İslam’ın düşünce tarihi hatırlandığında günümüzde tartışmaya çalıştığımız bazı meselelere dair zengin bir literatür ve deneyime sahip olduğu görülür. İslami düşüncenin bugün yeniden tartışmak üzere karşı karşı ya geldiği şartlar, bu tartışmaların konusu ve mahiyeti her şeye rağmen İslam’ın klasik çağında cereyan elmiş olanlarla büyük benzerlikler taşımaktadır.-. Her ne kadar öncekilerden farklı ama önemli bir nokta bulunmuş olsa da; bu ve buna benzer tartışmaların gelecek yakın zamanlarda daha yoğun şekilde devam edeceği söylenebilir. Klasik çağ, müslümanların kadim Grek düşünce/felsefe geleneği ile karşılaştığı/hesaplaştığı; fakat aynı zamanda kendisiyle beraber uzun sürecek canlı bir tartışmaya vesile olduğu dönemdir. Söz konusu karşılaşmayla ortaya çıkan tartışmaları günümüzdekilerden farklı ama önemli kılan boyutu; tartışmanın sadece entellektüel-küre” de cereyan etmiş olmasıydı. Bunun yanında tartışmaya katılanların ve bu tartışmaların meydana geldiği toplumsallık durumu* ise; İslam’ın öngördüğü ilkeler ve parametreler içinde ve yine onun ideallerinin önceliklerine göre süreçlendirilmiş, renklendirilmiş “hayat-küre”de cereyan etmişti.**
Günümüzde yaşadığımız ve yaklaşık iki yüzyıldan bu yana sürüp gelmekte olan tartışma ise; klasik çağla olan benzerlik yanında, çok daha ciddi ve karmaşık bir boyut taşımaktadır. Bugün yaşadığımız süreçler içinde devam etmekte olan tartışma ve modern düşünce ile olan hesaplaşma, dünden farklı olarak, sadece entellektüel kürede cereyan etmemekte; eş zamanlı olarak, toplumsal hayatımızı kendinin öngördüğü normatif ilişkilere göre tanzim etmek isteyen ve modern dünya görüşünden ayrı tutulamaycak teknolojik düzeyde de cereyan etmektedir. Teknolojinin normatif ve örgütleyici hususiyeti giderek “hayat küre”mizi dönüştürerek kendi ilke ve önceliklerine göre yeniden inşa ederken; müslüman, İslami anlam anlayışını artık neredeyse tümüyle dönüşmüş olan tek bir “entellektüel hayat küre” içinde sürdürmek durumunda bulunmaktadır. Diğer bir ifade ile günümüz müslümanı düşüncelerini ya da hayatını eskisi gibi “sınayabileceği” bir “küre”ye artık sahip değildir. O, bundan böyle belirli bir “akıl” tarafından yorumlanmış bir dünya içinde ve bu dünyanın önceliklerine göre davranmak; dünyanın yorumlanması neticesinde elde edilmiş bilgisinin kendisine sunulan verili haliyle beraber yaşamak durumunda bulunmaktadır. Bu sebeple onun İslam adına sürdürdüğü entellektüel çaba; dünyanın yorumlanmış hali içindeki bir yorumlanma, yani yorumlanmış olanın yorumu olmaktan kuırtulamamaktadır’.
Öte yandan günümüzde süren söz konusu düşün ce ve tartışmaların hoş olmasa da dile getirmek zorunda olduğumuz bir başka özelliği bulunmaktadır. Belki de daha başlangıcında olduğumuz bu tartışmaların geçmiştekilerle mukayese edildiğinde, hayıflanması mümkün olmayan fakirliğidir. Üstelik hangi sebeple olursa olsun kopuşa uğramış bir düşünce /hayat geleneğinin mecburi hasılası olarak bu meselelerin, ağırlıklı olarak toplumsal önderliği ele geçirmiş olan aydınlar; fakat bilhassa bunlar içinde, me seleleri kendi uzmanlık alanı olarak görmek isteyen“teolog”lar -bu modern uzmanlığın gereği olan düşünme biçimini “İslami teoloji” olarak ifade etmenin daha açıklayıcı olacağını söylemeliyiz- tarafından yürütülmekte olması, bu fakirliği giderek arttırmakta. Üstelik bu süreç bizi üstü kapalı bir şekilde İslam ulemasının bu aktığı zengin literatürü görmezlikten gelmek gibi kaygan zeminlere çekmektedir. Bugün belkide bir cihetten geçmişte yapılmış olanları çağrıştırır şekildeki tartışmaların başlangıcında olduğu muzu ve bu tartışmalar için önem bakımından ilk sıralarda yer alması gereken üç konunun bulunduğunu söyleyebiliriz; bunlar akü, bilgi ve usul’dür.
II
Modern dönemin akla yüklediği işlev ve biçtiği mevki, kendinden önceki dönemden oldukça farklıdır. Hıristiyanlığın kilise merkezli uygulamasının hiyerarşik yapısı ve ona ilişkin inanç, değişmezlik üzerine kurulmuştu. İslam Allah’ın rızasını esas alan bir değişimin, zaten yine Allah’ın bir kanunu olduğunu ifade ederken; Hıristiyanlık imani bir boyut kattığı kendi kozmolojisinin zorunlu neticesi olarak toplumsal hayatta sürekli olarak değişmezliği savunmak durumunda olmuştu. Bu kozmoloji içindeki insanın, daha doğrusu onu korumak ve kurtarmak adına kut sal kitabı yorumlamanın tekelini elinde bulunduran otorite olarak kilise için, “bilme” faaliyetinin esasını “Tanrı’nın rızasını kazanmak” teşkil etmekteydi. Öte yandan kilise tarafından yanlış veya başka maksatlar için kullanılmış olsa bile, epistemolojik faaliyette temel alınacak bu noktanın, yani Allah’ın rızasını kazanma ilkesinin îslam/müslüman için de söz konusu olduğunu söylemeliyiz. Halbuki bu yeni dönemin Aydınlanma’nın uğrunda mücadele ettiği “bilme” faaliyeti ve ona yüklediği anlam, içeriğinde değişmeyi hedef alarak ortaya çıktı. Artık bilmek, değiştirmektir; bilmek, içinde yaşanan maddi/sosyal dünyanın mevcut halinden, tasarlanan ve/veya tasarlanacak olan hale dönüştürülmesi için gerekmiştir.
Değişimi başarılı yani sürekli kılmak, bilme faaliyetinin ürünü olan bilginin kesinliği ile alakalı olmuş, bu da şüphe yok ki öncelikle “aklı” ilgilendirmiştir. Dolayısı ile kendi tahayyül dünyasındaki sebepler den dolayı modern hakikat anlayışı ve bu hakikate ilişkin bilgi kavramının kesinlik anlayışı; bu dönemin “akıl” anlayışından yani dünyanın akılla açıklanabilir ve değiştirilebilir olduğuna dair kabulden bağımsız olarak doğup gelişmemiştir. Hakikatin kazanmış olduğu akıl merkezli hususiyet, aynı zamanda aydınlanma dönemiyle beraber aklın konumlanma biçimini de değiştirmiştir. Giderek tarih sahnesine çıkmaya başlayan bilginin yeni temsilcileri olarak aydınlar arasında benimsenmekte ve yaygınlık kazanmakta olan yeni tarih anlayışının lineer ve kronolojik kavrayış biçimi; öte yandan bunun hasılası olan ilerlemeci toplum anlayışını kabul etme isteği; “önceden hilen” olarak var sayılan “aklı” teolojik bir özne ve inşacı konuma yerleştirdi. Şimdi, verili hakikat üzerine tefekkür eden bir “akıl” olarak değil; hakikati artık ontolojik düzeyde tanım lama kapasitesine sahip özerk, halta egemen konumu ile beraber bir cihetten de kendini yarı aşkın bir insan /özne ile özdeşleştirmiş olan akıl/rasyonellik anlayışı artık geçerli olmalıydı.
İnsan yeni değişimle beraber evrenin merkezine yerleşim ve kendi dışında kalan tabiatta da düzen ve akla uygunluk arayışına başlar. Ona göre aklın mantıklı yani rasyonel düşünürken izlediği yol ile tabiatın/kozmozun yasaları aynı şekilde çalışmaktadır. Zira modern akla göre gerçeklik, farklılıklar içinde olmasına rağmen homojendir; kaostan ortaya çıkmış olan kozmozdur, yani akılla kavranabilir. Bundan böyle artık aklın yavaş yavaş rasyonalizme indirgendiği; kendini her şeyin üstünde olan bir mevkiye yerleştirdiği ve batı ile özdeşleştirildiği görülecektir. Modern tasavvur varlık dünyasının ve tabii ki toplumsal kürenin aklın gücüyle ve yine kendisi tarafın dan evrensel olduğunu ilan ettiği ölçülere göre değiştirilmesi gerektiğine inanmıştı. Aklın dünyaya, topluma, insana ve hayata -bilhassa batı dışındaki toplumlar söz konusu olduğunda hiç de masum sayılmayacak- uygulanması, kendisiyle beraber kilisenin korkulu rüyası olan önemli ve köklü değişimlerin gerçekleşmesine imkan verdi.
Fizik dünyanın bu akıl tarafından kesin bilgisinin elde edilebileceği ve dolayısı ile tasarlanan şekilde değiştirilebileceği gibi; gerçek insan doğası da dinin, geleneğin, toplumsal alışkanlıkların değil, artık bundan böyle modern aklın söz konusu ettiği evrensel ölçüler içinde varlık göstermek durumundaydı. Toplum ve ona ilişkin kavramsallaştırma, akıl merkezli rasyonel bir dönüşümün hâsılası olarak ortaya çıkarken; rasyonel bir düzen içinde, rasyonel ilkeler ve yasalarla toplumsal ve bireysel davranışlar istenilen düzene sokulabilecekti. Süreçlerin devamı içinde evrensel bir düzenin ve ahlâkın kurulabileceği iddiası, bu aklın tahayyül dünyası içinde mümkün görünmekteydi. Sözü edilen iddialardan dolayı modern aklın, kendi dışında kalan bütün insanlardan ve toplumlardan bu amaç için emansipasyon talep etme hakkını kendinde bulduğunu görmekteyiz.
Aydınlanmanın bilen akıl/özne “temsili” ile ve aynı zamanda her insanın akla sahip bulunduğu çıkarsamasının tabii neticesi olarak modern akıl ve onun tahayyül tarzı insanlardan ve toplumlardan emansipasyon talebinde bulunurken; uzun süren bir tarih deneyiminden sonra baktığımızda, aslında bir bütünlük peşinde olduğu anlaşılmaktadır. Bütünlük anlayışı aynı zamanda modern aklın evrensellik iddiasının ve anlayışının göstergesidir. Batı düşüncesinde var olup gelen bir ideal olarak evrenselci tahayyül mantığının temel hususiyeti, kendini her zaman homojenlik ve bütünlük anlayışı ile ortaya koymaktadır. Bütünlüğün aynı zamanda homojenlik içerdiğini varsayan modern akıl, tekil olan her şeyi kendisinin belirlediği bütünün parçası olmak zorunda görmektedir. Bu hususiyeti ile modern aklın öngördüğü ve günümüzde hüküm süren evrensellik anlayışı; bütünlük ve homojenliği bir anda düşünen ve bunları birbirlerine içkin şeyler olarak var saymak gibi bir özellik taşımıştır. Öte yandan bütünlük ve homojenlik arayışının aynı zamanda rasyonel düşüncenin de önemli bir özelliği olduğunu hatırlamak gerekmektedir.
Modern zamanlarda akıl nesnel bilginin tek imkânı olarak rasyonalizmle özdeşleştirilmiştir. Fakat mesele bu kadarla kalmamıştır; rasyonellik de aynı şekilde bilim ile özdeş kılınmıştır. Bu düşünme tarzına göre artık toplumların, -tabii ki Batı-dışı toplumların- ilerleme sürecinde işgal ettikleri konumları rasyonel/bilimsel düşünebilme becerilerine göre belirlenir olacaktır. Bilim ve ortaya koyduğu hâsıla, ilerlemenin kanıt ve imkânı olarak görüldüğü gibi, bunların rasyonel olmayan unsurlarının da ortadan kaldırılacağına inanılmıştır. 19. yüzyıldan itibaren modern anlayış için akıl kavramı rasyonellik/bilim temelli bir özellik taşımış; bilimin/rasyonelliğin insanın dünyaya ilişkin hâsıl edebileceği bilginin en nesnel boyutunu teşkil ettiği iddiası kabul edilir hale gelmiştir.
Her dine veya inanma biçimine ait bilginin kendinde içkin olarak bulundurduğu tahayyül biçimleri akıl ile çok yakın ilişki içinde bulunur ve bunlar aklın inşasında belirleyici olma hususiyeti taşırlar. Söz konusu yeni dönemin hâsıl ettiği maddi/entelektüel ürünler, mevcut sorunlara önerdiği yeni çözüm tarzları ve eğitimle edinilmeye başlanan rasyonel düşünme biçimleri toplumun cari bilgi anlayışını işlevsiz bırakarak çözmüştür. Böylece modern akıl her dinin veya inanma biçiminin hayatı tanzim ettiği cari bilgi geleneğini çözerken, onları eşzamanlı olarak rasyonel temelde yeni baştan inşa etmeye çalışmıştır. Fakat bunu yaparken ayrıştırıcı vasfının neticesi olarak kendi tahayyül biçimini onlara katarak sahte karşıtlarına dönüştürmüştür. Böylece rasyonalizm/modern akıl dünyadaki Batı-dışı toplumların dinleri, inanma biçimleri ve toprakları üzerinde kurulmuş olan Batılı hegemonyayı; gerçek savaşlar, fakat özünde Batılı gibi olma arzusu taşıyan sahte kurtuluşlarla meşrulaştıran önemli bir araç olmuştur. Modern akıl, kendisiyle beraber oluşturduğu tahayyül biçimine ait ideolojik, siyasal ve ekonomik gücü içeriklendirmiş haliyle dünyaya yayılırken; aslında onun etkisi, daha önce rastladığımız her hangi bir egemenlik türünden oldukça farklılıklar taşımıştır.
İlerleme düşüncesiyle beraber modern aklı içselleştirmeye başlayan Müslümanlar, aynı zamanda akla ilişkin olarak var olup gelen bir Hıristiyanlık mirasını da İslam adına savunur duruma düşmüşlerdir. Hıristiyanlığın kendi dini/tarihsel deneyiminde yaşayarak geldiği dualiteler içinde, öncelikle din-felsefe ayrımı bulunmaktadır. İkisi de kendilerine göre “alanlara” sahiptir ve bilhassa felsefenin Hıristiyanlık karşısında kendisi için bir bilgi ve meşruiyet alanı oluşturma çabası göz ardı edilemez. Bu tartışmanın/çekişmenin bir diğer boyutunu ise akıl-din çatışması oluşturmaktadır. Dolayısı ile kendi geleneği içinde din-felsefe ayırımı ve bu ayırımla söz konusu olan çatışmanın bir tarihi boyutu olduğu kadar; Hıristiyanlıkla ilişkili olan akidevi bir boyutunun da bulunmakta olması, onu anlamlı ve anlaşılır kılmaktadır.
İslam’ın klasik çağında ulemanın din-felsefe, akıl-vahiy ilişkisine dair tartışması, bugün hiç de “Teolojik İslam”ın apolocetik bir acelecilikle savunmaya çalıştığı şekilde olmamıştı. Ulema “felasife” derken ona farklı bir bağlamdan hitap etmekteydi. Felsefeyi, yani Hıristiyanlığın yaptığı gibi bizzat felsefenin bilgisini ve ilgilendiği/açıklamaya çalıştığı konuları değil, onun tek imkân olarak kullandığı ve merkeze aldığı akıl kavramının bütünüyle kendisini günümüze kadar geçerliliğini koruyarak gelen o görkemli eleştirinin konusu yapmıştı. |
Aklı, kendi Batılı geleneğinin öngördüğü bağlam dışında bu kadar “dışarıdan “ eleştiri konusu yapabilmek; Hıristiyanlık 4. yüzyıllarda bu çeşitten bir eleştiriyi zayıf tonlarda yapmış olsa da, modern dönemin böyle bir imkâna sahip olmadığı abartılı sayılsa da söylenmelidir. Modern anlayış eğer farklı inanma biçimlerinden/kültürlerden etkilenmeden bu meseleye ilişkin bir şey söylüyorsa, bunun kaçınılmaz olarak akıl kaynaklı bir hususiyet taşıyacağı açıktır. Neticede böyle bir çabanın ve arayışın, bizi varlıklarını/mevcut durumlarını birbirlerinden beslenerek sürdüren “akıl-kültür” kapalı dünyasına hapsedeceğini biliyoruz. Bunun da bize, modern döneme hâkim akıl anlayışının aklı, akılla tamir etmekten başka bir seçenek bırakmak niyetinde olmadığını göstermektedir.
“Teolojik İslam” din-felsefe ilişkilerini tartışırken; meseleyi içine çekmeye çalıştığı bağlam ve içselleştirilmiş hâkim akıl biçiminden dolayı; dinin, sanki varlığa ilişkin yeterli bir açıklama getiremediğinden dolayı, felsefeye de -aynen Hıristiyanlıkta olduğu gibibir alan açması istenir gibidir. Hâlbuki Müslümanlar her gün yanlış veya doğru, felsefe yapmaktadırlar zaten. Peki, bu ne anlam taşımaktadır; bu akideyi ve hakikati, Hıristiyanlıkta olduğu gibi düalist algılamayı ifade etmektedir. Ve bu varlık dünyasını tümüyle açıklama iddiasında bulunan İslam’ın öngördüğü “akılla” temelden çatışmaktadır. Din, elbette ki kendi kavramları ve kendini öngördüğü bağlam içinde varlığı tartışmaya açmaktadır; fakat onu, bilhassa felsefenin/sosyolojinin öngördüğü bağlam içinde ve onlara ait kavramlar ile tartışmak mecburiyeti bulunmamaktadır.
İslam’ın akıl ve bir hayat inşa edici “bilgisinin” aşırı soru bombardımanı altında kendi bütünsel bağlam yapısının rasyonel yorumlara tabi kılınması -örnek olarak adalet yerine, yanlış bir şekilde ve ısrarla İslam’ın eşitliği öngören- eşitlikçi bir din olduğuna yapılan vurgular aslında uzun zamandan beri yapılmaya çalışılmaktadır. İslam’ın, felsefe/sosyoloji/siyaset/iktisat ve teolojinin, yani modern aklın öngördüğü bağımsız “dillerin” egemenliği altına alınması burada söz konusudur. Modern aklın öngördüğü düşünme süreçlerini çok iyi niyetle fakat yeni keşfetmenin heyecanı içindeki “uzmanlar”, İslam’ı “teoloji”ye dönüştürmekte; fakat ne yazık ki İslam’ın “hayat tarzı inşa edici bilgisini” rasyonelleştirerek işlevsiz hale getirdiklerini görmezlikten gelmektedirler. Bizim için başından beri; fakat aynı zamanda Hıristiyanlıktan çıkartılacak bir devrin hatırlattıkları olarak, “din felsefesi” tartışmaları İslam cihetinden bir meşruiyete sahip bulunmamaktadır; ama “felsefenin dini”ni tartışmanın da anlamsız olduğu söylenemez.
Akıl, aynı zamanda gerekçelendirimi yine onun tarafından yapılarak üretilmiş belirli bir düşünme/kavrama biçimini ifade etmek üzere kullandığımız akılcılık/rasyonalizm, bir sistem haline getirilmemiş olsa bile, insanın tarihi kadar eski sayılır. Batı tecrübesi içinde ise bilhassa 14. yüzyıl ve daha sonrasında din karşıtı bakış tarzını ifade etmek için kullanılmıştır. Sözü edilen kullanımın ideolojik bir amaç taşıdığını söyleyebiliriz. Ne var ki kutsal kitap İncil “aradan” çıkartıldığında; dinin de felsefenin de, yöntemleri farklı olsa bile, aynı “aklı” kullandıklarını görmek mümkündür. Bu sebeple sadece bilimsel ya da felsefi rasyonalizmden bahsetmiyor, aynı zamanda dini rasyonalizme de dikkat çekmek gerekiyor. Denilebilir ki modern aklın öngördüğü bilgi ve bilme biçimi, burada sözü edilen geleneği izlemek istemeyerek karşı çıkmış olması ile önem taşımıştır. Öte yandan bu geleneğe itiraz, aynı zamanda Kilisenin kendi hegemonyasına aldığı bilginin mevcut tekelini kırmış olmaktadır. Müslüman tahayyül için anlaşılması oldukça zor; ne var ki Batı için çok önemli ve modern dönemin gerçekleştirdiği kapsamlı ve köklü değişikliğin bu olduğu söylenebilir. Bu dönemde bilginin kaynağı, öncelikle akıl düzeyinden çok, kurum/birey düzeyinde değişikliğe uğramıştır. Nasıl ki Luther Hıristiyanların kendi başlarına anlayabileceklerini savunarak “İncil”i Kilisenin elinden alıp, tek tek müminlere verdiyse; Descartes da aynı şeyi, kendi başlarına yapsınlar diye bu müminlere “Cogito”yu vererek gerçekleştirmiştir. Bilginin mevcut kurumsal kaynağının ve onunla beraber bilgi hiyerarşisinin değişmesi, aynı zamanda bilginin demokratikleşmesini de mümkün kılmış olmaktaydı.
Modern aklın izlemeyerek karşı çıktığı bu gelenek oldukça önemli; bu gelenek “Canonic” bilgi ve bilme biçiminin inşa ettiği epistemolojik bir anlam dünyası olarak uzun bir tarihe sahiptir. Zaten din-felsefe/akıl-vahiy ayırımına, ancak bu türden bir anlama biçiminin ve bunun öngördüğü varlık anlayışının rahim görevi yapabileceğini ve bu ayırımları anlamlı ve anlaşılır kılabileceğini söylemek zorundayız. Şu da var ki, felsefi anlamıyla akılcılık/rasyonalizm din karşıtlığını gerektirmemektedir. Burada din ve hangi aklın söz konusu edildiği meselesini bir kenara bırakarak; “İslam akla karşı değildir” türünden savunmaların, İslam düşünce geleneğinde “Canonic” bir geçmişi olmadığından meşru bir zeminden neşet etmediği için fazla ehemmiyeti olmadığını belirtmek gerekmektedir. Çünkü tarihte ve bugünün dünyasında çok daha açık bir şekilde görüldüğü gibi üstelik akılcılık/rasyonalizm, dinin tam merkezine/özüne yerleştirilmek gibi bir mevki kazanabilmektedir. Ne var ki burada dile getirilmeye çalışılan mesele akıl yürütmek ve buna özel bir değer atfetmek gibi zihinsel faaliyetin kendisi değildir. Bizzat söz konusu faaliyeti yürüten kaynağın kendisi, ona biçilen mevki ve gösterdiği faaliyetin kaynağı olarak aklın, kendisine atfedilen değer ve hayat için ona biçilen roldür.
Günümüz dünyasına hâkim durumda bulunan modern akıl, diger bir ifade ile bu aklın epistemolojik faaliyet olarak ortaya koyduğu “Cogito”; toplumsal, siyasal ve kültürel hayatın bütün boyutlaRInı kendi ilkeleri ve kendi tahayyülüne göre dönüştürmüş haldedir. Hayatın ayrıştırdığı boyutlarına bu akıl, kendilerini ifade edecekleri bağımsız diller sunmuş; bunları düzenlerken hayata ve ona ilişkin bilgiye farklı bir boyut katarak olması gereken amacından uzaklaştırmıştır. Bizim şimdilerde hızlı bir şekilde yaşamakta olduğumuz bu dönüşümün neticesi olarak; İslam’ın hakikat anlayışı, onu kendi “geleneği” içinde anlama ve yaşama biçimimiz olduğu kadar, İslam”ı temsil biçiminde yeni amaca uygun olmasını ve bu amacın şimdilerde bize yüklemeye başladığı meselelere çözüm bulmasını beklemekteyiz.
“Teolojik İslam” bu çözümleri bulabileceğini ümit ederek, İslam’a ilişkin hakikatin anlaşılma/kavranma biçimini aşındırmakta; İslami hükümleri ve değerleri, mümkün olmadığı ve olamayacağı halde, rasyonel ölçü ve değerler temelinde meşrulaştırmak istemektedir. Fakat unutmamak gerekir ki İslam meşruiyetini akılda aramamakta; ne var ki bu durum aklı kullanmama veya aklı reddetmek anlamına da asla gelmemektedir. Çünkü “hangi akıl?” sorusunun sorulması hakkı mahfuz tutulmaktadır. Eğer biz sözü edilen hükümler ve değerleri sonuna kadar akılcı bir imkânla gerekçelendirmekte ısrarlı olursak i günümüzde “Teolojik İslam” bunu yapmaya çalışmaktadır- onların Vahiy’le ve dolayısıyla İman’la olan ilişkilerini farkına varmadan ve istemeden de olsa koparmış olacağımızı unutmaktayız.
III
Ve şimdilerde, kendilerinden transfer etmeye çalıştığımız aklın sahibi olan Batı dünyasında; sanki “Teolojik İslam”a inat bilime, bilgiye, felsefeye ilişkin köklü değişiklikler yaşanmaktadır. Farklı dinler, moral sistemleri, sosyal kurumlar ve inanma biçimleri yeniden
“keşfedilmektedir”. Değişik kültürlerin, ancak yeni ve geçerli ölçüler, “rasyonellikler” yardımı ile açıklanabileceği varsayılmaya başlanmış durumdadır. Toplumların yaşamakta olduğu dönüşüm sebebiyle felsefe, anlam, hakikat ve rasyonalizme ilişkin temel kabullerde artık köklü değişiklikler söz konusu olmaktadır.
Sürmekte olan değişimlerle beraber modern akla/düşünme biçimine ilişkin eleştiriler de artmaktadır. Eleştiriler, modern aklın kendini her şeyin üstünde görmek gibi bir yanlışlığın içine düştüğüne dikkat çekmekte ve modern insan her şeyi aklın emrine vererek onları özne olmaktan çıkartarak nesneleştirmiştir, denmektedir. Hakikatte modern aklın bizzat kendini anlama biçiminin “tekillik” hususiyeti; kendi dışında kalan her şeyi -dinleri, insanları, toplumları, tarihleriindirgemesine ve neticede de onları, kendi tarihsel tecrübesinde de görüldüğü gibi “absorbe” etmesine sebep olmaktadır. Bu kabul ve sözü edilen deneyimin hâsılası olarak Batı, kendi dışında kalan insanların maddi ve entelektüel dünyaları üzerinde egemenlik kurmakta zorlanmamıştır. Esas önemlisi modern aklın bütün bunları şiddet temelinde yapmaya çalışması veya şiddeti bir araç olarak seçmiş olmasıdır. Bu akla göre kendi egemenliğinin hüküm sürmediği maddi dünya her şeye rağmen keşfedilmeyi, entelektüel dünya ise asimile edilmeyi beklemektedir.
Ve yine şimdilerde Batı dünyasında dile getirilen bu eleştirilerle beraber mevcut durumun değişmesine yönelik ve sadece entelektüel düzlemde kalmayan çabaların arttığına şahit olmaktayız. Fakat öte yandan Müslümanlar cihetinden bu defa yeni ve farklı bir tehdit ile karşı karşıya geldiğimizi görmek gerekmektedir. Modern düşünceye dair kesinlik anlayışının ve arayışının, “dış gerçekliğin nesnel temsilinin mümkün olamayacağı” iddiaları ile ciddi kırılmalara uğraması, aynı zamanda bu düşünce geleneği için oldukça önemli olan “temsil” meselesini ve dolayısı ile “akıl” anlayışını krize sokmuştur. “Tekillik” anlayışını aslında mahiyet olarak değişikliğe uğramadan çatlayarak kaybetmeye başlayan; fakat bunu da tekrar rasyonel temelde çoğul/ (çoğulculuk) olarak tanımlamak isteyen modern aklın artık çoğul rasyonelliklerden bahsederek, görecelik yüklü bir akıl/ kültür/dünya tanımı yapmaya başladığını görmekteyiz.
Ne var ki bu iş burada ve bu kadarla da bitmemektedir; kendisinin belirlediği tarzdaki bir göreceliğe açık durmayan her dini, inanma ve düşünme biçimini, modern akıl kendi tarihsel deneyiminde olduğu gibi ve bu deneyimden hareket ederek “Başkası”na yaşama hakkı tanıyamayacağına, “tekil” bir anlayış olarak çoğula tahammül edemeyeceğine inanmaktadır. Üstelik bunu her zaman yaptığı gibi, evrenselleştirmektedir. Dolayısı ile bu akıl ve onun süreçlendirmeye başladığı entelektüel faaliyet ve siyasal/sosyal dünya; kendisi gibi olduğunu varsaydığı İslam’dan şimdi, kendi tekil hakikat anlayışını terk etmesini ve kendisi tarafından tanımlanmış bir çogulculuğa açılmasını talep etmektedir. Hâlbuki burada, üstelik Müslümanlar cenahında sivil toplum/demokrasi naralarıyla talep edilen çoğulculuğun; aslında İslam’ın değerlerinin/kavramlarının görecelik hususiyeti kazanması, bu göreceleşmeye Müslümanların açık olması anlamına geldiğini hatırlatmak gerekmektedir. Öte yandan, denebilir ki bu beklentide/talepte gözden kaçırılmaması gereken bir başka önemli nokta bulunmaktadır. Aklın yaşamaya başladığı dönüşüm, yani kazandığı görecelik hususiyeti; bunun neticesinde ortaya çıkmakta olan yeni toplumsal/siyasal durum ve güç; aynı zamanda dünün egemeninin elinde tekrar yeni bir imkân/araç -ya da yeni dünya düzeni- haline gelme tehlikesi taşımaktadır. Bu aklın, şimdilerde giderek göreceleşen dünyasına yeni şartlar bağlamında İslam’ı ve diğer dinleri/inanma biçimlerini katarak, tekrar kendisinin parçalarından biri haline getirmesi güçlü bir ihtimal olarak durmaktadır.
-IV
Eğer aklı “beyin”e indirgemezsek; insanoğlunun sahip olduğu organlar içinde kimliği belki de en belirsiz olanı akıldır. Akıl, salt bir cevher olmadığı gibi, sosyal ve siyasal bir boşlukta da oluşmaz, bu sebeple onu bütünüyle masum ve tarafsız kabul etmek asla mümkün değildir. Akıl, ait olduğu iç/nefs ve konu edindiği dış/dünya (Deni anlamını da içeren bir dünya) olmak üzere iki taraflı bir etkileşim içinde bulunur. Konumuz itibariyle nefs, içinde yaşadığı zamana ilişkin eğilimlere olduğu kadar; hâkim iktidar biçimlerine de uyum ve meşruluk kazandırmak hususunda hizmette bulunur.
İslam’dan derleyip toparlayabildiğimiz imkânlar ışığında aklın, yaklaşık bin yıllık bir aradan sonra tekrar Müslümanlarca sorguya çekilmesi gerektiği kanaatini taşımaktayım. Akla, hakikati tanımlayan ve bildiren bir otorite olma kimliği ve meşruiyetini neyin verdiği hususu, önemli noktayı teşkil etmektedir. Bundan dolayı Kartezyen Cogito’nun yeniden tahlili mecburiyet haline gelmiştir. Çünkü Kartezyen “Cogito” ile “akletmeyi” birbirine karıştırmakta ısrar eden “Teolojik İslam” aynı zamanda modern aklın, “hakikat” ile “zan”nı birbirinden ayırmak gibi bir “yetenek” ve imkânının bulunmadığını ve bulunmayacağını unutmaktadır.
Abdurrahman Arslan – Yeni Bir Anlam Arayışı,syf:308-324
0 Yorumlar