FULYA BAYRAKTAR
VRP DOÇ.DR., GAZİ Ü. GAZİ EĞİTİM E FELSEFE GR. EĞT. ABD
İnsanın kendisini çevreleyen varoluşla kurduğu ilişki, ben-sen pinelinde kurulmadıkça ya yıkıcı ve (hiçleştiricidir) ya da ‘ben’i mutlaklaştırıcıdır. ‘Ben’in hiçleştirilmesi ne denli olumsuz ise mut-laklaştırılması da o denli olumsuzdur. Başka olanı, ötekini göz ardı eden bir varoluş biçimi, şiddetin, öldürmenin ve yok etmenin yolunu açar. Bu da katlanılmaz bir varoluş çemberi oluşturur. Hatta gerçek bir varoluşu yok eder. ‘Ben’in kendisini bir hiçlik olarak algılamasını da, mutlak bir varlık gibi algılamasını da önleyecek olan bir varoluş biçimi vardır: Birlikte varolmak. Varolmak tanımını, öteki ile sen ile olan sırlı bir ilişki çerçevesinde ortaya koyan, varolmak: Birlikte varolmaktır diyen ve bu birlikteliğin gerçekliğini bir ‘bağlanma’ hareketi olarak betimleyen Marcel felsefesi hayatın ontolojik ve etik anlamı üzerine yapılacak bu felsefi değerlendirme denemesinin temelini oluşturacaktır.
Filozofların felsefe tarihi boyunca sordukları “Ben neyim?” sorusuna, ‘ben’i önceden belirlenmiş, soyut bir öz olmaktan çıkartarak, varolmakta olan somut bir yaşantı hâlinde ifade ederek cevap vermiş olan varoluş felsefeleri çerçevesinde düşünülmelidir bu değerlendirme. Marcel’de ontolojik olarak, anlamını bağlanma hareketinde bulan insan varlığı bu akt dolayısı ile bir ahlak kişisi olur. Ahlakın, tutumlarımızın ardında yatan yargılan ele aldığı düşünülürse, bağlanma, bir temel yargı olmanın ötesinde, varolmanın ta kendisi olduğu için bu hem metafizik-ontolojik, hem de ahlaki bir ben tasarımıdır. Temelde ben neyim sorusundan hareketle bir metafizik evren yorumuna ulaşan Marcel, evreni, sahip olunanlar ve varlık olanlar biçiminde ikiye ayırarak değerlendirmiştir. Bu alanlardan. sahip olunanlara dair kavrayışım ile varlık olanlara dair kavrayışımı da birbirinden ayıran Marcel, bunlardan birinin bilgisine ‘problem’ değerine ise ‘sır’ der. Varlık olanlara dair kavrayışım bir ‘sırdır ona göre. Bu nedenle, öteki ile olan ilişkim de sırlı bir ilişkidir. Marcel’in ‘bağlanma’ dediği bu sırlı ilişki, ‘benin sen ile ve nihayet ‘mutlak seri ile kurduğu bir varolma ilişkisidir.
Günümüz insanının, giderek bir değer kaybı yaşadığı bu dünyada, yakalanması gereken varoluş sırtının bu ‘bağlanma’ olduğunu ifade eder Marcel. Ona göre insan, kendini yitirmiş, kendinden uzaklaşmıştır. Kendisiyle tek kurtuluşu, binlerce yıl önce gibi kendini bilmek olacaktır. Anlamını Tanri’dan gelen bir çağrıya bir cevap-çağrı olarak bulan insan, şerefli bir varoluştur. Marcel’in insanlık şerefi dediği bu özelliğin fark edîlmesi ise ancak’bağlanma’nın insanı hûr bir varlık kılan gerçek anlamının keşfedilmesi ile mümkün Kacaktır. Marcelcı anlamda bağlanma hürriyeti ortadan kaldıran bir akt değil aksine hürriyetin kendisidir.
“Ona göre biz, ferdî varlığı daha çök tanıdıkça, ‘varlık olarak varlık’a daha çok yöneliriz.” Elbette bu, varoluşun yalnızca bir araç, bir yöntem gibi telakki edilmesi demek değildir. Bu, ‘varlık’ı varoluşta kavrayabileceğimiz anlamına gelir. Ona göre varolmak (existence) birlikte varolmaktır. (co-existence), Gerçekte bilebileceğim tek şey, kendi varoluş tecrübemdir ve fakat bu tecrübeyi en tam manası ile “’başkası’ ile olan ilişkimde yaşarım. Buradan hareketle diyebiliriz ki Marcel metafiziğinin temelinde ben ve benim dışımdakiler ayrımı bulunmaktadır.
Bu noktada Marcel’in, benim dışımdakileri, sahip olduklarını ve var olanlar olarak ikiye ayırdığı belirtilmelidir. Şu hâlde, benim dışımdakiler yani sahip olduklarını ve varlık olanlar belirlenmelidir. Marcel’e göre Temelde her şey sahip olunan ve olunan arasındaki ayrıma indirgenir.” Sahip olunanlar, bizim dışımızda olan şeylerdin Ancak ben onları kendime katarım. Kendime dahil ederim. Benim-var veya bende-var şeklinde ifade edilen bu dahil etme hâlini anlamlı kılan ‘ben’dir. Hayatta kalmak için ihtiyaç duyulan pratik gereksinimler bizi doğal olarak ve kolayca eşyaya sahip olmak ontolojik boyutuna iler. Kendi varoluşumuzun devamlılığı için eşyaya sahip olmak isteriz. Sahip olmak kavramı ile pek çok durumu dile getirir Marcel. Eşyaya sahip olmak, bir beceriye sahip olmak, bir fikre sahip olmak… gibi. Sahip olmak Marcel’e göre insanın kendine yabancılaşmasının da hareket noktasıdır. Ona göre bugün toplumda insanlar istatistiki rakamlara indirgenmişlerdir. Sahip olmak, varolmaktan daha önemlidir. Herkesin işi, mülkiyeti ve yerine getireceği görevler vardır. İşte böyle bir dünyada insan, ister mülkiyet anlamında sahip olsun (avoir possesion), yani bir eve ya da bir otomobile sahip olsun, ister örtük bir sahiplik (avoir implication) söz konusu olsun, belirli bir niteliğe sahip olmak, bir zevke veya acıya sahip olmak gibi sahip olmak, insanı kendine yabancılaştırır.
Nihayet, Bizim mülkiyetimizde bulundurduğumuz ev, kitap, fabrika, bahçe veya sahip olduğumuz fikir ve düşünceler bize sahip olur.”. Bizler, sahip olduklarımız tarafından tüketilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Böyle bir dünya “Kırık bir dünyadır.” Marcel’e göre ve böyle bir dünyada sahip olduklarımızı biz sanırız. Oysa “Ben, bunların bütününe nazaran farklı, bunlara asla ircaa edilemeyecek olanım. Malik olduğum şeyler hakkında ilk ve kesin olarak söyleyebileceğim husus, onların bana göre ortaya çıkmaları, fakat benden, değerlendirildikleri varlık statüleri itibarıyla ayrı ve farklı olmalarıdır. Onlar bir ‘şeyler dünya’sı, ben ise kendisi için bir ‘şeyler dünyası olan’, yahut başka bir tabirle herhangi bir biçimde bu şeylere doğru veya bu şeylerle bir ilişkiye malik olanım.” Marcel’e göre: “Sahip olmaya konsantre olmuş olan insanlar, diğer insanlardan koparılmış olma ve onların hazır oluşuna cevap veremeyen esir ruhlara dönüşme tehlikesindedirler.” Onlar için bir varlık kaybı (loss of being) ya da başka bir deyişle ontolojik bir eksiklik (ontological deficiency) söz konusudur. Marcel’e göre “Onlar yoktur. Onlar sizin için neler yapabileceklerini konuşurlar ama bir tehlike anında onlar yanınızda değillerdir, sizin hizmetinizde değillerdir, sizin için hazır da değillerdir.” Marcel için bu hazırda olmayış (indispombilite/unavailibility) insanı bir inkâra ve bozulmaya doğru götüren bir yabancılaşma biçimidir. Bu nedenle bu yabancılaşmış kişiler, siz bir tehlike ile karşı karşıya kaldığınızda sizi tanımıyormuş gibi görünürler. “Oysa varolmak, burada olmak demektir Hizmetinde olmak, birisi için hazır olmak demektir”. Marcel’e göre bir insan olarak varolmak, mevcut olmak, dünyadaki diğer nesnelerle etkileşim içinde olmak ve hiç değilse diğer insanlarla bir arada yaşamak demektir..
Ontolojik sır ile olan ilişkimiz objektif bir bilme faaliyetinden ziyade bir yaşantı, bir tecrübedir Sır karşısında insan düşünmez, bütün bir varoluşu ile ona açık hâle gelin Bu nedenle sır, varoluşa ait bir şeydir. Hayatı ancak ona katılmakla yakalayabiliriz. Katılım yoluyla kavranan ‘varlık sırrı’, ki bu katılım da aslında bir sırdır, insana kendini açan bir Tanrı ile karşılaştırır bizi. Tanrı ile karşılaşan insan, aslında ona katılın
Marcel’e göre, felsefenin de hayatın da asıl meselesi varolmaktır. Ona göre “Felsefe, düşünceye aktarılmış olan bir deneyimdir.” İnsanın deneyimlerini düşünceye aktarması, onu yani deneyimini bir problem hâline getirmesi demek de değildir. Tam tersine, insan, varlığı ancak kendi deneyimi içinde kavrar ve bu bir sırdın Marcel’in deyişiyle bu ‘ontolojik sır’dır. Bu nedenle de ona göre felsefenin en temel sorusu, “Varlık nedir?”den önce, “Ben neyim?” sorusudur, işte bu soruya cevap verirken insan, öncelikle bedenini keşfeder. Beden, hem sahip olunan alana ait hem de varlık olan alana ait olması bakımından özel bir yapı arz eder. Beden hakkında konuştuğumuzda, hem varlığın hem de epistemolojinin içinde kalıyoruz. “Vârlık, bizim kendisine bir şekilde kayıtlı olduğumuz bir gerçekliktir. Hür bir varoluş içinde gerçekleştirip gerçekleştirmeme durumunda olduğumuz bir akt yoluyla erişilen ve bizim tecrübemizi aşan içkin bir realitedir.” Varlık, anlamım ben neyim sorusuna verilen cevapta bulur. ‘Ben’, bir beden-süje ve beden-obje yani doğrudan bir iç farkındalığın içeriği ve genel bilginin nesnesi olan bir şeydir. Varlık, beni benden haberdar ediyor.
Burada söz konusu olan, varoluşsal olandan varlığa doğru bir kendini aşma hâlidir. Bu bir töz de değildir çünkü ‘ben’, kendisini sonlu kılan sonsuz açısından tanımlar. Ona ‘katılım’ı ile tanımlar. “Marcel için katılım, bir düşünce nesnesi olamaz. Bu nedenle de varoluşum bir düşünce nesnesi olamaz.” Bu durumda katılımı algılamak da yine somut yaşantılara dayanarak gerçekleştirilecek bir durumdur. Zira “Kendi varlığımın sırrından kendimi soyutlamam mümkün değildir.” Bedenli bir varoluş olarak insan, kendisinin ve çevresinin farkına varırken, tek başına olmadığının bilincindedir. İnsan kendi bedenini algılarken, nesnelerin yanında ama nesnelerden başka, kendi bedeni gibi başka bedenler de olduğunu algılar. Kendi bedenimi nasıl hiçbir aracı- ya gerek kalmaksızın doğrudan doğruya algılıyorsam, başkasını da öyle algılanın. Bu algılayış bir çeşit katılımdır, davet etmedir. Beden, tıpkı insanın kendi evini konuklarına açtığı gibi, kendini dünyaya açar. Ya da dünyaya katılır. Dünyaya katılmanın dünyaya açık olmayı gerektirdiği görülüyor. “Marcel’in bu, özellikle de ötekine açık olma teması, aşk ilişkisinin de zati bir veçhesidir. Hazır olmak (presence) ye hazırda olmak (availability) da hep bu açık olmak ön koşuluna bağlıdır.”
Ben, bedenli bir varlık olarak ötekine karşı ‘hazır olur’um ve bu hazır olma durumu öteki tarafından tehdit edilmemektedir. “Öteki, benim varlık sırrına katılma kapmadır.” Bu noktada Mar- cel “‘anlaşılmak’ kavramına da dikkat çeker. Katılmamı sağlayan etkenlerden biri de anlaşılmaktır. Ona göre Sır ve Ontolojik katılım aynıdır. Asıl sır bir hazır olma (presence) simdir. Ve bu sır benim kendime, benim Tanrı’ya ve benim diğer insanlara olan simindir. Her ne kadar, herhangi bir varlık, kısır olarak problem düzeyine indirgenebilirse de bütün gerçek varlık bu problematiği aşar. Kendisine katıldığım için bir sırrı, (dünyanın sırrı, kötünün sırrı, aşkın sırrı, bilginin sırrı gibi) objektif olarak analiz edip tüketemem. Çünkü sır, benim varlığa olan katılımımı ifade eder. Bir sır ancak, davet ettiği bir katılıma derin anlamda dalmak suretiyle aydınlatılabilir ama asla çözülemez çünkü mahiyeti gereği beni aşan bir öteki ile birlik içindedir. Bu birlik varlık simdir ki bu da benim bir süje olarak varolmamı sağlayan ‘katılım’dır. Eşyayı bu tarzda düşünmemin tam merkezinde bulunan indirgenemez ve çarpıtılamaz olan sırrın algılanması, derin bir kişisel düşünme aktım işaret eder. Bu, mükemmel bir felsefi akt’tır.
Ona göre insanın özü, bir ortam içerisinde olmaktır. Şu hâlde Marcel, insanı önce, dünyadaki somut durumu içinde yapılandırılmış olarak belirler. İnsanın kendisi ile ilgili ilk algılayışı, ön- çelikle bilinen bir nesne olarak bedenimle, ben arasındaki bir ayrımın algılanışı değildir. Çünkü beni bir süje olarak oluşturan şey dünyadaki bedenimdir. Ancak, öyle bir şekilde yaşayabilirim ki asıl anlamı, benim varlığa katılımım olan bedensel varoluşuma bağlanırım, bedenime ait olurum, onunla özdeşleşirim hatta onun kölesi olabilirim. Tam da bu noktada Marcel’in hayata yüklediği ontolojik anlamın etik yansımaları devreye girer. Yani ben, bedenli bir varlık olarak, sahip olduklarımın kölesi olmamalıyım, ‘varlık’ olana yönelmeli, ona katılmalıyım. Bu, ontolojik bir problematiktir. Asli bir şeydir. Oysa bunların farkına varmak, bilmek, epistemolojiktir ve bu ikincil bit şeydir.
“Bizim varlık tarzımız dünyaya ‘katılmak’ biçimindedir. Bizim tikel varlığımız, bir tümel varlık içerisinde yer alır.” Bu nedenle varlığın sorgulanışı, kendi varoluşumuzun ve kendi kimliğimizin, dolayısıyla da kendi ‘katılım’ımızın sorgulanışıdır. Bu anlamda varlık bir Sır olduğu kadar, kişisel jair ihtiyaçtır. Marcel buna ‘ontological requiremetıt-I’exigence ontologique’ ‘ontolojik gereklilik’ der. Ben beni içine alan bir sır içerisinde, kendi varlığımın derinliklerinde aşkın olanının izlerim keşfederim. ‘Varlık’ı, bilinen realitesinin ötekine doğru kendi kendisini aştığı gözlenen bir sübjektivitenin derinliklerinde buluruz. Ve varoluşumuzu da (bu sübjektiviteyi) bizi çağıran ötekine doğru gerçekleştirdiğimiz hür bir akt yoluyla, ‘bağlanma’ yoluyla buluruz.
Marcel felsefesinin temelinde ‘aşk sim’ olduğu söylenebilir. Marcel, aşk yoluyla katılma aktım, süjenin önce tam anlamıyla süje olduğu bir diyalektik türü olarak tasavvur eder. Ancak burada da süjenin tam bir süje olması, yani benim bir kişi olabilmem için beni bana açtıran bir başka kişinin olması gerektiği fikri devreye girer. “Ben kendi varlığımla ne kadar derinden bir ünsiyet kurarsam başkalarıyla da o kadar derin bir bağlantıya girerim. Ya da bunun tam tersi. Yani başkasına karşı ne kadar derin bir bağlanma hâli yaşarsam, kendi varlığımı da o derece derinden kurarım.” Yani hür bir benlik gelişimi aslında bir aşk konusudur ve ötekinin hürriyeti bunun zorunlu bir aracıdır. Ben ve sen, ancak biz var isek vardır. Yani varoluş, ancak birbirleri için var olan iki kişinin olması durumunda söz konusu olabilir. Marcel için ben, kendi kendimle ele almamam. Ancak öteki ile beraber anlam kazanırım çünkü öteki ile beraber-var olurum. İşte bu beraber oluşun, birlikte oluşun koşulu ise ‘bağlanma’dır. Bu, temel ontolojik bir gereklilik ve ahlaki bir anlamdır. ‘Ben’ anlamını ötekine olan ‘bağlanmalında bulur çünkü bağlanma, beni bana kaybettirmeyen, beni bana ‘ben’ olarak bulduracak olan bir harekettir. Bu nedenle de zaten, bağlanmanın gerçek anlamını yaşatacak olan bir ötekine, yani bir ‘sene ‘bağlanmaktır asıl bağlanma. Bu noktada ben neyim ve ben neye sahibim sorulan ve bunların cevaplan arasındaki fark hatırlanmalıdır. Sahip olduklarım benden bağımsızdır. Benim haricimdedir. Bir anlamda onu bertaraf edebilirim veya üzerinde otorite kurabilirim. Kendimi reddedemem.
Metafizik-ontolojik bir tam belirleme yapamamakla birlikte ‘varlık’ bir ‘katılma’dır, ‘esse’ bir ‘co-esse’dir ve ‘existance’da bir ‘co-existance’tır (varoluş, birlikte varoluştur) diyor Marcel. Varoluş, bir obje olmadığı için ve benim sahip olduğum bir şey olmadığı için o, yalnızca tecrübe edebileceğimdir. İşte bu tecrübe başkaları ile birlikte yaşadığım bir akt ile gerçekleşir.
Marcel’e göre modem felsefenin başlangıcı ile birlikte daha çok gündeme gelen yalnız ve izole birey, öteki insanlarla olan hayati ilişkileri içerisinde bir şahıs olarak ortaya çıkıyor. Marcel’e göre “Kişinin varoluşu ben merkezli olamaz. Biz kendimizi, ötekinden ve ötekilerden ve yalnızca onlardan yola çıkarak anlayabiliriz.” Ona göre benim varlığım, diğer insanları da barındıran bir özelliğe büründükçe, onu varlıktan ayırt eden boşluk giderek daralır başka bir deyişle daha çok ben olurum. Bu barındırma da ancak benim başkalarına yönelik bir aktım sonucu gerçekleşir: Bağlanma. Ancak burada bağlanma, gerçek anlamda bir bağlanma olmalıdır. Tecrübelerin -bize katabilecekleri her şeye aşkın olan bir şekilde tanınabilecek bir bağlanma, şartsız ve gerçek bağlanma olacaktır”. Bağlanma, atıl bir konformizm değildir. “Hatta bunun tam tersidir. Formel veya hukuki anlamda değil ama ontolojik olarak hâkim olan bir şeyin aktif olarak tanınmasıdır.”
Bu bağlılık, bir insana yönelerek yaptığım bu bağlanma hareketi, hem onu benim için bir sen kılar hem de aslında beni gerçek anlamda bir ben kılar. Çünkü varlığa katılımım ancak böyle bir ben-sen bağı içinde, bir bağlanma hareketi ile mümkündür. Bu noktada bağlanma, beni de sen için bir sen kılar ve böylece sen de bir ben olur. Bu bağlamda sen, kendim gibi bir ben olarak anlayıp algıladığım bir varlıktır. Aracısız bir kavramayla kavrarım ‘sen’i. Dolayısıyla sen, aslında ‘ben’in kendisi sayesinde, kendisini aştığı bir ‘ben’dir. Yani sen, ben’in aşkınlığıdır.
İnsan, sen varoluşunu, kendini ona açarak ve ona katılarak, onu kendine katarak yaşar. Burada kendini açmak, kendi benliğinden ayrılmak demek değildir. Bu, bir çağrıya kulak vermedir Bu çağrıya vereceğim cevap-çağrı sayesinde ‘ben’in ne olduğu bulunabilir. “Ben neyim?” sorusunu Marcel Felsefesinde, kişinin kendi çerçevesinde cevaplandırması mümkün değildir. Çünkü hem kendimden yine kendi hakkımda gelen cevap yanlış ve yanıltıcı olabilir hem de eğer bir soru, soruluyor ise soru sormanın bir gereği olarak cevap veren bir diğerini beklemek durumun- dayız. Zira “Bağlanma daima dışta plana doğru, bir başkasına doğrudur.” Ancak burada dışta olan, sahip olunanlar alanına ait değildir. Benim dışımdadır, ancak kendisi için dışında bir alan bulunan bir ‘ben’dir. Bunu kavramak yalnızca bir bağlanma hareketi île olur. Aksi hâlde, benim dışımda olmak bakımından bir ‘nesne’ ya da bir ‘o’ olarak kalır öteki. Ötekini sahip olunan bir şey gibi görmemek yoluyla ve onu yaşamak vasıtasıyla oluşan İ bir bağlanma hâlinde benim kadar öteki de bir varlık olur. Ben kendini ‘sen’e nisbetle ortaya koyar. Zira Marcel’e göre ben ancak diğerlerine nisbetle vardır. Ona göre bizim fertler olarak kendimiz olabilmemiz, münferit, müstakil varoluşumuzu aşan bir şeye bağlı olmayı gerektirir. Tam anlamıyla insan olabilmek, bir insanın dünyaya ve diğer insanlara olan katılımı ile mümkündür. Bu katılımın en belirgin ve asli tarzı da bağlanmaktır. Ancak bağlanmak, kişinin asli karakteri olan bir duruma dayanır: Hazırda olmak (disponibilite-availability), Bununla kastettiği şey, kendisine sunulan herhangi bir şeye kendini verme ve kendini sunabilme. Hazırda olmak, varoluşun sunduğu şeylere açık olmaktır. Ben, ancak kendini açmakla sen varlığını bilip tanır. “Kendini dışa kapayan, gözü kendisinden başka hiçbir şey görmeyen bir ben, başka ‘berilerle içten bir bağ kuramaz. Böyle bir bağ kurmadıkça da ben için bir sen yoktur. Sen diye bir varoluştan söz etmek için kendini bağlayan bir ‘ben’e gerek vardır, ‘seriden söz ediliyorsa bu böyle bir ‘beriden ötürü, böylesi bir ‘ben’in yönelişinden, kendini verişinden ötürüdür.” Ancak bu “Kendini veriş, kendini dışlaştırmak olarak algılanmamalıdır. Bu, bana onun ‘benimle’ olduğunu hissettirecek bir nitelik olarak algılanmalıdır.”
Ben-sen ilişkisini her iki taraftan okuduğumuzda da aynı şey çıkar karşımıza. Ancak ‘mutlak sen’ karşısında olduğumuzda sen, varlığından asla taviz vermeyen tam ve mükemmel bir varlıktır. Bu nedenle “İnsan için gerçek anlamda varolmak, Tanrıyla beraber varolmaktan başka bir şey değildir.” Tanrıyla beraber varolmak ise Tanrıya bağlanmaktan, yani imandan başka bir şey □eğildin Bana ait olan gerçeklik en temel manada ancak bu bağlanmada ortaya çıkar.
Ahlak kavramı gündeme geldiği anda, bir sistem için akla gelen ilk soru: Ne yapmalıyım, ne şekilde hareket etmeliyim, tarzındaki Kant’ın etik sorusu olmaktadır. Marcel sistemi için de aynı soru sorulduğunda, genellikle bütün varoluş filozoflarında olduğu gibi etikle, ontolojinin, değerle varoluşun kesiştiği görülür. Marcel bu soruyu Kant’ın sorduğu biçimde sormadığı gibi onun cevaplandırdığı gibi de cevaplandırmamışım Ancak felsefesinin tümünü meşgul etmiş olan “Ben kimim?” sorusunun cevabında, ahlaki tavır sorusunun da cevabı bulunmaktadır. Ben bağlanan bir varlık olmalıyım. Varolmam için de gerekli olan bu tavır elbette aslında etik bir tavırdır. Bu nokta da varolmak, şahıs olmak, yani bir ahlak kişisi olmaktır. Bağlanmamın asıl göstergesi ise yine bir ahlaki tavır olan ‘sadakattir. Bu durumda, Marcel’in bu teklifi bizi ahlaki bir evrenselliğe götürür mü sorusu hemen akla gelebilir. Yine genellikle bütün dindar varoluş filozofları gibi Marcel de evrenselliği iletişimle ilgili olarak düşünür. Ben-sen ilişkisi de bu tarz iletişimdir. Yani burada aslında evrensel olan, her ‘ben’in bir ‘sen’e bağlanmak hareketi olmasıdır. Ayrıca ikinci bir adım atıldığında gerçekten bağlanılması gereken ‘sen’in mutlak bir sen, yani Tanrı olduğu, Tanrı’nın ise herkes için bir ‘sen’ olduğu görülür. İşte Marcel’in ahlakının asıl evrensel tarafı da bu fikirdir. Burada ‘sen’ evrenseldir, yani her birimizin kendisi için olduğu, bir evrensel ‘sen’ vardır.
Marcel metafiziğinin temelinde, varlık sırrını ve o sırrın içinde de ‘serie olan bağlılığımızı buluyoruz. Felsefenin sınırları içinde kalarak bağlanma aktım incelemek söz konusu olacaksa görülür ki bu akt, bu hâl bize, insanı bir ahlak varlığı olarak değerlendirme imkânı sunar.
“Çok boyutlu dinamik bir yaşama evreninin ortasında bulunan ben, başkalarıyla bağ kurmadıkça, bir hapishaneden, ya da küçücük bir noktadan farksızdır. Gelgelelim bu bağı kurar kurmaz kendisi de uçsuz bucaksız bir dünyaya dönüşür.” Ona göre “Bizler, genellikle nereden geldiğimizi ve nereye gittiğimizi bilmediğimiz, belirsizlikle kaplı bir yolun ortasındayız.” Ancak bu yolun anlamını ötekine olan bağlanmamızda buluruz. Marcel’e göre bu yol hakkındaki hiçbir araştırma, inceleme, hatta felsefenin refleksif mesafesi bile bizim bu yolun ortasında olmaklığımızı değiştirmez. Burada, bu anlamsızlık ve belirsizlikten kurtuluşumuzu, bağlanma ile sağlayabiliriz. Bu kurtuluşu aramak bile tek başına, bizim varlıkla olan ünsiyetimizi işaret eder. İşte tam da bu noktada ortaya çıkan öteki ye bizim ‘o’nu algılayışımız, bizim, ahlaki anlamda bir tutum geliştirmemizi gerektirir.
Marcel’e göre bizim varoluşumuz bir mülkiyet olmayıp ‘varlık’ ve değerin bu gerçek seviyesinin, asıl ‘varlık’ın bir ihsanıdır. Böyle bir ihsan ise bir teşekkür gerektirir: Fedakârlık. Böyle bir değerlendirme, umutsuzluk ve endişeyi de doğal olarak bertaraf edecektir. “Endişe, insanın kendisini, dünyada ve hayatın değiştirilemez sınırlan içinde terkedilmiş gibi algılamasından kaynaklanır.” Yani insanın kendisini sonlu olarak algılaması endişenin temel kaynağıdır. Bu nedenle Marçel’ıe göre endişe, insanın kendisini Tanrı’nın seslenişine açamaması durumudur. Ve bu açıklık başarılamadıkça endişe, umutsuzluğa dönüşür. Umut, mümkün olanın sınırlarını hesaplamaya karşı bir reddiyedir. Bu reddiye ise gerçekliğin, bizim algılayış kategorilerimizi ve hayal gücümüzü aştığına ve ayrıca insan ruhunun başarıya ulaşma hedefini güttüğüne duyulan güvene dayanır. Ayrıca umut, ‘ben’in ‘sen’e katılımının bir yoludur. Zira “Biz için ‘sen’e umut beslerim. Ve bu, umudun en belirgin ifadesidir.” Bir bakıma umut, umut edene aşkındır. Dolayısıyla insana aşkınlık kazandıracak olan aşk; karşılaşma, bağlanma ve hürriyet olan, tüketilemez bir ontolojik sır içerisinde yaşanan bir hayata aittir. Bu nedenle umut, her zaman böyle bir hayatın içinde olan bir Homo Viator’un umududur. Ontolojik sırra doğru giden ve onun tanığı olan bu yolcu, Marcel için varoluşun gerçekleştiği somut örnektir. İnsanı yoklukta veya hiçlikte değil fakat ancak bir başkasına olan katılımda, başkasına olan bir bağlanmada yakalamak, insanı kendisine aşkın olan bir ‘varlık’a olan katılımında, bağlanmasında yakalamak, ona, bu varlıkla birlikte ve ötekiler ile birlikte anlam yüklemektir. İşte böyle bir insan, yalnızca bir ego olmayıp ötekiler ile ilişkisi içinde var olan ve onların gerçekliklerini de ‘öteki-beriler olarak bütünüyle kabul eden bir ‘şahıs1 olacaktır. Etiğin, sadece toplumsal davranış normlarına uygun davranış alışkanlıkları veya toplumun ahlaki değerlerine ilişkin olayları değil özellikle kendim sorumlu bir birey olarak içten kavrayan ahlaki kişiliği (şahsiyeti) ve onun yönelişlerini ele almak olduğu düşünülürse buradaki etik açılım fark edilecektir
Marcele göre bir şahıs olmak, aşk için bir kapasite geliştirmekten ayrı tutulamaz. Bu anlamda kişinin kendini gerçekleştirmesi hiç bitmeyen bir süreçtir. Zira “Yaşamak, kişinin kendi kendisini gerçekleştirmesi, kendini hep daha üst bir düzeye taşıması ve kendisini, kendisine vermesi demektir.” Bizler aslında gerçekleştiremediğimiz bir şeye doğru derin bir arzu duyuyoruz ve bu arzu ile tarif ediliyoruz. İşte bu arzu, umudu var kılar. Umut, bizim varlığın bir parçası olduğumuz hususundaki güvenimizden ve son tahlilde de ‘varlık’ın bizim için orada olduğuna duyduğumuz güvenden kaynaklanır. Bu güven bize pasif bir sükûnet hâli vermez. Çünkü “Umut, bir tür kayıtsız bekleyiş değildir, eylemi destekler.” Bu nedenle umut, pasif bir hâl değildir, tam tersine, aktif bir yaşama doğru bize bir hürriyet kazandırır. Gerçek umut, bizim gerçek anlamda varoluşumuzu yaşamamıza imkân verir. “Umut, dünya ve öteki ile, gerçek bir ilişki kurmanın temel şartıdır.” Ve sadece umut sayesinde bize ben olma imkânı veren ‘mutlak sen’e doğru sürekli olarak bir yönelme hâli yaşarız. Bu yönelme yolculuğu içinde öteki, ‘ben’i varlığın sırrına doğru götüren bir sen varlığı olarak daima mevcuttur. Bu nedenle birlikte-varoluş içinde, kendimizi bir vahdetli bütünün birbirine bağlanan parçalan olarak algılayabiliriz. Böyle bir düşüncenin, bir egoizmi doğurmayacağı açıktır. Ayrıca, böyle bir bağlılık fikri, bir süreklilik fikrini de beraberinde getirir. Zira bağlandığım şey sürekli olduğu için, sürekli olarak orada olduğu için, yönelimim, aşkım, bağlanmam da süreklidir. Ben, böyle bir bağlanmayı bir kez gerçekleştirdiğim zaman, ilke olarak bu bağlanmam tekrar sorgulanamaz. Böylece, ‘sen’e hazır olmak, daima hazır olmaktır. Bu hazır oluşun aynı zamanda bir sen için olmak, hazırda olmak olduğu unutulmamalıdır.
Bu sen için olmaklık, ‘sen’e hazır olmaklık, ‘ben’e bazı ahlaki tavırlar kazandırır. Vefa, sadakat gibi. Zira sadakat, ihsan ve iman birbirlerine sırlı bir şekilde bağlıdırlar. Sadakat bağlanmanın doğal bir sonucu, hatta onun öbür yüzü gibidir. Daima bağlanmayı takip eder. Hem metafizik anlamda hem de epistemolojik anlamda “Bağlanma daima sadakatten önce gelir. Çünkü kendi bağlanmamın dışında bir şeye sadık olamam.” Marcel, ahlaki anlamda bağlanmanın en somut örneği olarak sadakat fiilini gösterir. Ona göre “Sadakat, bir insanın ahlaki yapılanması açısından vazgeçilemez bir etik şifredir.” Bu şifrenin yanlış anlamlandırılmaları, ona değer kaybettirmiştir. Bu değeri tekrar bulmamızı sağlayacak olan soru, “Kime sadık olacağız.” sorusudur. Belki de gerçek sadakat, asıl mecburiyetimin kendimi gerçekleştirmek olduğu düşünülürse yalnızca kendime olan sadakattir. Kendime olan sadakat, kendi varoluşuma ya da kendi akdarıma ya da tam da kendi bağlanmama olan sadakat demektir. Çünkü sadakat, deruni bir eğilimin davranışa dönüşmesidir.
Burada ‘sadakat’in süreklilikle olan ilişkisi son derece büyük bir önem kazanmaktadır. “Süreklilik, sadakat’in rasyonel bir iskeleti gibi düşünülebilir. İnsan için süreklilik basitçe, belirli bir hedefe yönelik sebat olarak tanımlanabilir.” Bu şekilde değerlendirildiğinde, ‘sadakat’in sürekli olması gerekliliği açıktır. Ancak ebeddeki bu süreklilik, sadakat vaadinde bulunduğum ‘sen’in sürekliliği ile doğrudan alakalıdır. Bu nedenle sürekliliğinden şüphe edilmeyene olan bağlılığım bir sadakat anlamı taşır. Sadakat vaadi de asıl anlamını sürekli olana sadakat vaadi olduğunda bulur. “Benim için hazır bulunmayan bir şeye karşı umut besle- yemem” ya da böyle bir şeye sadık olamam ve ona bağlanamam. Zaten “Varlık, gerçekten hazır bulunandır.” Marcel bu nedenle, sürekli olan, daima orada ve benim için olan Tanrı’ya olan bağlılığımın, aslında en gerçek bağlılık olduğunu ve bütün bağlanmalarımın da garantisi olduğunu ifade eder. Zira Tanrı aslında sadece bağlanmamın değil bütün değerlerin de garantisidir, Tanrı’ya olan bağlanmam, bütün varlığımla gerçekleştireceğim bir akttır. “Tanrı’ya sahip olduğum bir şeyle değil, varlığımla bağlanırım. Bu bağlanmam, ona ‘katılıyorum’ demektir. Bu nedenle de iman, inananın varoluşudur.” Yani iman, katılmanın en tam biçimidir. Aynı zamanda iman, güvenmenin de en tam biçimidir. Zira inanmak bir sen e güvenmektir, iman ise “Mutlak Sen’e” bağlanmaktır, Mutlak Sen’e güvenmektir. Kendisine bağlandığım Mutlak Sen’e duyduğum güven ve onun bana, yolculuğum boyunca daima destek olacağı umudu ve onun, kendisine bağlandığım sen için de orada ve hazır bulunuyor oluşuna duyduğum güven, bu bağlanmanın her ikimize de kazandıracağı gerçek varoluş ve hürriyet fikri, benim rahatlıkla bir sadakat vaadinde bulunmamı sağlar. Aksi takdirde zaten sadakatten bahsetmek anlamsızdır.
Sadakati, alışkanlığa ya da sosyal bir sınırlamanın mekanik sonuçlarına indirgemeye çalışarak bu sırrı bertaraf edemeyiz. Ya da bağlanmayı bir ödev veya sorumluluk duygusunu indirgeyerek bu sırn bertaraf edemeyiz. “Bağlanma veya sadakat, kişinin kendi kendine olan bir samimiyetini ifade eder, bir kendindenlik içerir, asla zorunluluk değildir. Zira Marcel’e göre bir zorunluluğun yerine getirilmesi aşktan mahrum bir hareket olduğu için asla sadakatle bağdaşamaz. Marcel, bir aktın doğruluğunu bir göreve ya da emre itaate dayandıran Kant’ın etik zorlamasını reddeder. Bu zorunluluk etiği Marcel’in şiddetle tenkit ettiği bir şeydir.”. O bunun karşısına bir aşk etiği koyar. Aslında “Yaratıcı sadakat ne zorunludur, ne de zorunsuzdur.”. Çünkü sadakat meta-problematik bir şeydir ve onun bir ödev veya sorumluluk ya da zorunluluk olup olmadığı sorusu, yalnızca onun bir sır olduğunu görmezden gelerek problem alanına aitmiş gibi davranmak, dolayısıyla hürriyeti varlığımın bir parçası olarak algılamak değil de onu sahip olduğum bir şey zannetmek yanılgısından kaynaklanır. Oysa sırrın meta-problematik doğası içinde, problemler dünyasını aşar hürriyet. Bu sırlar alanında yokluk- varlıkla, ihanet-sadakatle, inkâr-imanla ve umutsuzluk da umutla yer değiştirir. Marcel, insanda, insan olma onurunu uyandırma arzusundadır. Bir filozofun uyması gereken birinci etik yaptırım da budur zaten ona göre. İnsanın insan olma onuru ise şüphesiz ötekine bağlanması hürriyetinde, yani aşka katılmasında gerçekleşir. ‘Sen’i de benim kadar hür olarak algılamam hürriyetin asıl belirleyici unsurdur Belki de bu nedenle asıl hürriyet, evet ‘ben’in ‘sen’e bağlanmasında yani ‘ben’in kendini sunması ve ‘senin de buna hazır olması hareketinde gerçekleşir ama en yüksek seviyede asıl hürriyet, hediyelerin en büyüğü olan Tanrı’nın ihsanı karşısında hazır oluştur. Çünkü burada ihsan, benim kendi varoluşum demektir. Burada ihsanı şükranla karşılamak ise bize verilen durum içerisinde kendimi mümkün olan en iyi biçimde gerçekleştirmem olacaktır.
Bağlanma, iman, umut, aşk gibi erdemler insan olmanın ön koşullandır. Bu da insana evrensellik kapılarını açar. İnsana evrenselliği yakalama imkânı veren ruh, onun faydasız bir ihtiras olmasını da engeller. Böyle bir ahlak, kaygı, tedirginlik, suçluluk gibi duygulan ve acı çekmeyi, yalnızlığı bertaraf eder ve umut, güven, sadakat gibi duygulan ön plana çıkarır. Bu anlayışa göre insan artık yalnız değildir. Tanrı ise insanın efendisi veya yargıcı değil onun muhatabı, ‘sen’i, dostudur. Çünkü Marcel için asıl erdem itaat etmek değil sevmektir.
Gabriel Marcel, teknolojinin ve sahip olma arzusunun önceliğinin, neredeyse mutlak olduğu modern dünyada, insanın giderek itibar ve değer kaybettiğini, bu kaybın ‘ontolojik bir anlam kayıp’ı olduğunu ifade eder. Bilimin ve teknolojinin gelişmesi ile birlikte, dünyayı değiştirebilme gücüne sahip olan insanoğlu, bu gücüne rağmen hatta bu güç dolayısı ile evrende kaybolmuştur. Bu kayboluş, insanla birlikte, Varlığın da anlamının kayboluşudur zira modern dünyada yalnızca bedeniyle ve fonksiyonuyla anlam kazanan insan için, insan tecrübesinin ontolojik değeri ve aşkınlığın gerekliliği kaybolmaktadır. İnsan, teknolojinin kendisine sunduklarını, sahip olunanlar alanında herhangi bir şey olarak bırakmamış ve yararlılıklarından dolayı onları kaybetme korkusu ile birlikte, onlara ve daha fazlasına sahip olma tutkusu geliştirmiştir. Dolayısıyla teknoloji, insanın yaşamını kolaylaştıran bir araç olmaktan çıkmış ve yaşamın hedefi, amacı hâline gelmiştir. Yani teknoloji insan için olması gerekirken, insan teknoloji için olmuştur. İnsan, anlamını daha fazla teknoloji üretmekte bulmaktadır, Yani ‘sahip olunanlar’, ‘olanlar1 ile karışmaktadır. Ona göre sahip olmaya konsantre olmuş olan insanlarda bir varlık kaybı (loss of being) ya da başka bir deyişle ontolojik bir eksiklik (ontological deficiency) söz konusudur. Oysa ontolojik gereklilik, bir objeye duyulan bir istek değil bir ‘varlık talep’idir. Bu bir ‘sahip olma1 talebi değil bir ‘olma1 talebidir.
O hâlde varlığa, karşımda bulduğum bir obje muamelesi yapamam. Ontolojik gerekliliği kavramak, bizi ‘sır1 alanına götürür. Çünkü on- tolojik gereklilik, ontolojik sırrı yani ‘varlık sırrı’nı beraberinde getirir. Kendini gerçekleştirme ihtiyacı da diyebileceğimiz ‘ontolojik gereklilik’ aslında bir varlığa katılma çabasıdır. Varlığa, kendi varoluşumdan bağımsız olarak katılamam. Bu da insanın somut varoluş durumlarıdır. Marcel’e göre ‘ben’in asıl olmazsa olmazı varlıktır. Varlık, mülkiyete indirgenemez. Modem insanın önemli sorunlarından biri, varlığın mülkiyete indirgenmesi tehlikesidir. Tarih boyunca insan, daima kendi kaderi ve doğası hakkında sorular sormuştur. Ancak çağımızda insan, kendisi hakkında şüpheye düşmüştür. Evrendeki rotasını kaybetmiştir. Varoluşunun nedeni konusunda şüpheye düşen modem insan, yeryüzünü tahrip eden bir teknik güç kazanmaya başlamıştır. Bu tahrip edilen dünyada insan, kendi kendisinin problemi olan, huzursuz, hasta ve yıkıcı bir yaratığa dönüşmektedir. Marcel’e göre bu hastalığın en önemli sebebi, “insan tecrübesinin ontolojik ağırlığını” kaybetmesidir. Marcel’in adına ‘varlık talep’i ya da ‘aşkınlık gerekliliği’ dediği şeyin kaybolmasıdır. Bunların yerini, fonksiyon fikri almıştır. Artık insan, kendini ve ötekileri, sosyal veya biyolojik birer fonksiyon gibi görmeye başlamıştır. Şeref ve değer anlayışımız, toplumda yerine getirdiğimiz fonksiyonlara dayanmaya başlamış, yalnızca insan olmakta yatan içsel bir kutsiyet olduğu yolundaki bilinç kaybolmuştur. Böyle bir insanın dünyayı, kendi arzularını karşılamak için kullanması, dönüştürülmesi gereken salt madde olarak algılaması kaçınılmazdır. İnsan ‘ontolojik anlamı’nı kaybederse ancak kendi ürettiği teknolojinin ürünlerine hayran olur. Böylece bir çeşit benlik ihtirasına kapılan insan, bir tür sorumluluk duygusu olan alçakgönüllülükten de uzaklaşır. Bu sınırsız güven, bizi kaçınılmaz olarak umutsuzluğa sürükler zira teknoloji bizi ölümle sınırlayan bir hayatı aşamaz.
Bu algılayışın her şeyden önce bir ‘anlayış’ yani ötekini anlama durumu oluşturacağı muhakkaktır. Bu fikir çerçevesinde Marcel’in özellikle dostluk, kardeşlik ve aile bağlanmalarında olduğu gibi toplumda da sırlı bir bağlanma hâli olması gerektiğini düşündüğü görülür. Ayrıca asıl bağlanma, ‘mutlak sen’e olan bağlanma olduğundan, ‘ben’i aşan bu ‘mutlak varlık’ karşısında, alçakgönüllülük de kaçınılmaz olarak kazanılacak bir özelliktir. Görülüyor ki varoluşun temel koşulu ‘bağlanma’ olarak algılandığında, hayatın ontolojik anlamı ile etik anlamı birleşmektedir.
Marcel’in, ben-sen ilişkisi çerçevesinde bir bağlanma hareketi olarak değerlendirdiği iman kavramı da yine etik bir insan tasarımı oluşturur. Alçakgönüllü, sahip olma hırsından uzak, ötekini ben varlığı olarak algılayabilen bir insan. Kendini, ‘mutlak sen’in bir ihsanı olan varolmayı gerçekleştirebilen olarak gören bir insan. Bu insan anlayışı, ‘benin Tanrı’nın muhatabı olarak belirleyen bir ontolojik değerlendirme ile beraber, etik tavır alıştan böyle insanlardan oluşacak olan bir toplum düzenini de ima eder görünür.
Böyle bir birlikte-varoluşun ontik ve etik boyutlarına açık olabilmek umuduyla sabrınız için teşekkür ederim…
Yayına Hazırlayan:Ömer Bozkurt – Yaşayan Felsefe,syf:47-63
Bu bildiri, Gabriel Marcel’de Bağlanma adıyla Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde hazırlanan doktora tezinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
0 Yorumlar