Tarihselcilik:Bir Sömürü İdeolojisi
Tarihselcilik, Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve daha sonra yaygınlaşan; mahiyeti herhangi bir öze sahip olmayış olan, ancak farklı şekillerde zuhur ederek farklı isimlerle anılan genel bir hali ifade eder. Bu hâl bir cihetten pozitivizm iken başka bir cihetten tarihsel materyalizm adım alırken, duruma göre idealizm ve materyalizm olarak da isimlendirilmektedir. Tarihselciliğin başka bir adı da konstrüktivizmdir. Esasını, mutlak hakikatin inkârı teşkil eder. Bu hâliyle de radikal hümanizm olarak isimlendirilir ve ateist varoluşçuluk olarak zuhur eder. Batı mo- dernitesini temsil eden bütün bu ve benzeri “izm”lerin esasını, “Hakikat, keşfin değil icadın mevzusudur” varsayımı oluşturur. Bunun açıkça telaffuz edilmesi ise postmodernizm olarak sunulmaktadır. Bu konuda yaptığı temsil gücü yüksek çalışmaları ile haklı bir yere sahip olan Friedrich Meinecke’nin, “tarihselcilik, tarihî her münferit sureti, her müesseseyi, her fikri ve ideolojiyi, oluşun sınırsız akışı içinde geçici bir an olarak gösteren bir rölati- vizmi ortaya çıkarmıştır. Buna göre her şey ancak izafi bir değer taşır”[44] ifadesi, bu hususta yeterli bir fikir verebilir. Kısaca tarih- selcilik, mutlak ile irtibatın koparılması, mutlakın unutulması ve her şeyin izafileştirilerek, “izafiliği mutlaklaştırmak” demektir.
Tarihselcilik ve Sömürgecilik
Tarihselciliğin özünde, Fichte’nin meşhur “dictum”u yatar; doğruluğun kriteri, yapılabiliyor olmasıdır. Eğer bir şey yapılabiliyorsa meşrudur. Bu cihetten ahlaki ve hukuki alanda, doğru veya yanlış, yapılabiliyor olmaya bağlıdır. Yapabiliyorsanız, doğrudur; yapabiliyorsanız, yapma hakkınız vardır; yapabiliyor- sanız, yapamayanların sizin yaptıklarınızı kabullenmek mecburiyeti vardır; yapabiliyorsanız, yapamayanların, sizin yaptıklarınızı kabul etmek mecburiyetinde olmaları, onlar için “ahlaki bir vecibe” hâline gelmektedir. Dolayısıyla sizin yapabildiklerinizi yapmak hakkınızı teslim ederek kabullenmek, onların vazifesidir. Dilthey’in yazılarında bu durum şöyle ifade edilir; “olabilir”, “olması yüksek bir ihtimaldir”, “olur”, “olmak zorundadır”, “olması bir vecibedir”, ifadeleri ve tavırları geçişlidir. Yani olanın olması gereken olduğunu düşünmek ve kabullenmek, tarihsel- cilığin ve onun zuhurunun bir formu olan pozitivizmin önemli bir unsurudur. Kısacası “güç, hakkın ve vazifenin esasım” teşkil eder. Modern Batı düşüncesinde ve modernizmde zuhur ettiği hâliyle ve bu yüzüyle tarihselciliğe göre hakikat, gücün bir fonksiyonundan ibarettir.
Bu tavır, bütün sömürge faaliyetlerinin temelini teşkil eder. Bunun böyle olması gerektiğini kabul edecek ve bunu savunacak şekilde yetişen insanlara, sömürge aydınları ve daha keskin ifadesiyle “mankurtlar” denilir. Bütün bir İslam dünyasının son iki yüzyıldaki tarihinin, bu sömürge ideolojisinin uygulama alanı olarak, özellikle araştırılması ve bu perspektiften anlaşılarak anlatılması/yazılması gerekmektedir. Sömürgeciler kendi geçici hâllerini ve uygulamalarını “mutlaklaştırarak”, Müslümanların sahip oldukları ve Müslümanları muhafaza eden ne kadar esas varsa onu izafileştirmeye ve “tarihselleştir- meye” gayret etmişler; onların bu tavrını içselleştiren sömürge aydınları, Batı’nın “yeni” ve “geçici” değerlerini mutlaklaştırarak üstlenmeye çalışırken, İslam ve Müslümanlığı tarihselleştir- meye çalışmayı objektiflik zannederek, eleştirel ve akademik bir tavır olarak benimsemişlerdir.
Diğer taraftan sömürge faaliyeti, sadece Müslümanlara karşı yürütülen bir faaliyet değildir. Bu, öncelikli olarak, Batı toplumlarında ve Batı toplundan içinde, birbirine karşı uygulanmış ve daha sonra dışarıya, Osmanlı Devleti’nin koruyucu gücü kırıldıktan sonra da İslam dünyasına yaygınlaştırılmıştır. Bu sürecin nasıl gerçekleştiğinin farkında olan birçok Batılı ay dm, bunun analizini yapmış olmakla birlikte, tutunacak bir dal, irtibat kuracaktan bir “mutlak” göremedikleri için, sadece bunu tasvir etmekle yetinerek, izafi hâllerin ortaya çıkardığı izafi tahakkümleri aşacak teklifler sunmak yerine, daha farklı ama kendileri de kendinde izafi olan tekliflerle iktifa etmek zorunda kalmışlardır. Bu sürecin tahlilini yapan şu ifadeleri biraz açıklayarak, tam olarak neyle karşı karşıya olduğumuzu, daha yakından ifade edebiliriz:
“Faillerin maruz kaldıkları ‘özgür olmayan varoluşun’ hangi anlamda bir kendi kendine dayatılmış zorlama biçimi olduğunu görmek de zor değildir. Toplumsal kurumlar doğal fenomenler değildir, kendiliklerinden ortaya çıkıp var olmazlar. Bir toplumdaki failler zorlayıcı kurumları, onlara katılarak, protesto etmeden kabul ederek vb. kendi kendilerine dayatırlar. Failler, sırf dünya resimlerinin emirlerine göre görünüşte ‘özgül7 olan bir biçimde davranarak zorlama ilişkilerini yeniden üretirler.”[45]
Mutlak hakikati reddeden modern Batı’nın hâkim zümreleri, kendi yaptıklarını ve kendi oluşturduklarını, sırf kendileri tarafından oluşturulmuş olduğu için geçerli kabul edip uygulamışlardır. Bunu yaparken de bu hâkim zümreler, her şeyden önce kendi çıkarlarını gözetmişler; ancak bunu gizleyerek, diğer insanlara kendi oluşturdukları düzenleri ve düzenekleri dayatmışlardır. Ancak bu dayatma, gerektiğinde kullanılmakla birlikte, genellikle zor kullanmadan başarılmıştır. Batı dünyasında yaşayan insanların kahir ekseriyeti, kendi oluşturmadıkları bir düzeni kabul etmek zorunda bırakıldıklarını, yani “mustazaf” konumunda olduklarını, bu iktibas şöyle ifade etmektedir: “Faillerin maruz kaldıkları ‘özgür olmayan varoluşun’ hangi anlamda bir kendi kendine dayatılmış zorlama biçimi olduğunu görmek de zor değildir.” Buradaki “hangi anlamda bir kendi kendine dayatılmış” ifadesi, tam da bu mustazaf konumunu işaret etmektedir. Devam eden cümle, yani “Toplumsal kurumlar doğal fenomenler değildir, kendiliklerinden ortaya çıkıp var olmazlar” ifadesi, modern toplumlardaki kuramların, hâkim zümreye mensup insanlar tarafından oluşturulduğunu dile getirirken, “Bir toplumdaki failler zorlayıcı kurumları, onlara katılarak, protesto etmeden kabul ederek vb. kendi kendilerine dayatırlar” ifadesi, bu dayatmanın yollarını ve yöntemlerini göstermektedir. Son cümleler ise, modern Batı toplumunun özünde ve kendi içinde taşıdığı tahakkümcü özü etkin bir şekilde nasıl muhafaza ettiğini dile getirmektedir: “Failler, sırf dünya resimlerinin emirlerine göre görünüşte ‘özgür’ olan bir biçimde davranarak zorlama ilişkilerini yeniden üretirler.”
Batı’nın sömürgeci merkez ülkelerinin kendi içlerinde birbirlerini sömürgeleştirerek oluşturdukları düzen ve düzenekler, sömürgeleştirmenin yaygınlaşmasıyla birlikte, Müslümanların yaşadıkları bölgelere de özellikle Osmanlı Devleti’nin onları koruyacak gücünü kaybetme süreci içinde ulaşmıştır. Bu bölgelerde sömürgeleşmeyi mümkün kılan ve sürdürmeyi sağlayanlar ise, kendi inancını ve medeniyet birikimini Batı’nın sömürgeci ideolojileri karşısında tarihselleştirme gayretine ve gayretkeşliğine düşen sömürge aydınları olmuştur.
İnsanın Tuğyanı
Aslında öncesinde David Hume’un hazırladığı, Kant’ın mayaladığı, Fichte’nin dile getirdiği ve Hegel’in tam bir sistem hâline getirdikten sonra bir ideoloji olarak yaygın kabul gören bu tavrın özünde, kendini müstağni gören insanın tuğyanı olduğu ve bunun, daha önce Firavun ve çevresindeki insanlarda görüldüğü, “Ben sizin en yüce Rabbinizim” iddiasının yeni bir ifadesi olduğu kolayca anlaşılabilir. Bunun teferruatını görmek için Hans Kelsen’in[46] ve Cari Schmitt’in[47] ve sonrasında Richard Rort/nin[48] yazılarını okumak yeterlidir.
Bu cihetten meseleyi derinleştirmek ve genişletmek mümkün olmakla birlikte, burada sadece şunu belirtmekle iktifa edebiliriz: Tarihselcilik, özellikle evrimcilikle irtibatlandığında ilerlemeci ve ilerici bir görüntü kazanmakta ve böylece kendisini ileri ve gelişmiş, dolayısıyla daha önce bilinmeyen bir yaklaşımmış gibi sunabilmektedir. Hâlbuki daha yakından bakıldığında, zannedildiğinin veya umulduğunun aksine, güneş altında “yepyeni” bir şeyin olmadığının; yepyeni olarak takdim edilen görüşlerin, insanlığın daha önce yaşadığının “yeniden”, ancak “yeni bir sunumla” takdim edilmesinden ibaret olduğunun kolaylıkla fark edilebileceği söylenebilir.
Tarihselcilik, genel olarak insanlık tarihi perspektifinde bakıldığında, zannedildiğinin ve söylendiğinin aksine, yeni bir bakış şekli değildir. Bilakis insanların ve insanlığın hayatında, peygamberlerin tebliğleriyle insanlara ulaşan hakikatle irtibatın zayıfladığı veya koptuğu zamanlardaki insanların hâllerinden birine denk düştüğü söylenebilir. Nitekim bu durumda insanlar arasında bir grup kendini “müstağni” görerek “tuğyana” düşmekte, karşı karşıya kaldıkları meseleleri ise “deneme-yanılma” yoluyla halletmeye çalışırken kendi kendilerini düşürdükleri hâli, sorunları ve çözümleriyle birlikte bütün insanlığın hâli olarak bütün insanlığa teşmil etmektedir. Bu sebeple de bütün insanlığı, “önleri, bir anlık aydınlandığında bir adım atan, ışık kaybolunca da öylece kalakalan” bir konumda zannetmektedirler. Bunun en önemli neticelerinden biri, tuğyana düşen ve diğer insanlara tahakküm edenler, kendi deneme-yanılma süreçlerinde yaşadıktan hâllerinden hareketle, peygamberleri ve peygamberlerin tebliğlerini değerlendirmeye çalışmaları ve onların bunu nasıl ve hangi amaçla yaptıklarını fark etmeyen insanları da bu konuda ikna etmeleridir. Farkında olarak veya olmayarak birçok insanın günümüzde Hz. Peygamberim “bizim gibi insan” olduğunu vurgulaması, ama “ona vahyedilmiş olmasının” mana ve ehemmiyetini -farkında olarak veya olmayarak- ihmal ettiklerini hatırlayacak olursak, meselenin ciddiyeti de ortaya çıkar. Kısaca ifade edecek olursak “tarihselcilik”, kendini müstağni görerek tuğyana düşmüş olan bir insan grubunun, bu hâlini hakikatin kriteri hâline getirerek, diğer insanları bunu kabule zorlaması ile yaygınlaşmış “nihilist bir tavır” dır. İnsanlığın zaman zaman başına gelen hâllerden bir hâl olarak görülmesi ve kavranması, anlaşılması ve üstesinden gelinmesinin de ön şartıdır.
Bu hâllerin bize en yakın olanı, en yakından tanınan ve bizi en fazla etkileyen, 19. ve 20. yüzyılda Batı Avrupa’nın Hristiyan çevrelerinde başlayan ve daha sonra sömürgeleştirme ve kendi kendini sömürgeleştirme yoluyla yerküreye yayılan modernizm,49 tarihselcilik ve nihilizm50 ve bunlarla bağlantılı olarak ortaya çıkan postmodernizmdir.51 Tarihselcilik, kısaca bir cihetten “gücü ele geçirmiş olanlar için”, güçlerinden kaynaklandıklarına inandıkları hakları ve haklılıklarını meşrulaştırma söylemidir. Başka bir cihetten yerkürede yaşayan insanların bütününü düzenleme amacına matuf bir şekilde oluşturup yürütmeye çalıştıkları dünya sisteminin ruhu olarak etkin kılma çabasıdır. Üçüncü bir cihetten merkez ülkelerin yapısal tasarrufu altına girmiş olan bölgeler ve toplumlarda, merkez ülkelere doğrudan bağlı ve bağımlı olarak yaşayanlar için, kendi değerlerini izafileştirerek baskın olanı, bu manada mevcudu/mahkûmu olduğunu meşrulaştırmanın bir ideolojisi olarak “emperyalizme konformizm” olarak zuhur etmektedir.
Tarihî-Eleştirel Yöntem
Öncelikle şunun altını çizmek gerekir: Tarihselcilik ile tarihî-eleştirel yöntemin (daha doğrusu tarihî-tahkik usulü/his- torisch-kritische methode) doğrudan bir alakası yoktur. Tarihî- eleştirel yöntemin en mükemmel formu, bizzat Müslümanlar tarafından, canlı bir kültürün içinde ve bu kültürün kendi kendine şuurunun bir alameti olarak, hadis alanında geliştirilmiş ve uygulanmıştır. Müslümanlar için hakikat, ilimde gerisi olmayan zemin, ötesi olmayan gaye olarak etkindir. Hakikat, insanı önceler, insana refakat eder ve insanı kuşatır. Batı Avrupalıların geliştirdikleri tarihî-eleştirel yöntem, canlı kültürün parçası olmayan ve dolayısıyla elde hakiki verilerin bulunmadığı şartlarda, farklı isimlerle oluşturulan/kurgulanan faktörlere bağlı olarak, özellikle kendilerinin “kutsal” olarak niteledikleri, ilahi kaynaklı olmakla birlikte, insani olanla karışmış olan metinlerin tahlil edilerek birbirinden tefrik edilmeye ve böylece rivayetlerin ortaya çıktıkları zamanları belirleyerek bunun üzerinden bir tanzim ve tertibe tabi tutulmaya çalışıldığı, adına modern denilebilecek belirli bir kültürel bağlam içinde makuliyet kazanabilen teknikler bütünü olarak ortaya çıkmaktadır.
Ancak bu yöntem hakikati, makul araçlarla ikmal ve duruma göre ikame etmenin bir yolu olarak da kullanılmaya müsaittir. Bu yöntem tam da bunu öngörmese de hakikati bir insan kurgusu olarak algılamaya ve takdim etmeye de elverebilir. Oryantalistlerin -mesela Goldziher, Schacht ve Watt’ın- İslam araştırmalarında bu yöntemi bu şekilde kullandıklarını bilmek gerekir. Oryantalizme fazlaca endeksli ilahiyat tahsilinin, farkında olunmadan böyle bir varsayıma dayalı olarak yapılması, dolayısıyla ilahiyatçılar arasında farkmda olmadıkları tarihselci- liğe yönelik bir tür yatkınlığın da arka planını oluşturmaktadır. Dolayısıyla tarihî-eleştirel yöntemin tarihselcilikle doğrudan bir alakası yoktur, ancak tarihselciler, bu yöntemi kendi amaçları için fazlaca kullanmıştır. Bunlar arasındaki farkı bilmeyenler, bunları bir ve aynı şey zannedebilir. Ancak zan, ilimden bir cüz değildir.
Kuran-ı Kerim’de “hâss ve âmm ifadelerin/hükümlerin olduğu”nu söylemek veya “ezmânın tagayyürü ile ahkamın ta- gayyürü inkâr olunamaz” demek veya “Hz. Ömer’in Ku/an-ı Kerim’de öngörülmesine rağmen müellefe-i kulûb’e ait ödenekleri durdurması”ndan bahsetmek ve bunları anlamaya çalışmak ile tarihselci olduğunu söylemek, biri diğerinden tamamen farklı iki yaklaşımdır. Çünkü klasik usul ve füru eserlerinde bunlar ve benzer konular sistematik olarak müzakere edilmiştir ve bunlar gibi birçok meselenin, usul dairesinde bir açıklaması mevcuttur. Bu usulü bilmemek, bu konularda usulsüzlüğe kapılmaya bir mazeret teşkil etmediği gibi, bilerek ihmal etmek -en iyi ihtimalle-, iyi niyetle açıklanamayacak bir garabettir.
Tahsin Görgün – Tarihselcilik,syf:87-95
Dipnotlar:
[44] Friedrich Meinecke, Zur Theorle und Phllosophie der Geschıchte, Stuttgart, 1965. Tarihselciliğin kısa bir tanıtımı ve Marksist bir eleştirisi için bak. ‘Historismus’ md, G. Klaus und M. Buhr (Hrsg.), Philotophisches Wörtorbuch. 12 Auflage, Westberiin 1974, cilt ı, s.
[45] Raymond Guess, Eleştirel Teori, (çev. Ferda Keskin), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2002, s. 92;İngilizce orijinali: The Idea of a Critical Theory, CUP, Cambridge, 1981, s. 60.
46 Han» Kelsen, ‘Gott und İtaat*, Logot, 11,1922-23, •. 261-284.
[47] Cari Schmltt, Siyasal İlahiyat, çev. Emre Zeybekoğlu, Ankara: Dost, 2005.
[48] Richard Rorty, Olumsallık, İroni ve Dayanışma, (çev. M. Küçük-A. Tûrker), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995.
49 Burada bu hâli dile getiren Batılı birçok edebiyatçı ve felsefeciden birkaç misal verebiliriz: Hurtey, Cesur Yen/ Dünya v* Orvvell, 1984.
50 Mesela Sartre, Bulantı ve Camus, Veba.
51 Mesela ‘Black Mlrror* ve benzeri dizilerde bunu takip etmek mümkündür. Bu hâlin genel ve deril toplu özet bir tasviri için bak: John E. Grumley, Hlstory and Totality, Radical Historicism from Hegel to Foucault, Routledge, London & New York, 1989.