileri üzerinde düşün­melerinin ve kendilerini tanımlamalarının yegâne imkânı sayılmak­tadır. Bu özelliklerden de anlaşılacağı gibi modernist anlayış kül­türe kutsallaştırıcı bir anlam yüklemiştir. Ama ne yazık ki bu çoğu zaman gözlerden kaçmaktadır.

Ne var ki günümüzde kimlik tanımlamaya kaynaklık eden ve meşruiyet kazandıran, insanın kim olduğuna dair aidiyet bildiren kay­nak olarak kültür kavramı, postmodernizmle beraber şimdilerde bir kriz yaşıyor. Postmodernizm kültürel parçalanmadan bahsetmekte. Bunun neticesi olarak Batıda yaşanmaya başlayan kimlik krizi, ön­celikle kültürün yaşadığı parçalanmayla ilgili bir kriz olmakta; bu yüzden de Müslüman’ın yaşadığı krizle görünüşte benzerliği olsa da mahiyet olarak farklılık taşımaktadır. Modernist düşünce kimliğin kaynağı olan kültürü; ulusa ait ve onun tarafindan var edilip sürekli kılman, monolitik bir yapı şeklinde tasavvur etmişti. Ulus homojen ve bölünmez bir bütünlük olarak anlaşılmış, kültür kavramı da bu bölünmez bütünlükten, yani adı ulus olan toplum kavramından tü­retilmişti. Toplumun kültür çerçevesi içinde düşündüğü kendini tanı­dığı, tercihte bulunduğu ve kararlar verdiği kabul edilir. Fakat post­modernizm ve küreselleşmeyle beraber monolitik ulus kültüründen, parçalanmış çok kültürlülüğe geçiş yaşanmaya başlandı. Kültür artık bir bütünlük ve homojen bir yapı olarak tasavvur edilemiyor; kendi içinde farklılıklar taşıyan çoğul bir yapı olarak anlaşılmaktadır.

Modernist düşüncenin ulusa ait olarak tanımladığı ve bu yüz­den de bir bütünlük içinde olduğunu varsaydığı kültür anlayışı, do­layısıyla 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, bilhassa pozitivizmin yaşadığı çöküntüyle beraber ciddi bir kırılma yaşadı, var olduğu sa­nılan bütünlüğünü kaybetmiş oldu. Bu nedenle günümüzde kültü­rün yaşamakta olduğu kriz, sosyal ve ferdî düzeyde ciddi sorunların kaynağını teşkil ediyor. Kültürün artık bugün sahici bir kimlik tanımı ve aidiyet bildirim kaynağı olmaktan çıkması, en azından tamiri zor bir yara almış olması, Batıda küreselleşmeyle beraber yeni arayışlara kapı açıyor. Gerçekte küresel veya postmodern bir dönemde, ulusal olduğu kabul edilen birçok şeyin aşındığı bir zamanda, yeni bir kim­lik tanımının imkânları üzerinde durmak önemli hale gelmiş oldu.

İnceleyin:  Özgürlük ve Mutluluk Anlayışımız

Şimdi esas sorumuza dönebiliriz: “ben kimim” sorusuna, “ben Müslüman’ım” diye cevap veren; “ben”in kim olduğu, nasıl bir in­sana Müslüman dendiğini ve Müslüman’ın da nereden gelip nereye gittiğini bilen birisi olarak; küreselliğin/postmodernizmin meseleyi ortaya koyduğu tarzda bir kimlik sorununun olabileceğini şahsen söylemem imkânsızdır. Peki, bu durumda sorun ne? Sorun insa­nın kendisi için bir aidiyet bildiren inandığı dini ile yine bu insanın amelleri arasındaki tutarsızlıkta; yani hükümler ile muamelat ara­sında giderek açılmakta olan gedikle ilgili. Evet, doğru; amellerimiz, inandığımız dinin ön gördüğü formatlara uymaktan giderek uzakla­şıyor; biz “Müslüman kalırken” sanki bir “şeyler” amellerimizi ken­dine göre/kendisi için yeniden formatlamakta. Yaşadığımız hayatın fiziksel “evreni” inancımıza uygun şekilde yaşamamızı hem zihin­sel hem de hayat pratiği olarak zorlaştırmaktadır. Kanımca bugün kimlik sorunu olarak gördüğümüz mesele budur ve bu fazlasıyla önem taşıyan bir mesele sayılmalıdır. Zira yaşadığımız hayat tarzı artık kimliğimizi ve zihnimizi şekillendirir bir mevki kazanır hale gelmiştir. Yaşadığımız bu durum, Müslüman’ın kişilik yapısını kırılgan yapmakta; “tanımlanabilir” bir kimlikten ya da “taranabilir” bir kimlikten -sözgelimi “emin olmak” gibi- tanımlanması ve/veya ta­nınması zor, giderek emin olmaklıktan uzaklaşan pragmatist, gide­rek nihai noktada oportünistleşen “flu” bir “kişilikle” bizi baş başa bırakmaktadır. Yani Müslüman bir kişiliğin, kendi tanımı gereği ol­ması gereken tutarlı tavrını göstermek giderek zorlaşıyor.

Şimdi tekrar başa dönecek olursak; buradaki sorun kimliği bil­diren, aidiyeti inşa eden; insana, kim olduğundan dolayı neyi nasıl yapması gerektiği hususunda referanslar/ölçü sunan esas “kaynakla” ilgili olarak, hamd olsun bir sorunumuz yok; zaten olamazdı. Yani sorun Batıdaki gibi kaynaktan neşet etmiyor; kaynak muhkem el­hamdülillah. Muhkem olmayan yaşadığı hayatın manipülasyonuna kendini kaptırmış, ya da fazlasıyla kendini açık tutan, nefsi kışkır­tılmış Müslüman’ın kendisidir diyebiliriz. Dünyanın çok cilalandığı, haramların olmayacak kadar bize çok yakınlaştırıldığı bir tarih ke­sitinde yaşadığımız unutulmamalı. Şu da var ki, dünya hayatı yeni “tatlı” olmuyor; o her zaman, bütün zamanlar boyunca ve bütün in­sanlar için tatlıydı. Ama Müslüman kimlik/kişilik onun ahiret yurdu karşısındaki sahici olmayan tatlılığım her defasında deşifre etmekte, onu kolayca değersizleştirebilmekte fazla zorlanmamıştı, yakın za­manlara kadar. “Şüpheden uzak durun” hadisi gereğince davranan zihin dünyayı değersizleştirebilmişti; bu yüzden de, bugünün tersine, haramlar Müslüman’ın yakınma kolayca sokulamamıştı. Bizim bu­gün İslam’a başvurarak çözmeğe çalıştığımız meseleler, bilgisizlikten dolayı değil, “şüpheyi” lehimize/menfaatimize çevirmekle ilgili bulu­nuyor maalesef. Bu yüzden zihnimizin “kıblesi” kayıp ve haramlar yanı başımızda duruyor. Bütün bunların sebebi yaşadığımız hayatın bize ait olmayan ideallerini İslamileştirmek istememizden; bilerek veya bilmeyerek hayatımızı bunlar doğrultusunda yeniden kurmak arzusu içinde olmamızdandır. Kanımca yaşadığımız kriz bu nedenle bir kimlik krizi olmaktan çok, bir kişilik krizidir. Bu krizi Müslüman­ların en azından son kırk yıldan beri modern dünya ve hayat karşı­sında kurmuş oldukları “söylemleri” beslemekte; Müslümanların ar­tarak gösterdiği nefsi zaaf da aynı şekilde bu söylemi beslemektedir-

İnceleyin:  Özgürlük Üzerine

Dünya ve üzeri cilalanmış bu hayat tarzı karşısında, kışkırtılmış nefislerimizin her şeyden evvel “tezkiyeye” ihtiyacı var. Müslümanın kişiliğin günümüzde eşya dünyasıyla kurmuş ve kurmakta olduğu ilişkinin niteliği çok sahiplenici bir özellik taşıyor; aynen, durmadan eleştirdiğimiz “ötekiler” gibi. Sorun bir “şeylerin”’ sahihi olmamak değil: sahip olduklarımız ve sahip olmak için müthiş bir arzu ve çaba gösterdiğimiz şeylerle kurduğumuz ve kurmakta olduğumuz ilişki­nin niteliğidir. Kendi dışındakini sürekli eleştiren, sürekli hakkının yendiğini ifade eden, ama nihayetinde eleştirdiğinin yerine geçme arzusu taşıyan bu kişiliğin, bu tezkiyeden mutlaka geçmesi gereki­yor. Bunun olabilmesi aynı zamanda hayatın yeniden anlamlandırıl­ması olacaktır. Müslümanlar başkalarının anlamlandırdığı bir hayatın idealleri peşinde koştuğundan, insanı yüceltip dünyayı değersizlcşti- remiyoruz. Söz konusu tezkiye ve anlamlandırmanın olabilmesinin imkânı, İslam’ın ahlâkını “eğip-bükmeden” hayat ilişkilerimizin dü­zenleyicisi yapmakla mümkün görünüyor. Bilelim ki tutarlı bir Müs­lüman olmak yaşadığımız hayalın sosyal ilişkiler diyalektiğine çomak sokmak demektir. Tutarlı olmak her şeyden önce bir cemaat olma­nın bereketini sağlar aynı zamanda.

Önce ideolojinin, postmodernizmin ve/veya neoliberalizmin yaygınlaştırmaya çalıştığının aksine, kötü bir şey olduğunu düşün­müyorum. Doğrusu Müslümanların ideoloji düşmanlığı yapmalarını da çok anlamlı bulmadığımı belirtmek istiyorum. Zira her kimlik as­lında ideolojik bir boyut taşır; burada kabulü mümkün olmayan şey, insanlara belirli bir hayata ait bir kimliğin zorla dayatılmaya çalışıl­masıdır. Fakat kimlikle alakalı dayatmaların hiç de yeni bir şey ol­madığını; tarihte insanların kendilerine yöneltilen “kimlik dayatma­larına” karşılık; bugün yapıldığı gibi, var güçleriyle bağırıp, feryad-ü figan etmekten çok, dayatılan kimliğe karşı iman ve amel tutarlılığını daha muhkem hale getirerek, hayat evrenlerini bu tutarlılığın gölge­sinde yeniden düzenlemek olmuştur. Böyle bir tutarlılık Müslüman­lar için bugün, Peygamberimizin [s] sıfatı olan “emin” bir kişiliği inşa anlamına geliyor. Çürüyen ve kokuşan bir dünyada Müslümanların böyle bir iddiası yoksa neyin iddiasındalar o halde. Kendi tutarsız­lığımızı ve zaaflarımızı sonuna kadar dış sebeplere bağlamamız ge­rektiğini sanmıyorum.

Hayatı yeniden anlamlandırıp ona göre bir zihniyetin inşası için; kışkırtılmış nefislerle hedef edindiğimiz bir hayat anlayışının ahireti yeteri kadar düşünmemize engel olduğunu hesaba katmamız gere­kiyor. Başkalarının taklitçisi olmayan bir kişiliğin inşası için kanımca yapmamız gereken şey, sünneti kitaplardan hayatımıza indirmektir. Hayatı ve amel olarak kimliğimizi sünnetin kalıplan içinde anlam­landırmamız gerekiyor.

İlk soruyu tahlil ederken modern Batıda kimliğin kaynağında “kültür” olduğunu söylemiştik. Fakat kişisel kanıma göre Müslümanlar için modern anlamda bir kültürden bahsetmek, İslam’a pek uygun düşmemektedir. Genel olarak son dönemlerde kullanımı yaygınlık kazanan “İslam kültürü” ifadesinin de çok doğru bir kavramsallaş­tırma olmadığım düşünüyorum. Müslümanlar kendileri için ille de bir kültürden bahsetmek istiyorlarsa, bu ancak “Sünnet” olabilir. Ka­nımca dünyadaki bütün Müslümanların tek “kültürü” var, o da sün­nettir. Sünnet kimliğin ve hayatın kumcu pratik kaynağıdır; eğer de­ğilse, günümüzde olduğu gibi, o zaman İslâmî kişilik krizde demektir. Krizden kurtulmanın yolu onu kumcu hale getirmektir.

1 Özgün İrade Dergisi, Haziran 2004

Abdurrahman Arslan – Yeni Bir Anlam Arayışı,syf:241-246