Yrd.Doç.Dr.Ahmet Kavlak
Yerleşik inançlara başvurmaksızın, insan ve evren için yeni açıklamalar yapılabileceğinin keşfedilmesiyle doğan felsefe, bir itiraz ayrıca reddetme anlamı taşır. Yerleşik inancın insan ve evrenle ilgili yaptığı açıklamalarının bir kenara bırakılıp aslında tam olarak felsefi anlamda bilgi denilebilecek ne kadar sermayemiz olduğunu keşfetmeye yönelik olan ve Thales ile başlayan Yunan Felsefesi, Thales’in düşünce serüveninde bir tür reddetme anlamı taşıyan ateizmin de mantıksal serüvenine ışık tutmaktadır.
İlk filozoftan son filozofa kadar felsefe tarihinde en çok fark edilen şey gittikçe artan ve teferruatlaşan kavram bolluğudur. Her filozof kendi düşüncesindeki ayrıntıyı gösterebilmek adına kavramlarla boğuşmak zorundadır. Kavramların gittikçe artması anlamayı kolaylaştırır mı artırır mı bu ayrı bir konu. Ancak bu çalışmada olduğu gibi kavramları en yalın hâliyle yani diyelim ki ateizmi “varlığı duyuların dünyasıyla sınırla sayan düşünce” gibi ele alsak, mantığı ve duygulan en yalın hâliyle eski tabirle avamca ele alsak, geneli görmek, problemi üstten görmek daha kolay olmaz mı? Eğer her kavram üzerinde yapılmış tüm tartışmayı göstersek bu kısa süre içinde tek bir kavramın bile bitirilemeyeceği açık. Yalnızca ateizm kavramı üzerinde tartışılsa Tanrı inancı olduğu hâlde Sokrates’in ateizmle suçlandırılmasını da tartışmak gerekir.
Ancak burada ‘ateizm’, ‘mantık’ ve ‘duygular’ gibi bir kısım kavram ve düşünceleri en genel anlamıyla ele aldığımızda, bir kavramın kabulü ve reddiyle ilgili mantıksal zorunlulukların ne olacağını kısaca tartışmaya çalıştık. Filozofların bildiğimiz düşüncelerinin de mutlaka tartışılarak ve bu tartışmanın son hâliyle yazılı olarak bize geldiğini kabul edersek yapılan her açıklamanın bir itiraza cevap olarak söylendiğini bilmemiz gerekmektedir. Filozofun iddiaları mutlaka bir çırpıda söylenmiş gelişigüzel cümlelerden ibaret değildir. Her cümle bir tartışmanın özeti veya nedenidir. Silsile hâlindeki tartışmalara verilmiş cevaplardan oluşmaktadır. Bu noktayı, tartışmanın başından sonuna göz önüne almak gerekmektedir.
İlk filozof olduğu rivayet edilen Thales’in Yunan inancındaki çok tanrıcılıkla açıklanan insan ve evren modeline itiraza başlamasının birçok nedeni olabilir. Bu nedenlerin içinde o dönemin en gelişmiş ülkesi olan Mısır ile kurulan deniz ticareti bağlantısı en mantıklı neden görünüyor. Mısır inancının aynı konularda farklı açıklamalar getirmesi ve bu inançtan bir şekilde haberdar olunması filozofun zihninde bir çelişkinin yani bir ‘problemin doğmasına neden olacağı açıktır. Bir konudaki birden fazla birbirine zıt açıklamalar, hangisinin doğru olacağı düşüncesine yol açmış olabilir.
Şüphesiz her yeni düşünce mevcut düşüncenin tamamını ya da bir kısmını reddedişin sonucudur. Mevcut inanç ve düşüncenin yetersizliğinin keşfedilmesi bir başka düşünceye yani teknik olarak bir ‘itiraz’a neden olur. Her itiraz bir reddediştir. Reddetme olayı ‘yerleşik inancı askıya alma’ veya tümüyle ‘yanlış sayma’ demektir.
Thales’in hangi düşüncenin doğru olduğunu keşfetmeye götüren düşüncesi başlangıçta yerleşik inancın en önemli öğesi olan Tanrıları ‘neden’ olarak devre dışı bırakmayı gerektirmiştir. Çünkü yerleşik inançtaki Tanrıların varlığını kabul etmek yeni açıklamaları imkânsız kılar. Thales’in bulduğu neden, Aristoteles’in tabiriyle bir ‘maddesel neden’, yani ‘su’dur. Bu ‘su’ düşüncesi ‘nedenleri evrenin içinde keşfetme’ isteğinden kaynaklanan bir düşüncedir. Şüphesiz suyun ‘neden’ kabul edilmesi Tanrı inancının reddedili- şiyle ortaya çıkan ‘şekillendirme’ yani canlıların hammaddelerinden farklı olarak nasıl var olduğu problemini çözebilmiş değildir. Suyun arkhe olarak kabul edilmesine mutlaka itiraz gelmiştir. Çünkü özellikle canlıların bedenlerinde suyun çok bulunmasın-
dan hareketle ileriye sürülen ‘arkhe olarak su’ düşüncesi canlının tüm varlığını açıklamakta yetersiz kalacaktır. Fakat yerleşik inancı reddederek işe başlayan felsefe, canlıların nedeni konusunda da açıklama yapmak zorundadır. Bir ‘maddesel neden’ öne sürmek, sonucun sıfatlarıyla uyuşmadığından yeterli bir açıklama değildir.
Thales’in bu aşamada verdiği cevap suyun canlı olduğu düşüncesidir. ‘Canlılık’ düşüncesi bir tür ‘tercih’ anlamı taşıdığı için Thales bu ‘şekillendirme’ problemini açıklayabileceğini düşünmüştür. Fakat suyun canlılığı da aynı sudan meydana gelmiş sonsuz canlı türünün nedenini de açıklamakta yine yetersiz kaldığı itirazlardan ortaya çıkmıştır ki bu açıklamalara gelen itiraza karşılık Thales’in cevabı suyun Tanrılarla dolu olduğudur.
Çok tanrıcılık inancından ibaret olan Yunan dinine bir itiraz olarak ve bilgiyi kendi başına ele almak düşüncesiyle doğan Thales düşüncesi, çok Tanrıcılıkla son bulur. Thales’in bu düşünce serüveni başta belirttiğimiz gibi ateizmin mantıksal serüvenine de ışık tutmaktadır.
Ateizm ve çok tanrıcılık ilk bakışta birbirinden tamamen farklı uçlarda görünmektedir. Çünkü hiç Tanrı’ya inanmamakla çok tanrıya inanmak iki zıt kutuplarda görünmektedir. Ancak her iddianın aynı zamanda onun zıddını reddetmek olduğu ve her reddiyenin de aynı zamanda onun zıddını kabul etmek olduğu göz önüne alındığında çok tanrıcılığın ateizm ile zorunlu bağlantısı ortaya çıkmaktadır. Bir cismin demir olduğunu iddia etmek onun mıknatıs tarafından çekildiğini de kabul etmek ve demir dışında herhangi bir metal olduğunu da reddetmek anlamına gelir. “Bu cisim demirdir.” önermesinde gizli olarak bulunan onun mıknatıs tarafından çekildiği hakikatini reddetmek hangi gerekçe ile olursa olsun ‘mantıksal’ değil ‘duygusal’ bir reddediştir. “Şeyler, sıfatlarıyla birlikte var olurlar.” Şeyleri sıfatlarıyla düşünmek mantıksal bir zorunluluktur.
Bu hakikat göz önüne alındığında Tanrı’yı kabul etmenin neyi reddetmek olduğu veya Tanrı’yı reddetmenin neyi kabul etmek olduğu göz önüne alındığında ‘mantıksal’ ve ‘duygusal’ reddedişin farkı ortaya çıkmaktadır.
Şu noktayı da hatırda tutmak gerekir ki ‘ispat’ varlığa ilişkin bir kavramdır. Yokluk ispat edilemez. Bu aynı zamanda hukuki bir kavramdır. Yani delil getirmek iddiacıya aittir. Suçsuzluğu ispatlamak için delil istenemez. Bu nedenle Tanrı ile ilgili tartışmalar da her şeyden önce tartışmalar varlığına ilişkindir. Yokluğuna ilişkin getirilen deliller, varlık ve yokluk bir araya getirilemeyeceği için ve evrenin tamamına ilişkin bir tartışma olduğu için tartışmanın başından sonuna kadar ‘şüpheli* sınırını aşamayacaktır. Varlığa ilişkin tek delil, yokluğa ilişkin tüm delilleri yok eder. Fakat yokluğa ilişkin hiçbir delil şüphe sınırını aşamaz. Bu dünyada aranılan bir meyvenin yokluğunun ispatı, dünyada o meyve genişliği kadar yer kalmaksızın arandığının gösterilmesiyle -ki imkânsızdır- ancak ispat edilebilir. İnsana ve evrenin tümüne ilişkin olduğu için Tanrıyla ilgili yokluk düşünceleri baştan mantıken şüphe sınırını aşma ihtimalleri olmadığından hükümsüzdür.
Bu nokta bir tarafa bırakılırsa ‘asıl neden olarak Tanrı düşüncesi’ nereden kaynaklanmaktadır? Dinlerin öğretisi bir kenara bırakılırsa, Tanrı düşüncesine insanı zorlayan nedir? Tanrı yoktur denilince ortaya çıkan çelişki nedir?
Tanrı’ya inanmaya götüren neden, şeyler ile onların görünen nedenleri arasında zorunlu bir bağ kurulamaması görünüyor. Neden olarak görünenler sonuç olarak görünenleri zorunlu olarak meydana getirecek sıfatlardan yoksun görünüyor olmaları bu düşüncenin en önemli nedeni olarak kendisini gösteriyor. Hava, su, toprak ve güneş gibi başlıca nedenlerde ve ağırlık-hafiflik, itme-çekme gibi ikincil nedenlerde bir canlının var olabilmesi için zorunlu olan sıfatlar bulunmaz. Neden-sonuç ilişkisi içerisinde, söz gelimi bir göz ile zorunlu olarak irtibatlandırılacak bir neden görünmüyor. Veya canlının tümü göz önüne alındığında neden sonuç ilişkisi için gerekli zorunlu sıfatlar tümüyle ortadan kaybolmaktadır. Görünen nedenler ve sonuçlan arasındaki sıfat uyuşmazlığı bir başka nedenin varlığını ilham etmektedir.
Yine şu noktayı göz önüne almak gereklidir ki ister teist, ister ateist, isterse deist olsun, ihtilaf edilen konu sıfatlar değildir. İhtilaf konusu sıfatların neye ait olduğu ile ilgilidir. Sözgelimi ‘varlık’ ezeli olmak zorundadır. Bu konuda bir tartışma olamaz. Tartışılan konu bu ‘varlık’ sıfatının Tanrı’ya mı, maddeye mi ait olduğudur. Yani tartışma, kendi başlarına var olamayan sıfatların ait oldukları mevsuf hakkındadır. Varlığı tümüyle inkâr eden görüşleri kendisiyle çeliştiği için nazar-ı itibara almıyoruz.
Ateist düşünce ile ‘varlık’ sıfatı Tanrı’dan alındığında, ‘varlık’ ezeli olmak zorunda olduğu için bir mevsuf bulmak gerekmektedir. Bu mevsuf zorunlu olarak ‘madde’ kabul edildiğinde sonsuz sayada atoma varlığın bir başka tanımı olan ‘ezeliyet’ sıfatı da verilmiş olur.
Thales’in felsefesinde suyun canlı olduğunu söylemeye götüren zorunlu akıl yürütmelerin nedeni, canlının şekillenmesinde zorunlu sıfatlar itibarıyla suyun yetersiz olduğunun görünmesidir. Ancak canlılık da bir canlı varlığının nedeni olma konusunda sıfatlar itibarıyla yetersiz bulunduğu için, canlıları hammaddelerinden ayrı bir şekle getirmek için gerekli olan zorunlu sıfatların da suda bulunduğunu kabul etmek gerekmiştir. Bu sıfatlar, başlangıçta bir kenara bırakılan tanrısal sıfatlarla aynı sıfatlardır. Bu sıfatlar Tanrı’dan alınıp arkhe olarak kabul edilen suya verilmek zorunda kalınmıştır. Yerleşik inançtaki tanrısallığı reddetmekle başlayan ve çok tanrıcılığın aklı rahatsız eden kıskacından kurtulmayı amaçlayan düşünce daha geniş bir, çok tanrıcılıkla sonuçlanmıştır.
Canlıların şekillenmesinde -şekillenme ile hammaddesinden farklı bir durumda bulunmayı kastediyoruz- varlığı zorunlu olan sıfatların anlaşılabileceği gibi varlıktan değil mevsufları tartışma konusudur. Sonuçta ‘şeyler’ sıfatlarıyla birlikte var olduklarından, bu sıfatlar ya bir Tanrı’ya ya da her biri bu sıfatlara sahip ‘aynılık’ itibarıyla içerisinde tam bir çelişki barındıran sonsuz tanrılar anlamına gelecek olan maddenin atomlarına aittir. Bu açıdan bakıldığında Ateizm ve çok tanrıcılık birbirini mantıksal olarak zorunlu kılan görüşler olduğu ortaya çıkmaktadır. Buradan hareketle, tanrısallığı reddetmek anlamına gelen ateizmin mantıksal sonuçları göz önüne alındığında duygusal bir reddediş olduğu görünmektedir. Sıfat mevsufundan koparılıp boşta bırakılmaktadır. “Bu demirdir.” önermesinin zorunlu bağlantısı olan “Demir mıknatıs tarafından çekilir.” önermesi reddedilmektedir.
Başlangıçta felsefi düşüncenin doğmasının nedenlerinden birisinin çok tanrıcılığın aklı rahatsız eden öğretisi ve bu öğretinin doğru olmayabileceğini ilham eden Mısır gibi bazı milletlerden haberdar olunmasıyla ortaya çıkan çelişkiden kaynaklanan bir problemin olduğunu belirtmiştik, öğrenmeye ve araştırmaya sevk eden en önemli etkenin merak olduğu doğru gibi görünüyor.
Ancak insan sadece bir akıl varlığı değildir. Akıl varlığı olduğu kadar duygu varlığıdır da. Duygular ise kendilerini haz ve acı olarak gösterirler. Haz ve acı söz konusu olduğunda insan için en önemli sorun ölüm olarak görünüyor. İnsan için hazza karşı koymanın acıya karşı koymaktan zor görünmesi, insanın hazzına düşkün bir canlı olduğunu gösteriyor. Her türlü hazzı bitiren olarak görülen ölüm, çözüme insanı zorlayan en önemli gerçektir. Her türlü bilgiden ve bağımsız bilgi elde etmekten kasıt yanlış yönlendirmelerden kurtularak gerçekte ölümün ne olduğunu çözmektir. Ölüm kadar insanı çözüme ve araştırmaya zorlayan ikinci bir etken yoktur. Merak duygusu ölümlülüğün var kıldığı bir duygudur. Ölümsüz insan için bir otomobilin ya da bir aciliyet kavramının kıymeti ve anlamı yoktur. Zaman kavramı anlamını yitirir.
Kendisini müstakbel yokluk ve yokluğun tasavvurundan kaynaklanan acı olarak hissettiren ölüm, insan zihnini çözüm aramaya sevk eden en önemli, en kuvvetli etkendir. Bilgi sorununun arkasında yatan asıl problem insanın ölümsüzlüğünün mümkün olup olmadığını kesin olarak ortaya çıkarmaktır. Zihnin arkasında gizli bir amil olarak kelimelere dökülmeden bir ümit olarak kendini hissettirmektedir.
İnsanın sadece bir akıl varlığı olmadığını belirtmiştik. İnsan aynı zamanda bir duygu varlığı olduğu gibi sahip olduğu duyguların mahiyeti yokluk ve ölümsüzlük tasavvuruyla değişmekte, farklılık arz etmektedir. Yalnızca bir defa görüşülecek bir insanla kurulan dostluğun derecesi ile sonsuz olarak birlikle olunacak bir insanla kurulacak dostluğun derecesi bir değildir. İnsanı haz- zindan taviz verdirecek veya acıya tahammül ettirecek dostluklar kısa süreli birliktelik düşüncesiyle var olamazlar. Ahlak, yani gerektiğinde hazzı terk ve gerektiğinde acıyı kabul edebilmek, sınırlı beraberliklerin var kıldığı bir durum değildir.
Ahlak birden fazla insanın birlikteliği durumunda ortaya çıkan bir kavramdır. Yalnız başına ahlakilik ve ahlaki eylem var olmaz. Ahlaki eylemin tanımı ne olursa olsun, ahlaki eyleme hangi gerekçe gösterilirse gösterilsin, tüm ahlaki eylemlerin ortak özelliği yeri geldiğinde hazdan tavizi veya acıya katlanmayı gerekli göstermesidir. Bu gerekliliğin gerekçeleri farklı da olsa sonuç itibarıyla ahlak, insanın her istediğini yapmaması anlamına gelir.
Bu durumda problem, yeri geldiğinde hazdan taviz verdire-cek v’eya acıya tahammül ettirecek bir gerekçe ortaya koymaktır. Bu tarz bir eylem nasıl gerçekleştirilebilir? Yalnız akli gerekçeler, insan yalnızca akıl varlığı olmadığı için pratikte bir değer taşımayacaktır. İnsan hem akıl hem de duygu varlığı olduğuna göre gerekçenin her iki özelliği de içermesi gerekir. İnsanı yalnızca akıl varlığı olarak tanımlayıp bu tanıma göre gerekçeler üretmek, eksik tanıma eksik cevaplar vermek olacaktır. Trafik kurallarının her insanın menfaatine olduğu konusu ortak bir bilgi olmasına karşılık, bu kuralların yaptırımı olmadığı zaman bilen tarafından da çiğnenmesi gösteriyor ki yalnız akla dayalı gerekçeler insan eylemlerinin yönlendiricisi olamaz.
Bu noktadan bakıldığında toplumsal bir varlık olan insanın, toplum içindeki eylemlerini bireysel menfaatin önüne geçirmek nasıl mümkün olur? Yukarıda belirtildiği gibi hazdan taviz, acıya tahammül fikri nasıl oluşturulabilir?
Bu sorulara ölümsüzlük fikrinin telkin eden dinler açısından bakıldığında cevap vermek çok kolaydır. Çünkü onlardaki öğreti, hazır hazdan daha büyük bir haz ve hazır acıdan daha büyük acı ile eylemleri yönlendirme anlamı taşır. Ancak ateist düşünce açısından bakıldığında ‘ileriye yönelik haz ve acı kavramı’ bir gerekçe temin etmez. Çünkü ateist düşüncede zaman ‘şu an’dan ibarettir. Çözüm de ‘şu an’da bulunmak zorundadır. Sonsuzluk kavramı ateist düşüncede bir şey ifade etmez. Bu durumda hangi gerekçeyle olursa olsun eylemleri yeri geldiğinde haz ve acının yönlendirmesinden bağımsız olarak yönlendirmek nasıl mümkün olabilir? Bu açıdan bakıldığında ateist düşüncenin eylemleri haz ve acıdan ayırmakta bir gerekçesi görünmüyor. Başlangıçta belirttiğimiz gibi ateizm duygusal bir reddediş olduğundan bu reddedişin zorunlu sonucu bazlarla ilgili sınırların örf ve geleneklerin sınırlamaları kalktığında ortadan kalkmasıdır. Bu durumda ahlaki eylem için gerekli olan hazdan vazgeçme ve acıyı kabul düşüncesi tümüyle tatbik edilemez anlamına gelmektedir.
Ateizmin, ateizmle birlikte insanın ahlaki varlık olabileceği iddiası, insanı sadece akıl varlığı olarak kabul etmek düşüncesinden ileri gelmektedir. Eğer insan sırf bir akıl varlığı ise bu iddiası doğrudur. Ancak insanı haz ve acılarla da donanmış bir varlık olarak ele almak bu iddianın geçerliliğini imkânsız göstermektedir.
Yayına Hazırlayan:Ömer Bozkurt – Yaşayan Felsefe,syf:187-195
0 Yorumlar