İslam Medeniyetinde Çağlar Meselesi (Farklı Bir Dönemlendirme)

islam-medeniyeti-300x203 İslam Medeniyetinde Çağlar Meselesi  (Farklı Bir Dönemlendirme)

Prof.Dr.Mustafa Demirci

Medeniyetler tarih sahnesine adım attığında, varlık, bilgi ve değerler alanına yeni tanımlar getirirler. Tarihsel bilinç; inşanın kendi varo­luşunu yeni bir dünya algısı içinde tanımladığı bir “benlik duygusu” tesis etmesiyle oluşur ki bu durum insanın içinde bulunduğu coğ­rafyayı bu duygu çerçevesinde yeni bir forma sokarak yeni bir “mekân algısı” oluşturur. Bu bilinç, aynı zamanda medeniyeti yeniden yo­rumlayarak da oluşturulur zira kendini insanlık tarihinin gidişatında anlamlı bir yerde konumlandırması gerekir; işte yeni bir “tarihsel bilinç” yaratan da budur. Böylelikle tarih sahnesine adım atan her medeniyet kendisini insanlığın tarihsel serüveninin merkezine koyar ve tarihsel bir algı, geleceğe dair bir kavrayış geliştirir. Bu yeni tarih­sel algı bir izlenim yaratmak suretiyle oluşur. Bu izlenim, bütün bir insanlık tarihinin bu belirli medeniyet ekseninde tecrübe edildiğidir; bahsedilen izlenimi yaratmak için gerekense bütün bir insanlığın söz konusu medeniyete güven duymasıdır (Davutoğlu 2007, s. 21). Bu bakımdan, medeniyet çalışmalarında zaman algısına dair tartışmalar yalnızca takvim işinden ibaret değildir. Aksine tarihsel varoluşa dair yepyeni algıların, o medeniyetin tarihteki tikel ve bağımsız konumu ve tarihsel seyrin farkındalığıyla birlikte mevcut aidiyet ve benlik duygularının da yansımasıdır. Bu bölümde, medeniyetlerin zaman algılarına ve tarihsel bilinçlerine dikkatleri çekecek, İslam medeni­yetinin zaman algısına ve kendini Avrupa merkezci zaman algısına kıyasla insanlık tarihi içinde nasıl konumlandırdığına değineceğim. Bu bölümün asıl konusu, medeniyetlerin ayakta kaldıkları dönemler ve çağlarla ilgili geliştirdikleri zaman algılarıdır.

Medeniyet ve zaman arasındaki ilişki üzerine kafa yoran Ni­jeryalı düşünür Malik bin Nebi (1992, s. 47-8) bir medeniyetin “toprak, insan ve zamanla” ilgili geliştirilen değerler üzerine bina edilebileceğini öne sürer:

Her medeniyetin bir başlangıç tarihi vardır; kendi başlangıcı olarak vahiy yahut mitolojinin ortaya çıkışını kullanır. İslam tarihi de vahiyle başlar. Bu olay, dünyanın halklarının inançlarını değiştirecek gelişme­lerin ve yeni bir medeniyetin başlangıcı hâline gelmiştir. Arap yarımadasına sıkışmış ve zaman algılan 24 saatten ibaret olan bu insan­lar ilahi güçten gelen vahiyle tarih sahnesine adım atmış ve sonraki on dört yüzyıl boyunca yeryüzü tarihinde en faal rolü oynamışlardır.

Malik bin Nebi, yaşadığımız zamanda Müslümanların en temel sorunlarından birisinin zaman algısı ve tarihsel bilinç olduğuna işaret eder. Ona göre her olgu zamanın ruhuyla uyumlu fikir, eylem ve hislerin yansımasıdır. Dolayısıyla, İslam medeniyetinin kendi tarihi içinde kendi konumunu saptaması ve olgularını da buna göre yorumlaması şarttır. “Medeniyetlerin tarihi ve zamanını yağmalamak hem intihar hem de cinayettir” der (1992, s. 41-2).

Medeniyetler kurulma aşamasında zamanı ikiye ayırırlar: günlük zaman ve tarihsel zaman, İnsanların gündelik zamanı doğumdan ölüme kadar bir medeniyetin evreninde yaşayanları kasteder. Ampi­rik zaman olarak da adlandırılabilecek tarihsel zaman ise medeniyet­lerin tarihsel hafızasını oluşturur ve tarihteki konumlarını belirler.

Her medeniyetin tarihi kendi algısı çerçevesinde dönemlere ayırdığını ve kendi geçmişini böylelikle anlamlı kıldığını görüyoruz. Bu bölümde, İslam medeniyetinin Avrupa medeniyetinin belirlediği tarih algısının ötesinde kendi tarihini dönemlere ayırma biçimi ele alınmaktadır.

Avrupa Merkezci Tarihsel Paradigmanın Eksikleri

Batı medeniyeti geliştirdiği tarihsel model aracılığıyla bütün bir geçmiş ve geleceği kucaklayan tek medeniyet olduğu varsayımını kabul ettirebildi. Ders kitapları aracılığıyla evrenselleşen paradig­malar, insanlık tarihini Batı medeniyetiyle özdeşleştiren tarih anla­tısının mutlak bir gerçeklik olarak benimsenmesine yol açtı. Bu anlayışa göre tarih, Antik Yunan ile başlıyor, Roma İmparatorluğu ve feodal Orta Çağ ile devam ediyor, Rönesans, Reform, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi’ne ilerliyor, bu süreçlerin sonunda da modern zamanlara ulaşıyordu. Bu anlayış yalnızca tarih yazımını etkilemekle kalmadı; felsefe, mantık, ekonomi, siyaset gibi akademik alanların da bu Avrupa merkezci zaman algısına göre anlaşılıp yorumlanma­sıyla sonuçlandı. Böylelikle farklı tarihsel yaklaşım ve deneyimlere sahip Batı dışı medeniyetler — mesela Hint, Çin ve İslam medeni­yetleri- bu Batı merkezli zaman ve tarih algısını benimsedi. Bu medeniyetler, kendilerinin dünyaya hiçbir katkı sağlamadığı inancıyla tarihe bakmaktadır. Çizgisel, ilerlemeci, tekelci bir modele dayalı tarih tasarımı kazananların gözünden sunulan tek taraflı bir tarih kurgusundan başka bir şey değildir (Davutoğlu 1997, s. 25).

Batılı tarihçiler tarafından geliştirilen ve Turk-îslam dünyası da dahil dünyanın pek çok köşesinde benimsenen Eski Çağ, Orta Çağ ve Yeni Çağ kategorileri esasında Aydınlanma düşünürleri tarafindan, tamamen Yahudi-Hristiyan felsefesine dayalı Avrupa tarihi araştırma­ları temel alınarak uydurulmuştur. Bu tarih tasarımını kullanmanın pek çok mahzuru vardır; tek yararıysa başka medeniyetlerin tarihlerini incelerken yalnızca Avrupa’yla ilgili konuları ele alırken belirir.

18.yüzyıl sonundan bugüne yapılan arkeolojik ve jeolojik araştırmalar, antik çağlardaki insanlık tarihinin sınıflandırılmasıyla ilgili pek çok soru ortaya atmış ve çeşitli yaklaşımların ortaya çık­masıyla sonuçlanmıştır. Bu kategoriler farklı bir kültürde, farklı bir ritimle, farklı koşul ve güdülenmelerle büyüyen başka başka coğraf­yaların tarihinin yorumlanmasında nasıl etkili şekilde kullanılabilir? Mesela MS 476 yılında Batı Roma imparatorluğunun çöküşü İlk Çağ ve Orta Çağ arasında bir kırılma noktası olarak düşünülür. Bu çöküş Çin, Hindistan ve Batı dışı dünyayı nasıl etkiledi? Peki bu halklar durumdan herhangi bir şey kazanmak üzere ayaklandılar mı? Aksine; bu olaydan hiç mi hiç etkilenmediler bile.

Şimdilerde Avrupa tarihindeki kimi olayları bütün bir insanlık tarihinin kıstasları olarak görmek yaygın bir uygulama hâlini almış durumda. Gelin görün ki Avrupa medeniyetinin farklı bir çizgi bo­yunca devam edegelmiş ve farklı faillerle farklı etkileşimler tecrübe etmiş diğer medeniyetleri değerlendirmek için öncelediği kategorileri kullanmak her daim tehlikeli, genellikle şüpheli, çoğu zaman da al­datıcıdır. Spengler’in çok doğru şekilde altını çizdiği üzere (1997) bu plan tamamen anlamsız ve yavandı. Tarih alanını hem sınırlıyor hem de zaman zaman kuru gürültüye dönüştürüyordu. Binlerce yıllık antik çağın, birkaç asırlık Avrupa merkezli tarih anlayışıyla değerlen­dirilmesi ve henüz incelenmemiş Helen öncesi tarihsel dönemlerin birbirinin aynısı gibi düşünülmesi doğru geliyor mu size? Mesela; “Orta Çağ” İslam dünyası ya da Çin veya Hint medeniyetleri açısın­dan ne anlama gelir? Yahut bu sözde Orta Çağ tüm medeniyetlerde aynı tarihlerde mi başlayıp bitmektedir (Lewis 1996, s. 126-7).

Bu sorular bile Avrupa ya da Roma-Ccrmen medeniyetinin evrensel medeniyetle buluştuğu yönündeki yanlış varsayım ve öner­melere dayalıdır. Avrupalı tarihçiler, diğer medeniyetler değişime direnerek durağan bir yapıyı sürdürmüş olmasına rağmen Avrupa kıtasının Antik Yunandan bu yana devamlı ve çizgisel bir ilerleme kaydettiği teorisine dayalı olarak bu varsayımda bulunurlar. Dolayı­sıyla, başka medeniyetlere bakarken bu yaklaşımı benimsediğiniz zaman bu başka medeniyetleri ister istemez gelişmemiş ve geri bu­lursunuz; tarihsel sürecin ilk çağlarına sıkışıp kalmışlardır (Sorokin 1997, s. 74). Bu yaklaşım İslam tarihi ve medeniyetini, bazı ufak değişimler haricinde, peygamberden günümüze değişmemiş değişmez bir yapı olarak görürler; bu daha önce de açıklanan “durağan Doğu” Varsayımına dayalı önyargılı Avrupalı tutumunun ta kendisidir. Fakat Müslüman tarihçiler İslam tarihini, çeşidi sebeplerden ötürü, çeşidi hanedanların kontrolü altında tekdüze bir tarih addederler ki bu bakış açısı ironik bir şekilde Avrupa’nın tutumuyla örtüşür.

Bu meseleye mantıklı bir gözle bakarsak; bütün dünyayı Avrupalıların geliştirdiği kriterlere göre değerlendirmek, bütün insanların hayatlarını tek bir kişinin doğum günü, gençliği, yaşlılığı ve ölümüne dayalı olarak tanımlama çabası kadar anlamsızdır. İnsanlık tarihi yalnızca Avrupa tarihindeki gelişmelere indirgenemeyecek kadar geniştir. Avrupa tarihindeki kırılma noktalarını temsil eden olayların Çin, Hint, İslam dünyası veya dünyanın başka yerlerindeki başka toplumların tarihinde benzer radikal değişimlerle sonuçlandığına dair bir kanıt yoktur. Bunun yanı sıra Avrupalı tarihçiler arasında Orta Çağ’ın ne zaman başlayıp bittiğine dair bir uzlaşı da yoktur. “Orta Çağ” Batı da yavaşça sona yaklaşırken, Osmanlılar, Moğollar, Safeviler, Doğu da Altın Orda, Çin’de Ming hanedanlığı gibi impa­ratorluklar en parlak dönemlerini yaşıyorlardı (Ülgener 1991, s. 23-4). Benzer şekilde, Avrupalılar Amerika’nın keşfini ya da İstanbul’un Osmanlılarca fethedilmesini, Orta Çağ’ı Yeni Çağ’dan ayıran köşe taşlan kabul ederler. Bu olaylar Banda Rönesans’ı başlattıktan sonra Avrupa için köşe taşı işlevi görmüşlerdir fakat dünyanın diğer kısım- larında bu olaylarla başlayan herhangi bir gelişme yoktu ve muhte­melen yalnızca Osmanlı tarihinde önemli bir tarih olarak görülü­yorlardı. En iyimser yorumlara göre bu olayların tesirleri çok yıllar sonra gün ışığına çıkarıldı (Sorokin 1997, s. 75). Dolayısıyla bu olaylar kendileriyle doğrudan ilişkili olmayan coğrafyalar için köşe taşı addedilemez; böyle bir çabaya girmek anlamsızdır.

Oryantalistlerin yarattığı Avrupa tarihini cazibeli kılan kamu­oyu görüşüne karşı alternatif bir yaklaşım geliştirilmediği sürece, bu görüşün insanların zihninde kalıcı hâle gelmesi yönünde mutlak bir tehlike vardır (Darling 2006, s. 181). Bu da bizim vicdanımızı rahatsız edecek ve tarihimizi algılama biçimimizi karmaşık hâle getirecektir. Sebebi de Avrupalıların bu tespitlerinin temelde Ay­dınlanma felsefesine ve Hristiyan teolojisiyle ilişkili bazı tarihsel hipotezlere dayalı olması ve genellikle bunların ardındaki zihniyeti yansıtmasıdır. Bu açıdan, tespitlerle ilgili diğer toplumların tarihle­rinden yansıyanlar kırık mercekten geçen çarpık ışıklara benzer. İslam tarihini bu Avrupa merkezci tarihsel sınıflandırmalara bağlı kalarak anlamaya çalışmak “beyinlerimize deli gömleği giydirmekken pek de farklı değildir (Gene 2006, s. 331-7).

İslam tarih ve medeniyetini sağlıklı ve bütüncül şekilde anlama yolundaki en büyük engellerden biri tarihin Avrupa merkezli şekilde algılanmasıdır (Hodgson 2001, s. 74). Bunun sebebi bu algının bir şekilde İslam tarihi imgesini temellerine kadar sarsması ve yozlaş­tırmasıdır. Mesela; İslamdaki en büyük iki fetih hareketi (Islamın ilk dönemindeki fetih ve Selçuklu-Osmanlı fetihleri) tehdit ve olumsuz gelişmeler addedilir. Daha da önemlisi Avrupa merkezci yaklaşımlar, yalnızca bir şekilde Avrupa tarihini etkileyen olaylara (Endülüs ve Osmanlı İmparatorluğunda yaşanan olaylar gibi) yol açması hasebiyle İslam tarihini bahsetmeye değer bulmuşlardır. Aynı zamanda bu yaklaşımlar İslam dünyasını yalnızca Akdeniz coğraf­yasındaki Müslümanlar ve Araplarla özdeşleştirir. Fakat İslam dünyasının merkez bölgeleri, Nil ve Ceyhun (Amu Darya) arasında Arap olmayan Acem ve Turan halklarıyla doludur.

Avrupa merkezci bakış açısı bu meseleyi Avrupa’nın geçmişi ve bugününü kuran dinamik, kurum ve yapılar temelinde ele aldı­ğından ötürü, diğer medeniyetleri yalnızca bunların yokluğu üze­rinden değerlendirmektedir. Bu tarz anakronik bir yaklaşım, her daim çarpık bir tarihsel bakışla malûl olacaktır. Osmanlı İmparatorluğuna yönelik, imparatorluğun geçtiği safhaları analiz etmek yerine yalnızca başaramadıklarını değerlendiren çöküş odaklı bir tarihsel yaklaşımın bu tarz bir tarih yazımının en bilinen örneği olduğu iddia edilebilir. Bu çerçevede, Edward Said’in dediği gibi (1979, s. 202) Batı, Doğu toplumlarının gerçekten ne olduğuyla ilgilenmekten ziyade bu toplumların bilhassa da Osmanlı imparatorluğunun Batının talep­lerine paralel hareket ettiği varsayımlarıyla ilgilenmekte ve Batı dışındaki dünyayı tarihin öznesi değil nesnesi olarak tasvir etmek­tedir.

İlerlemeci Avrupa anlayışının tesis ettiği yanlış algılardan biri de Müslümanların sürekli olarak gerilediğidir. İslam tarihi her daim gerileme tarihi olarak görülür, bu gerilemenin gerçekten yaşanıp yaşanmadığı sorgulanmaz bile. Bu inanç o denli köklüdür ki bu gerilemenin bir noktadan başladığı ve İslamiyet’in en büyük ve parlak çağlarını dahi kapsadığı kabul edilmektedir. İslam tarihi herhangi bir başarı veya ilerlemeden yoksunmuş gibi sunulur; en azından hiçbir zaman Batı tarihiyle yarışabilecek bir başarı elde etmemiştir. Avrupa merkezci bir bakış açısından, İslam ve medeni­yeti başarısızlık, çöküş ve gerilemelerin tarihidir. Müslümanların bilim, sanat ve siyasette bin yıldan fazla süre boyunca (sekiz ila 18. yüzyıllar) dünya çapında başarılar elde etmesinin sebepleri ve tesis ettikleri büyük medeniyetin ardında yatan temel sebepler nadiren incelenir. Hâl böyle olunca “durağan Doğu/İslam” varsayımı Avrupa merkezciliğin mecburi sonucudur.

İslam Tarih ve Medeniyetini Özel Bir Bakışla Dönemlendirme İhtiyacı

Bütün medeniyetlerin gelişim safhaları, tarihsel dönemleri, farklı ritimleri ve kendi iç dinamikleriyle etkileşimlerine bağlı olarak kendilerine has tarzları vardır. Bu yüzden de bir medeniyetin dö­nemlere ayrılması, birbirinden farklı kültürel model, değer ve bu modellerle değerleri medeniyet içerisinde temsil eden insan türlerini görmemizi sağlar. Çağlar arasındaki fark ve değişiklikleri incelerken birbiri ardına gelen iki donemi ayıran çizgiyi belirleyebiliriz. Shelomo Dov Goitein, bu teoriye atıfla, İslam tarihinin dönemlere ayrılma­sında farklı zaman dilimlerindeki “ideal insan modelleri’nin temel alınabileceğini vurgulamıştır. Bu iddiaya göre; sahabe, tabiin ve tebe ut tabiin[9] tarafindan temsil edilen “fetihçi” insan modeli İslam’ın ilk dönemlerinde varlık göstermiş, saf dinî tutkuya sahip bir mo­deldir ve genellikle Arap mizacıyla nitelenir. Abbasi ve Selçuklu halklarına tekabül eden müteakip klasik dönemdeki “âlim-düşünür” modeli ise soyut meselelere ilgilenen, kültürel eğilimlerle özdeşleş­tirilmeye daha yatkın bir insan modelidir. Klasik dönemden sonra geçmişin mirası ve geleneklere saygıyla yaklaşan “abid, sufi” insan tipi münzevidir, dine adanmışlığını kendi içinde yaşar; bu tipin temsili genellikle İranlılar ve Türklerdir (Goitein 1968, s. 225).

Elbette her medeniyet kendi akış hattıyla uyum içinde gelişen bir tarihe sahiptir ve kendi tecrübe, birikim ve dağılma süreçlerinin sonucunda farklı dönemlerde çeşitli değerleri ortaya koyan çok boyutlu hareketlerden müteşekkildir. Medeniyetlerin kendi izole dünyaları içinde geliştiğini iddia etmek derdinde değiliz; zaten hiçbir toplumun tarihi dış dünyayla etkileşim olmaksızın gelişemez. Her büyük medeniyet diğerleriyle güçlü etkileşimler kurarak şekil­lenir. Fakat her medeniyet hayatını morfolojik niteliklerine ve kendi değerlerine göre, kendi tarihsel çizgisinde ilerleyerek sürdürür. Bu süreçte her medeniyet kendi çocukluk, yetişkinlik, yaşlılık çağların­dan geçer ve bu çağlar şüphesiz diğer medeniyetlerin geçtiği çağlar­dan farklıdır (Sorokin 1997, s. 78). Tarihsel birlik dönemlerini saptamak ve uygun şekilde kategorize etmek bu birliğin geçtiği farklı safhaları ve medeniyet türlerini açığa çıkarır. Goitein (1968, s. 224) bu dönemleştirmenin düzensiz bilgiyi pedagojik amaçlarla katego­rize etmek üzere bir zorunluluk değil aynı zamanda bilimsel bir ön-koşul olduğunun altını çizer. Dönemlerine ayrılmamış bir tarih bölümlerine ayrılmamış, taslağı çıkarılmamış bir kitap gibidir.

Her ne kadar İslam tarihi yerleşik geleneklerin ve büyük güç­lerin tarihi olsa da bu durum hiçbir şekilde tekdüzeliğe işaret etmez. Eğer İslam’ın 13. yüzyıl boyunca geçtiği farklı süreçleri dikkate al­mazsak, tarihsel gerçeklerle tutarsız soyut bir İslam resmetmek işten değildir. Ayrıca bu yaklaşımla İslam kültürünün sıfatları ve insanlığa katkıları da es geçilmiş olacaktır. Mesela; İslam medeniyetinin sekiz- dokuzuncu ve 11 ila 12. yüzyıllardaki kültür hayatları arasındaki farklar iyi anlaşılmazsa, İslam kültürü ve düşüncesinin yalnızca Helenistik mirasın tekrarı olduğu gibi bir yanlış anlaşılma ortaya çıkacaktır. Fakat 10. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında bir birey­leşme hareketi ve yeni bir İslam çağı başladı, bu çağ daha öncekilere hiç benzemiyordu. Bu yüzden sırf hakikati bulmak için bile olsa İslam tarihindeki uzun soluklu dönemleri kendi organik bütünlüğü içinde ayırmak gerekmektedir. Aksi hâlde, İslam tarihi Avrupa merkezci kategoriler içerisinde ele alınacak ve yorumlanacaktır. Medeniyetin içsel dinamiklerine bağlı geliştirilen bir çalışma aynı zamanda herhangi bir dönemde meydana gelen her şeye anlam veren, çerçeveleyen ve açıklayan paradigmaların temellerini de oluşturacaktır. Bu açıdan, dönemlere ayırma birbirinden bağımsız görünen kısımları bütünleştiren bir tür trafik işareti gibi görülebilir ve belli dönemi çalışan tarihçilere de inceledikleri kısma dair fikir verebilir. Fakat bu dönemlendirme işi belirli bir toplumsal ve kül­türel değişiklik temelinde ve tarafsız olmalıdır; ilerleme-gerileme çerçevesine sıkışıp kalmamalıdır. İslam tarihinin bu paradigmalara dayalı detaylı bir grafiğini çizmek bu alandaki daha ileri çalışmalar için bir tür önkoşuldur.

Dönemlcştirme yapılmadığı sürece, mevcut tarih ve zaman algısı muğlak ve müphem kalacaktır. Tarihçiler, denizde rotasını kaybetmiş bir gemi gibi hangi limana demirleyeceklerini bilmeden dolanacaklardır öylece, İslam tarihinde, İslam’ın geçtiği her safhayı diğer safhalarla ve aynı çağdaki diğer medeniyetlerle kıyaslamak için, aradaki farklara ışık tutacak bir dönemleştirme yapılmalıdır. Mesela; bilim ve düşünce alanlarında ya da ekonomi ve siyaset kuramlarıyla ilgili Osmanlı İmparatorluğu ile Abbasiler arasında bir kıyaslama yapmak için, müesses bir bakışla geliştirilmiş bir dönemlendirmeye dayanarak bu iki alan ve devlet arasındaki farkları yorumlamada hangi parametreleri kullanacağımıza karar vermeliyiz. Bilhassa Osmanlı ve Abbasiler arasındaki bilimsel ve fikrî gelenek­lerin farklı olması konusunda, İslam medeniyeti tarafindan gelişti­rilmiş iki farklı medeniyetten bahsetmek mümkündür. Osmanlı dönemindeki şerh ve haşiye kültürü İslam medeniyeti içerisinde “ikinci bir klasik” alan mıdır yoksa önceki bir alanın tekrarı mıdır temelde? Bu soruya yalnızca söz konusu dönemlerin hâkim kültür ve niteliklerini teşhis ve tasvir eden, oturmuş bir bakışla cevap ve­rilebilir. Aksi hâlde sonumuz Abbasiler ve Osmanlılar arasındaki bilimsel ve fikri farklılıkları bugüne kadar yapıldığı üzere bir gerileme olarak yorumlamak olacaktır.

Türkiye’de İslam tarihinin dönemlere ayrılması konusunun üstünde bugüne kadar yeterince durulmadı. Zeki Velidi Togan (1985, s. 26), Nihal Atsız (1977, s. 19), Seyfettin Erşahin ile birlikte İbrahim Sarıçam (2005, s. 184-97), İsmail Özçelik (2001, s. 27), Mehmed Niyazi (2008, s. 184-97) ve Mehmet Genç (2006) böyle bir dönemlendirmenin gerekliliğine dikkat çekmiştir. Öte yandan İbrahim Kafesoğlu tarihin üç çağa ayrılmasının Türk ta­rihini ele alırken iş görmeyeceğine işaret eder ve yeni bir katego­rileştirme yapılması gerektiğini söyler (Kafesoğlu 1964, s. 1-13; ayrıca bkz. Kafesoğlu 1984, s. 254-343-53 ve Kafesoğlu ve Ab- dulkadir Donuk, 1990). İslam tarihçileri bu meseleyi şimdiye kadar problematik bir konu olarak ciddi anlamda gündemde tutmamışlardır. Genellikle, Asr-ı Saadet, Hulefa-i Raşidin, Eme- viler (Arap Krallığı), Abbasiler (İslam İmparatorluğu), Selçuklu­lar ve Osmanlılar temelinde bir dönemleştirme tercih edilir. Bu tür bir dönemleştirme, bölgeden bölgeye ulustan ulusa değişecek­tir. Geliştirilen yaklaşımlar belli bir ulusun tarihçilerinin bakış açılarının sınırları içerisindedir; mesela Arap, Türk, Rus veya Avrupalı tarihçiler tarihi kendi kaideleri temelinde dönemlere ayırırlar. Örneğin; Arap tarihçilerin bakış açısı oldukça bulanıktır: İslam tarihi Raşidun Halifeleriyle başlar, Emevi ve Abbasilerle devam eder, sonra uzun bir boşluk ve belirsizlik dönemi gelir,ardından 19. yüzyılda bir canlanma olur.

Bu bakış açısı, İslam tarihini şanlı Arap hükmünden sonraki birkaç yüzyılın ardından verimsiz bir dönem olarak görmeye meyillidir. Onlara göre Türk ve Berberi imparatorluklarının siyasi hâkimiyeti tarihsel açıdan anlamsız ve geçersizdir; bu şekilde kendilerini kendi tarihlerinden farkında olmadan mahrum bırakmaktadırlar. Avrupa merkezci yaklaşımla iş gören tarihçiler, İslam tarihini kendilerine yönelik iki askeri saldırının yaşandığı iki esas dönemi göz önünde bulun­durarak iki esas çağa ayırırlar (İslam’ın ilk fetihleri ve İslam’ın yayılması ile Osmanlı’nın saldırıları). Araplar, Turkler, hanlılar, Hindistan alt kıtası Müslümanları ve Afrikalıların emperyalist zihniyetle şekillenen ve çok uzun süre Batının tesirinde kalmış, tarihsel perspektifleri bölünmüş ve tarihin bir döneminde birlik içinde olduklarını görmelerini engelleyen bir noktaya varacak kadar hasmane imgelerle dolmuştur. Bu perspektiflerden ötürü, İslam dünyasındaki farklı bölge ve ulusların tarih algısı sistematik bir şekilde ele alınmalıdır. İslam tarihinin dünyanın her yerinde kabul edilebilir şekilde sınıflandırılması bu kısıtlı bakış açılarını düzeltmek ve birleştirmek noktasında etkili olabilir (Hodgson 2001, s. 266).

Fakat bu hanedanlıkları ya da ulusları merkeze alan bir yaklaşım benimsemek, tarihte daha derinden akan ve İslam tarihindeki bütün siyasi yapılan aşan süreklilikleri göz ardı etmek anlamına gelir. Bunun yanı sıra İslam’ın yalnızca siyasi yapı üretmediği aynı zamanda kendi fikir geleneklerini, toplum yapısını, kültür, sanat ve medeni­yetini de en geniş anlamıyla ürettiği de yeterince vurgulanmaz. Fakat nihayetinde tarihsel birlik özünde medeniyettir; bu medeni­yet birtakım ulusları kapsar, bu medeniyet içerisinde yüzlerce devlet kurulmuş ve çökmüştür. Güçleri ve faaliyetleri ne olursa olsun, artık bu birliğin bir parçası değillerdir. Bu yüzden de dönemleştirme çabası İslam tarihinin medeniyet boyutuna da ışık tutmamızı ve medeniyet çerçevesinden tarihe bakmamızı gerektirir. Dolayısıyla böyle bir dönemleştirmeye girişilecekse pek çok ulusun tarihini içine alan bir tarih olarak İslam medeniyeti temel alınmalıdır.

İslam medeniyetinin dönemlere ayrılması hususunda birtakım zorluklar vardır; orası kesin. Bu zorluklar İslam medeniyetinin ilk yüzyıllarıyla ilgili değildir. Zira bu dönemde ortada yalnızca bir siyasi otorite vardır» bölgesel güçlerin etkisi nispeten azdır. Dolayı­sıyla bu dönemi çalışmak çok daha kolaydır. Fakat zaman geçtikçe İslam dünyasının sınırları genişlemiş, coğrafi ve siyasi farklılıklar İslam tarihini siyasi açıdan bir birlik olarak çalışmayı zorlaştırmıştır. Öte yandan genel ilimlerle alakalı ortak kültürel miras, bu toplum- ların din etrafında şekillenen ortak tavırları ve bölgeler arası etkile­şimler, farklılıkların en aza inmesi ve sürekliliğin açığa çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Timbuktu’dan Kaşgar’a Jakarta’dan Kazana geniş bir coğrafyayı bütünleştiren tek bir yapının uzantılarını görmek mümkündür: Bütün yerellik ve farklılıkları kapsayan, tek bir tarihe sahip tek bir medeniyet. Bu açıdan bakılınca, ulus ve bölgeleri aş­makla kalmayıp birini bile dışlamadan hepsini kapsayan bir dönemleştirme geliştirebilmek için tarihi medeniyetler düzeyinde çalışmak gerekmektedir. Ayrıca bu tür bir çalışma esnasında medeniyetin gelişim sürecindeki değişimi de dikkate alınmalıdır.

Bilindiği üzere, bilim münferit bir olguyla yapılamaz. Konunun sistematiğini bilmek, analiz etmek ve münferit olgunun mevzu bahis birliğin içindeki konumunu anlamak da elzemdir. Nihayetinde insan zihni incelediği alanda anlamlı bir sistem görmek peşindedir. Buna atfen, belirli bir konu ve daha yüksek tarihsel perspektif/teo­rilere odaklanan tarihsel çalışmalar arasında bir ilişki olması gerek­tiği söylenebilir. Şu durumda, herhangi bir münferit olgunun öyle durup dururken ortaya çıkmadığı, tarihsel birliğin parçası olduğu ve anlamlı bir sistemle belirlendiği görülebilir. Bütün bunlardan ötürü bir tarihçi, tarihsel çalışmalarını derinleştirirken, tarih olgu­larını daha geniş bir bakışla ele almalı, ortaya çıktıkları tarihsel bağlamı aklında tutmalıdır. Bakış açısını adım adım genişletmeli, önce yıllara veya kuşaklara sonrasında bir ya da iki yüzyıla bakma­lıdır. Ancak birkaç yüzyılı ele almaya yetecek genişlikte bir bakış açısının tercih edilmesi kaydıyla, bağımsız gidişatlar, bütün bir kültürü oluşturan çeşitli geleneklerin süreklilikleri, fay hatları, eş zamanlı genişlemeler, çöküntüler, gelişmeler ve çöküşler anlaşılabilir (Hodgson 1993,1, s. 18).

Bu parçalı tarih yaklaşımına karşı, bütün dar ölçekli çalışmaları bütünleştiren ve çerçeveleyen alternatif bir bakış açısı geliştirilmesi şarttır. Bu alternatif bakış açısına tünel kazıcı tarih yazımı denir. Tarihi; siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal boyutlarından soyulmuş olarak, farklı bir gözle, inceler ve belirli bir dönem içine hapseder. Tarihsel olguların gelişmesini sağlayan güçlü gelenekler ve olaylar arasında süreklilik sağlayan neden zinciri görülemez; bu yüzden de tarihsel gerçeklikler teorik ve kavramsal bir çerçeve içerisine yerleş- tirilemez, tarihe dair bütüncül bir fikir de söz konusu çalışmalardan devşirilemez. Bu açıdan bakıldığında, İslam tarihine ilişkin köşe taşlarını ve uzun vadeli süreçleri vurgulayan panoramik bir bakış tarih çalışmalarının ön koşulu hâline gelir.

İslam Tarihi ve Medeniyetinin Dönemlendirilmesine İlişkin Bir Öneri

Osmanlı tarihini dönemlendirme yönünde çeşitli öneriler getirilse de (bkz. Armağan 2006) İslam dünyasında henüz sistematik bir İslam tarihi dönemlendirmesi yapılmamıştır. Bunun sebebi de bu tarz bir girişim için tarihçinin salt tarih bilgisinden daha fazlasına sahip olması gerekliliğidir. İslam tarihi de güçlü gelenekler temelinde gelişen bir tarihtir ve Batının tarihi gibi keskin kırılma noktalan sergilemez. Bütün bunlardan ötürü, bu bölümün bir sonraki kısmında mevcut dönemleştirme modelleri değerlendirilecek ve yeni bir dönemlendirme önerisi sunulacaktır.

İslam medeniyetinin tarihini sistematik şekilde dönemlere ayıran üç önemli çalışma Goitein, Andre Miquel ve Marshal Hodg­son tarafindan yürütülmüştür. Goitein (1968) “A Plea for Periodi- zation of Islamic History” (İslam Tarihinin Dönemlendirilmesine Yönelik Müdafaa) adlı makalesinde İslam tarihini dört çağa ayırır : (a) Araplık Çağı veya Arap İslâmî Çağı (500-85), (b) Ara Medeni­yet Çağı (850-1250) (c) Kurumsallaşmış, Bölgesel, Arap Olmayan Çağ (1250-1800) (d) Ulusal Kültürlere Geçiş: İslam’dan Ziyade Köklerden Gelen İlham Çağı (1800-). Goitein, kendi dönemleştirme çalışmasının merkezine Arap ulusunu koydu. Bu yüzden de önerdiği ayrımlar Arapların zaman içinde tecrübe ettiği önemli geçişlere göre geliştirilmiştir. Bu çalışmanın bir başka özelliği de para ekonomisi ve burjuvanın gelişiminin Goitein’in kategorileştirmesinde belirle­yici oluşudur zira kendisi genellikle ticaret tarihi, burjuva ve Akde­niz ticaretine yoğunlaşmaktadır.

İnceleyin:  Abdurrahman Arslan - Dünyaya Müslümanca Bakmak ''Alıntılar''

İki ciltten oluşan çalışması İslam and Its Civilizatioriâa. (İslam ve İslam Medeniyeti) Fransız tarihçi Miquel (1990) İslam tarihini dört çağa ayırır: (a) Genişleme ve Yayılma Çağı (610-750), (b) Bağdat Halifeleri Çağı (750-1050), (c) Tiirk-Moğol Hâkimiyeti ve İslam’ın Yeni Yüzü (11. yüzyıldan 18. yüzyıl sonuna kadar), (d) Emperyalizm ve Arap Rönesansı (19. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar). Fransız akademik geleneğinin perspektifi Miquel’in kategorileştir­mesi üzerinde derin bir tesire sahiptir; ulusların bilhassa Arapların tecrübe ettiği geçişler bu kategorileştirmede belirleyici olmuştur.

Üç ciltlik çalışması The Venture of İslam da (İslam Teşebbüsü) M.G.S. Hodgson ‘İslam tarihinin esas meseleleri’ni altı çağ içinde ele alır: (a) İslam’ın Zerk Edilmesi: Yeni Bir Toplumsal Düzenin Oluşumu (…-692), (b) Yüksek Hilafetin Klasik Medeniyeti (692- 945), (c) Uluslararası Bir Medeniyetin Tesisi (945-1258), (d) Kriz ve Yenilenme: Moğol Çağı (1258-1503), (e) ikinci Bahar: Barut İmparatorlukları Dönemi (1503-1789) ve (f) Modern Dünyada İslam Mirası (1789-).

Bahsettiğimiz bu üç dönemlere ayırma çalışmasında hem örtüşen kısımlar hem de önemli farklar vardır. Ben de bu üç çalışmayı kıyaslamak ve eksikliklerine işaret etmek suretiyle yeni bir dönem­leştirme geliştirmeye çalışacağım. Yukarıdaki çalışmaları kıyas ederek keyifle savunacağım dönemleştirmenin esas başlıkları ilerle­yen sayfalarda etraflıca ele alınacaktır. Dönemleştirme ise şu şekilde olacaktır: (a) Fetihler ve Kuruluş Çağı (610-750), (b) İslam Mede­niyetinin Klasik Çağı (750-1258), (c) İslam’ın Mali Gücünün Kirvesi ve İmparatorluklar Çağı, (d) Batının Sömürgeciliği ve Buhran Çağı (1800-…)

İlk Dönem: Fetihler ve Kuruluş Çağı (610-750)

İslam tarihinin başlangıcı konusunu ele alarak işe koyulalım. Goitein, İslam tarihini Arapların tarihi addeder. Bu yüzden İslam tarihini, Kureyş kabilesinin Mekke’de MS 500 yılında ticari bir ittifak (ilaf) kurarak yükselmesiyle başlatır. Hodgson, kesin bir tarih beyan etmez fakat teorisini İslam’ın Arap Yarımadasından (Acem-Sami bölgesi) çıkıp yayılması üzerine kurar. Miquel ise Hazreti Muhammed e ilk vahyin geldiği MS 610 yılını, İslam tarihinin başlangıcı addeder.

Miquel, İslam tarihinin ilk çağını yani başlangıcından (610) sekizinci yüzyıl ortasına kadar geçen dönemi (MS 750 civarı) ge­nişleme ve yayılma çağı olarak resmeder. Bu dönemde İslam tarihi Arapların tekelindeydi ve Arap geleneği de her alanda hakimdi. Olağanüstü bir hızla gerçekleşen fetihlerden ötürü, Eski Dünya nm merkezi Ispanya’dan Çin’e kadar çok kısa süre içinde İslam ın hakimiyetine girdi. Bu fetihlerin sonucunda, Müslümanlar önemli ticaret yollarını keşfetmeye başladı. En önemlisi de Doğu ve Akde­niz medeniyetlerinin temelleri bu fetihlerin sonucunda atıldı. Bu durum, Arapçanın resmî dil olarak kabul edilmesi ve madeni para basımıyla somutlaştı. Öte yandan, bu yüzyıl Şiilerin ve Haricilerin isyanları ve kural tanımazlıklarından ötürü çeşitli sıkıntılara sahne oldu; içerden bir parçalanma yaşandı. Bu dönemin son birkaç yılında, millî hareketler de ortaya çıkmaya başladı. Bütün bu şiddet, kardeş kavgası, ayrılık ve ihtilaflardan ötürü ortaya çıkan kaosa rağmen, hâlâ genç çağlarında olan İslam zamanı lehine kullandı ve kendi dinî sistemini tesis etti, aynı zamanda kendi temel kaide ve akide- ferinin de kabul edilmesini sağladı. Miquel, bu dönemle ilgili gö­rüşlerini şu şekilde bağlar: “Artık yeni bir tarihin kıyısındavız- Bağdat tarihi.’ Emevi devleti ytlttldiktan sonra, medeniyetin merkezini dünyadaki büyük ticaret yollarına yakınlaştırmak sekiz ila 13. yüzyıllar arasındaki İslam için elzemdi; zira böylelikle antik çağların klasik kültürleriyle buluşup yeni bir medeniyetin doğmasını sağlayabilecekti (Miquel 1990, s. 79).

Hodgson, İslam tarihinin ilk dönemini “Son Sasaniler ve İlk Halifeler Çağı” (…692) olarak tanımlar. Ona göre, MÖ 800 ila MS 600 yıllarında Nil ve Ceyhun {oukoumen) arasındaki yerleşim yer­lerinde insanlığın büyük isim ve gelenekleri ortaya çıktı. Hodgson, bu dönemi Kari Jasper’dan ödünç aldığı kavramı kullanarak “Eksen Çağı” olarak isimlendirir. İslam, bu çağın son birkaç yılında bu dünyaya adım atmıştır. Ona göre, yeni bir düzenin kartları Iran, Bereketli Hilal (Mezapotamya ve Doğu Akdeniz) ve Arabistan’da tam da bu dönemde karılıyordu. Bundan ötürü Hodgson da tartış­malarına, bu bölgelerde İslam doğmadan önce gelişmiş üç büyük medeniyeti inceleyerek başlar. Bu dönemde, Sasanilerin siyasi düzeni sallantıdaydı ve Hazreti Muhammed’in yakın arkadaşları (sahabe) önderliğinde Müslümanlar Nil’den Ceyhun’a kadar bütün toprak­lan hâkimiyet altına almış, daha uzaklardaki bölgelere bile yetişir olmuşlardı. Hodgson, bu dönemi Hicri 73 / Miladi 693’te sonlan- dırır. O yıl Abdullah ibn Zübeyr, Emevi Halifesine karşı isyan çı­karmış fakat General El-Haccac ibn Yusuf ’un kuşatmasıyla altı ay sonra Mekke’da mağlup edilip öldürülmüştü. Hodgson’a göre, Yüce Halifeler Çağı (MS 692-5) bu tarihten sonra başlar.

Önceki satırlarda özetlenen dönemlendirme biçimlerinde görülebileceği üzere, Turklerin İslam tarihine girişi İslam’ın ilk döneminin sonu için köşe taşı olarak kabul edilir. Esasında, Turk­lerin İslam siyasi hayatına dahlinin uzun vadeli ve önemli tesirleri olmuştur. Goitein’in de beyan ettiği üzere bu dönem Samarra şehrinin kurulmasıyla başlamıştır. Fakat Turklerin Samarra’daki etkisi, İslam tarihinde radikal geçişler başlatacak kadar güçlü değildi. Abbasi yönetimi Samarranın kurulmasıyla siyasi-askerî alanda Tîirklere geçmişse de Bağdat daha etkili olan sosyal, ekonomik, bilimsel ve kültürel alanlarda liderliğini koruyordu. Bana kalırsa, Samarranın kurulmasından ziyade, Emevilerin çöküşünü ve Abbasilerin 750’lerde neredeyse Bağdat’ın kurulmasıyla aynı zamana ı denk gelen yükselişini İslam dünyasındaki radikal değişikliklerin I başlangıcı olarak kabul etmek daha doğru olacaktır. Bunun yanı  sıra, Goitein (1949, s. 120,125) 750 yılını, Emevilerin çöküp Ab- basilcrin yükseldiği yıl olarak görür ve İslam dünyasında pek çok alandaki radikal değişimlerin başlangıcı olarak işaretler; bunu İbn el-Mukafianın Kitab’ul Sahabe adlı çalışmasına dayandırdığı “A Tuming Point in the History of Müslim State”2 (İslam Devletinin Tarihinde Bir Dönüm Noktası) adlı makalesinde yazmıştır. O sene Arap bürokrasisinin profesyonel bürokrasiyle, çeşitli kabilelerden oluşan ordunun paralı askerlerden oluşan düzenli bir orduyla ve Arap hâkimiyetinin de İran ve Turkler başta olmak üzere çeşitli uluslardan unsurlarla yer değiştirdiğini bildirir. Bu dönemde İslam tarihindeki değişimler varsayıldığından çok daha fazla ve derindi (Goitein 1980, s. 57). Abbasi devletinin kurulduğu 750 senesinin İslam tarihinde dönüm noktası olduğu, Andre Miquel, Bernard Lewis, Cari Brockelman, Fernand Braudel ve Julius Welhausen gibi pek çok tanınmış tarihçi tarafindan da vurgulanmaktaydı. Batılı tarihçiler için bu tarih Arap Krallığı (Emeviler) ve İslam İmpara­torluğu (Abbasiler) arasında bir kırılmayı ve yeni bir dönemin başlangıcını simgeler.

Hodgson 692 veya 700’de sona eren iç çatışmalara dikkatini verir ve İlk Halifeler Çağının bu seneler civarında bittiği fikrinde­dir. Fakat bunun, bütün bir tarihsel gidişatı dönüştürmeye yetecek kadar önemli bir etkiye sahip olduğu iddia edilemez. Emevilerin bütün siyasi rakiplerini hakladığı doğrudur fakat münferit olaylar­dan daha derine giden ve yeni bir çağın henüz başladığı hissi verecek şekilde tarihin gidişini değiştirecek bir gelişme yaşanmamıştır. Yine de bu kırılma noktası, onun altı çağdan oluşan sisteminde geçici bir kırılma noktasının temsilidir. Ona göre, ilk çağı ardından gelenlerden ayıran ve bitiren esas büyük geçiş halife (Emevi ve Abbasiler) otoritesinin çözülmesi ve Büveyhilerin 945 senesinde Bağdat’a girmesidir.

İslam medeniyetinin “Fetihler ve Kuruluş Çağı” olarak adlan­dırdığım ilk döneminin başat karakteristik özelliği, bu dönemdeki fetihlerdir. Çünkü devlet yönetimi, maliye, ordu, toplumsal yapı ve şehirler gibi pek çok alan fetihlerden epey etkilenmiştir. İslam, köklü Doğu medeniyetlerinin merkezlerini fethetmek ve eski dünyanın önemli ticaret yollarının kavşağında kontrol sağlamak suretiyle Doğu ve Akdeniz imparatorluklarının temellerini attı. Fetihler o kadar hızlı oluyordu ki yalnızca aşılmaz sıra dağlar ya da çöller İslam or­dularım durdurabiliyordu (batıda Pirene dağları, kuzeyde Toroslar ve Kafkaslar, doğuda Altay ve Pamir dağları, güneyde Himalayalar, Afrika’da Sahra Çölü ve Atlantik Okyanusu). Müslümanlar, genel nüfusa kıyasla azınlıkta kalıyordu ve tek bir siyasi otoritenin emrin- deydiler. Bu dönemde, bütün alanlarda Araplar ve Arapça hâkimdi. Müslümanlar ve diğer dinlere mensup insanlar arasında henüz ihti­laflar başlamamıştı. Farklı milletler birbirinin işine karışmadan bir arada yaşıyorlardı zira birbirleriyle zaten çok yakın bir zamanda karşılaşmışlardı. Öte yandan Bedeviler şehirleşiyordu. Fetihlerden kaynaklanan hızlı uluslararası genişleme, radikal toplumsal değişim ve fetihler fikir ayrılıklarını artıyordu; bu esnada Müslüman Araplar arasındaki siyasi hizipleşmeye bağlı olarak gerilim de tırmanıyordu; Müslüman Araplar, Şii ve Harici kabilelerin isyanları ve içerdeki derin buhranlarla sarsılıyordu. Dine adanma ve şevkle ibadet, hük­metme arzusu, aidiyet hissi ve az şehirleşme gibi tepkilerin bütün medeniyetlerin kuruluş aşamasında görüldüğünü söyleyebiliriz. Bu dönemin son yıllarında, olayların gidişatıyla ortaya çıkan huzursuz­luğa bağlı olarak yerel muhalefet yükselişe geçti. En nihayetinde bu dönem; iç çatışmalar, hızlı gelişme, Arap yöneticilerin ifrat halleri, istikrarlı bir yönetimden yoksunluk ve denetlenemeyen toplumsal hareketlilikten kaynaklanan gerilimlerden ötürü sona erdi. Bu yüz­den bu dönem fetihler ve kuruluş çağı olarak adlandırılabilir.

İkinci Dönem: Klasik İslam Çağı (750-1258)

İslam tarihinin ilk döneminin ne zaman sona erdiği ve bu dönemi sona erdiren olayın hangisi olduğu, aynı zamanda bundan sonraki dönemi belirlemek için nasıl bir niteleme kullanılması gerektiği üzeri ne pek çok tartışma vardır. Goitein (1968, s. 124) bu ilk dönemi takip eden safha için ‘ara medeniyet” (850-1250) terimini kullanır. Fakat bu terimi Avrupa merkezci Oryantalist argümanlarda kulla­nıldığı şekliyle kullanmadığını da vurgular; bu argümanlarda terimin gerçekten kastedilen anlamı “aracı”dır. Çünkü, Goiteine göre, İslam medeniyeti Helen medeniyeti/mirası ve Rönesans arasında yalnızca bir taşıyıcı değildi; kendi değerlerini yaratmayı başarmıştı. “Ara” terimi daha ziyade konum bildirmek için kullanılmıştır. İslam me­deniyeti Doğu Hindustan-Çin ve Batı Afrika ve Avrupa arasında bir araç işlevi de gördü. Ayrıca, bütün medeniyetleri bu sınırlar içerisinde kendine katma özelliği de vardı. Goitein e göre, bu döne­min baskın niteliği liberal para ekonomisi, orta sınıfların ayrıcalığına dayalı toplum yapısı, dünyevi Yunan bilimlerinin yaygın etkisi, olağanüstü yaratıcı bir esneklik ve dinî meselelerde zenginlik idi.

Her ne kadar Miquel bu dönemi “Yüzleşmeler, Buluşmalar Çağı: Arap Geleneği ve Yabancı Miraslar” (VIII-XI yüzyıllar) ola­rak adlandırsa da “Bağdat Halifeleri Çağı” terimini tercih eder (750-1050). Ona bakılırsa, İslam bu çağda kendini hâkim olduğu topraklarda istikrar sağlamış ve temellerini güçlendirmiştir. Bağdat m ticaret yollarının kavşağında kurulması ve eli kulağındaki fetihlerden ötürü, göz alıcı bir şehirleşme hareketi gerçekleşmiştir (İslam m 17 mumu). Müslümanlar, bütün ticari kavşakları hâkimiyet altına al­mıştı, ticaret de bu dönemin ayırıcı özelliğiydi. Her şey hareket hâlindeydi: insanlar, bitkiler, hayvanlar ve kültürler. İslam hüküm­ranlığı açık denizlerde kurulurken, Antik Çağdan beri çöllerde devam eden ticaret ivme kazanıyordu. Sınırlı bir Bedevi hayatından şehir hayatına geçen toplum yabancı miraslarla karşılaşır olmuş ve süreç içinde kendi gelenek ve yeniliklerini de işin içine katarak dinamik bir hâle kavuşmuştu. Siyasi ve dinî bölünmelere rağmen halifenin ruhani otoritesi altında birleşmiş Müslüman bir toplum vardı. Öte yandan yabancı geleneklerle temas/diyalog (kültür açı­sından) yoğundu ve eski gelenekler sürekli olarak canlanıyordu; bir diğer deyişle kültür hâlâ oluşum sürecindeydi. Emeviler zamanındaki dinçlik, İran’dan gelen taze kan ve İslam medeniyetini ateşleyip kendi kültürel doruğuna çıkaracak gelişimin tohumlarıyla serpilmişti. Yazar bu durumu şu kelimelerle ifade etmektedir: “Emevilerin ek­tiğini Abbasiler biçti” (Miquel 1990, s. 93). İslam’ı en yüksek mertebesine çıkaran ve bu kadar başarılı bir din kılan kültür ve medeniyetin tohumları Bağdat Halifeleri Çağında atılmıştı.

Abbasiler, Emevilerden devraldıkları mirası dokuzuncu yüzyı­lın ortasına kadar İran’dan aldıkları taze kanla geliştirip zenginleş­tirdiler. Fakat Iran kültürü, İslam teoloji, dil ve kültürüne direniyordu. Siyasi, ekonomik, etnik, dinî ve toplumsal krizler ticaret yollarına zarar vermeye başlamıştı, şehirlerin şanlı cephelerinde delikler açıyor, İslam’ın temellerini insanların düşüncelerini etkileyerek sarsıyordu. Dönemin beraberinde gerileme ve çöküş getirmesi uzun sürmedi (Miquel 1990, s. 124). Dünyanın kaderi hâlâ Doğunun ellerindeydi fakat Avrupa denizlerde faal hâle gelmeye başlamıştı. Abbasi hali­felerinin siyasi otoriteyi kaybetmesi, siyasi birliğin parçalanmasına sebep olmakla kalmamış aynı zamanda ikta, sisteminin[11] askerîleşmesini ve sosyo-ekonomik yapıyı etkileyecek radikal değişiklikleri de be­raberinde getirmişti. Bu gelişme sonucunda, memur-esnaf politikası benimseyen “para aristokrasisi” askerî bir yapı benimseyen “kılıç aristokrasisinin yerine geçmişti. Bir anlamda çürümüş ticari sınıf, toprak biriktiren askerî sınıfla yer değiştirmişti (Miquel 1990, s. 164-5). Ticari sınıfin sahneye girmesi bu dönemi bitirmekle kal­mamış aynı zamanda İslam dünyasının sosyo-ekonomik anlamda görünümünü de değiştirmişti.

Hodgson’a bakacak olursak, bu dönem Mervani halifelerinde vücuda gelmeye başlayan klasik İslam medeniyetinin ilk dönemidir. İslam toplumu tek bir büyük devletten ve halifenin otoritesinden müteşekkildi; Arapça bilim ve kültür devleti olarak gitgide hâkim hâle geliyordu. İslam medeniyetinin klasik formülasyonuna karar verilmişti: Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler ve Mazdekiler. Ayrıca, İslam öncesi dönemlerden gelen bazı gelenekler ihya edildi, bu da çok veçheli bir gelişmeye yol açtı. Bu safhada Sasanileri model alarak mutlak bürokratik bir imparatorluk oluşturuldu ve Arapçada t ifâde bulan bir medeniyet doğdu. Artık, bu parlak kültürü merkeze i alan bir “İslam kültürü” oluşmuş, esası İslam’la tanımlanan bir “İslam Dünyası” vücuda gelmişti. Halifenin otoritesiyle varlık bulan bu çağ dokuzuncu yüzyılın ortasından itibaren kapanmaya başladı; siyasi bütünlük 10. yüzyılın ortasında tamamen bozuldu. Bu çöküş (a) tarım topraklarının yetersizliği ve sulama sisteminin çöküşü ve kısmen de (b) hâkim toplumsal grupların desteğini alacak ve böy­lelikle siyasi bütünlük sağlayacak fikir ve modelleri geliştirmesi için halifeye yaslanan din adamlarının başarısızlığına bağlı olarak ger­çekleşti. Büveyhilerin Bağdat’a girdiği 945 senesinin “Yüce Halife­ler Çağı”nın sonu olduğu ileri sürülmüştür.

Sorokin, bu dönemin sonu kabul edilen 945 senesi civarındaki geçişi açıklarken, Toynbee’nin kendi tarih felsefesinde geliştirdiği terimleri kullanmıştır, Toynbee, bu tarih felsefesinde halife etrafın­daki “yaratıcı azınlığın” hâkim toplumsal grupların desteğini alacak fikir ve modeller üretmeyi başaramadığını bildirir. Bu azınlık bu yüzden siyasi bütünlüğü sağlayamamıştır; hâl böyle olunca içerdeki işçi sınıfi” açısından artık örnek alınabilir olmaktan çıkmışlardır. Dönemin sonu da böylelikle gelmiştir (Sorokin 1997, s. 149-50). Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta, yüce hilafet çökse de hız kesmeden devam eden ve bu dönemin asıl karakteristiğini oluşturan dinamik geleneklerdir. Halife çökmesine rağmen, bilim ve felsefe ile cşraf-tüccar tarafından şekillendirilmiş toplumsal ya­pılar varlığını sürdürüyor, siyasi parçalanmaya rağmen kültürel birlik sürüyordu. Bu yüzden de halifenin çözülmesinin etkileri siyasi bir parçalanmadan fazlası değildi. Elbette, Müslümanların yaşadık- lan coğrafyalarda çoğunluk olması ve İslam bilim ve felsefesinin kendi klasiklerini üretmesi gibi gelişmeler yaşanıyordu fakat bunlar yalnızca uzun zaman önce gerçekleşmiş büyük bir geçişle başlayan sürecin devamı niteliğindeydi. Bu yüzden de ilk dönemin sonunu getiren olay daha ileri bir tarihte aranmalıdır.

Hodgson, İslam tarihinde üçüncü safha olarak aldığı ve ‘‘İslam Orta Çağının tik Zamanları” (945-1258) adını verdiği yeni bir dönemden bahseder. Bu dönemde, Acem-Sami topraklarının ötesine geçen uluslararası bir medeniyet ve toplum tesis edildi. Bir yandan siyasi parçalanma devam ediyor, öte yandan Arap ve Fars dillerinde ifadeye kavuşan ortak kültür ve toplumsal kuramların iç dinamizmi sayesinde İslam dini yayılıyor, İslam birliği de gelişiyordu. Bu çağda İslam tarihinde meydana gelen bir diğer gelişme de çoğunlukla göçebe topluluklara ait Memlûklerden oluşan toplumsal sınıf ümera ile ulema, tüccar, zanaatkarlar ve kabile ve dinî topluluklardaki soylulardan oluşan “ayan” sınıf arasındaki ayrımdı; bu ayrım zaman içinde daha da görünür hâle geldi ve toplumun her katmanında hissedilir oldu. Her ne kadar ayan sınıfı Müslüman toplumun önemli bir parçası olarak siyasi sistemde meşruiyet kazandıysa da askerî sınıftan ayrışmış durumdaydı. Bir diğer ayrışma da dil konusunda karşımıza çıkıyor; ulema din işlerinde Arapça kullanırken saray erkanı ve yönetici sınıf bilhassa doğu bölgelerinde Farsça konuşu­yordu.

Benim sınıflandırmama göre “ikinci Klasik İslam Çağı” olarak adlandırılabilecek ikinci çağ 750’deki Abbasi devrimiyle başlamış, Bağdat’ın 1258’de Moğol işgaliyle sona ermiştir. Daha önce ele alındığı üzere, Emevilerin çöküşüne sebep olan Abbasi devrimi siyasi, toplumsal ve sonrasında kültürel alanlarda büyük değişikliklerin fitilini ateşledi ve tabiatı gereği daha kalıcı değişikliklerle sonuçla­nacaktı. Bu döneme Braudel “Abbasi Kavşağı” diyordu (1999> s. 94). Abbasiler iktidara geldikten hemen sonra, ilk dönemin karak­teristiğini tanımlayan fetihler önemli ölçüde azaldı ve şehirleşmeyle birlikte kültürel hayatta bir canlanma başladı. Tarihin bu döneminde, İslam antik dünya mirası üzerine kurulmuş en parlak medeniyet

hâline geldi. Abbasilerin gelişiyle birlikte İslam kültürel havzası içinde farklı coğrafya ve tarih çağlarını irdeleyen kurucu klasiklerin , üretilmesi aslında yeni bir medeniyetin tesisini işaret ediyordu. Bu L klasikler hem kuruluş sürecindeki yeni medeniyetin düşünce biçimini  yansıtıyor hem de daha sonra vücuda gelecek medeniyetin temelini atıyordu. Davutoğlu’nun da beyan ettiği üzere (2007, s. 23) bu tür  kurucu klasikler her medeniyetin tarihinde bir dönem üretilir. İslam medeniyetinde bu dönem sekizinci yüzyılın ortasında Abbasi dev­letinin kurulmasıyla başlamış, 13. yüzyıla kadar devam etmiştir. Bu dönemde, İslam’ın siyasi, ekonomik, bilimsel ve ideolojik yapıları  kurulmuş; müesses her alanda temel kavram, düşünce ve ekoller I şekillendirilmiştir. Bu aynı zamanda hemen her alanda (fıkıh, hadis, kelam, felsefe, sanat ve edebiyat) sistem kurucu filozof ve uzmanla­rın ortaya çıkıp kendi çalışmalarını ürettiği dönemdir. İslam mede­niyeti bu dönemde asli klasik formülasyonunu geliştirmiştir. Bundan ötürü, bana göre, bu çağa atıfta bulunmanın en uygun yolu yine “Klasik İslam Çağı” demek olacaktır.

Bu çağ kendi içinde iki safhaya ayrılır. Abbasilerin hükmettiği ilk safhanın karakteristik özellikleri Bağdat’ta görülebilir. Bağdat hem tüccarların buluşma noktası hem de antik kültür miraslarının । kaynaşma noktasıydı. Bu dönem “mutlak hilafet in çözülmesiyle siyasi gücünü kaybederek sona erdi. Hilafetin çöküşüyle, İslam  dünyasının her yanında alternatif kültürel havzalar ortaya çıktı. İkinci safhada, Abbasiler ve Osmanlılar arasında yüzlerce devlet kuruldu ve çok merkezli bir yapı geliştirildi. 10. yüzyıldan sonra, Büveyhiler (945-1053) Irak ve İran’ın batısına, Samaniler (999a kadar) Maveraünnehir ve İran’ın doğusuna yerleşti; Gazneliler (1040a kadar), Selçuklular ve onlara tabi devletler Afganistan, Horasan ve Hint havzasına geçerken, Fatımi Devleti ve Murâbıtlar batıya yerleşti. Moğol istilası bütün bu devletleri kasırga gibi süpürdü. Bu dönemde, Farsça ikinci dil olarak gelişti. Tasavvuf tarikatları, fttûvvet ve medrese gibi birlikler ortaya çıktı. Yine bu dönemde Gazali felsefi kelamı, Ibn Arabi de tasavvufiı geliştirdi. Selçukluların da katkısıyla neredeyse yeni bir Müslüman medeniyet (Türk İslâmî) doğdu. Müslümanların fetihleri; Selçukluların İslam’ı kabul etmesiyle ve Bizanslılara karşı Malazgirt savaşının kazanılmasıyla yeniden başladı. İslam’ın yeniden “Doğuş ve Yayılma Çağı” batıda Berberiler» doğuda Selçuklu ve Osmanlılarla başlamıştı. Mağrip ülkeleri ve İspanya, bilim ve fikir geleneği açısından da parlak çağlarını yaşıyordu. Hayatlarını Mağrip ülkeleri, İspanya ve Sicilya’da geçiren İbn Bacce, İbn Meymun» İbn Tufeyl gibi büyük sistem filozofları ve bu gele­neğin en parlak ismi İbn Rüşd gönenmiştiler. Selçukluların İslam tarihine girişi, hem siyasi-askerî başarılarından hem de “bilimsel düşünce” alanındaki büyük çabalarından ötürü yeni bir çağın baş­langıcını temsil eder. Selçukluların askeri ikta sistemini siyasi-idari sınırların ötesine yayması, toplumsal ve ekonomik yapılarda radikal bir değişimin fitilini ateşledi. Bu gelişme; din adamı-tüccar tipinin “askeri siyasi” seçkinlerle yer değiştirmesine sebep oldu. Bu da para aristokrasisi yerine kılıç aristokrasisinin hâkimiyetini güçlendirdi (Miquel 1990, s. 164-5).

Miquel, Turklerin başlattığı sürecin sekizinci yüzyıl boyunca devam ettiğini söylerken, Hodgson bu çağın Avrupa’nın coğrafi keşiflerine yani 15. yüzyıla kadar uzandığını iddia eder. Goitein de bu tarihsel dönemde hiçbir kırılma noktası görmediğini bildirir; orta sınıf-burjuva temelli analizler yapar ve şöyle der: “Orta sınıf 750 yılında ortaya çıktı, üçüncü yüzyılda güçlendi ve en parlak dönemine dört ve beşinci yüzyıllarda ulaşıp Memlûk askerleri üze­rinde hâkim ve etkili hâle geldi” (Goitein 1968, s. 227). Goiteine göre, Abbasilerden sonra tarihsel yapıdaki radikal değişim 945 ya da 1050’de değil de Moğol istilasıyla birlikte 1258’de yaşandı. Go­itein, bu şekilde düşünen tek kişi değildir. C. Cahen (1993), B. Lewis ve  Braudel de 750-1258 arasını tarihsel birlik dönemi olarak görür. Braudel’e göre (s. 97) bu klasik dönem İbn Rüşd’ün 1199 da ölmesiyle sona erer fakat Hodgson bu çağın daha önce de tartışıldığı üzere iki dönem olarak incelenmesi gerektiği fikrindedir. Bu iki dönemin ilki 692 ila 945 arasındaki dönemdir, bu döneme de “Mutlak Hilafet” der. Bundan sonra gelen ikinci dönem 1250’de sona erer, ona da “Erken Orta Çağ” denir. Fakat Hodgson 945-1250 arasındaki dönemi “İlk Orta Çağ” 1250-1500 arasını da “Son Orta Çağ” olarak isimlendirir ve 945-1500 arasındaki dönemi entegre bir birlik olarak görür. Ona kalırsa, eski hilafet toplumu birbirinden bağımsız pek çok yöneticinin hükmü altında sürekli genişleyen bir toplumla yer değiştirmişti ve hilafetin çöktüğü 945 senesinin ardın­dan gelen beş yüz yıl boyunca dil ve kültür açısından uluslararası bir karakter sergilemişti. Miquel, bu çağın 1050’de Selçukluların gelişiyle sona erdiğini iddia etmektedir; bu tarih Hodgsonun sunduğu tarihten bir yüzyıl sonradır.

İslam tarihinin dönemlere ayrılması üzerine çalışmalar yapan pek çok tarihçi Türklerin İslam dünyasına girişini bir dönüm nok­tası olarak görmüşlerdir. Dağcı-göçebe kabilelerin gelişiyle İslam dünyasının şartlarının değiştiğine dair bir kanaat vardır (Gibb 1991, s. 40). Türklerin gelişiyle Arapların hâkimiyeti ve Yüce Halifeler Çağı sona ermiş, ikta sistemi yayılmış, İslam fetihleri üç yüz yılın ardından canlanmış ve göçebe kabileler yerleşik dünyaya hâkim olmaya başlamıştır; bütün bu gelişmeler de değişimin başlangıcına işaret etmektedir.

Moğollardan önceki dönemde; Harezmiler, Karahanlılar ve Gurlular Asya’da birbiriyle savaşıyor, Anadolu Selçukluları, Zen- giler ve Eyyûbîler hem kendi aralarında hem de Doğu Akdeniz de Haçlılara karşı savaşıyorlardı; Endülüs, Murâbıt ve Muvahhid emirlikleri de hem kendi aralarında hem de Batı’da Aragon ve Kastilya Krallığına karşı savaşıyorlardı. Aynı zamanda bir başka önemli gelişme de yaşandı: Normanlar Sicilya, Girit ve Malta’yı işgal etti ve Akdeniz’deki İslam hâkimiyeti Osmanlıların yükselme dönemine kadar kesintiye uğradı. Haçlılar bile karada başarısız olmalarına rağmen (1095-1291) denize ve Akdeniz üzerindeki ticaret yerlerine yeniden sahip olmayı becermişti. Haçlılar, Ak- ka’daki son kalelerini kaybetmiş fakat Akdeniz’deki üstünlüklerini kaybetmemişti. Braudel’e göre (1999, s. 83) bu olay Avrupa’nın yükselişini ve Müslümanların o toprakların sınırlarına hapsoluşunu simgelemektedir.                             ’

Klasik İslam medeniyetinin 12. ve 13. yüzyıllarda bir krizle karşı karşıya kalıp kalmadığı konusunda ilgili tartışmalar devam etmektedir. Braudel (1999» s. 109) İslam medeniyetinin bu çağda ciddi anlamda gerilemeye başladığını düşünür ve bu çağa “duraklama ve gerileme” çağı der. Bu durumun pek çok sebebi olduğuna işaret edilmiştir: (a) göçebe toplulukların hâkimiyeti, (b) Haçlı saldırılan (1095-1291) ve sonrasında İslam medeniyetinin bütün bir yazılı kültürüyle gelişmiş şehir kültürünü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakan Moğol istilası, (c) Gazalinin felsefe ve özgür düşün­ceye saldırıları, (d) tasavvufun getirdiği sezgisel bilgi, epistemoloji ve çileciliğin yayılması ve (e) Müslümanların Akdeniz’e ulaşamaması. Bu nedenlerin hepsi de bağımsız birer konu olarak çalışılmaya değer. Braudel’in de vurguladığı üzere, 13. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar devam eden buhran İslam coğrafyasıyla sınırlı değildi. Çin’den Avrupa’ya bütün dünya salgın, savaş, nüfus hareketleri, ekonomik durgunluk ve çalışan kesimin azalması gibi sorunlarla karşı karşıyaydı. Fakat Braudel (1999, s. 111) İslam dünyasının 13. yüzyıldaki özgül sorunlarının Müslümanların topraklarındaki buhranı derinleştiren bu küresel krizle birleştiğini iddia eder,

İnceleyin:  Savaş Ş.Barkçin - Yön ve Yol Adlı Kitaptan Alıntılar

Üçüncü Dönem: İslam’ın Maddi Gücünün Doruğu ve İmparatorluklar Çağı (1258-1800)

Goitein, Moğol istilası sonrası dönemi “Kurumsallaşmış, Bölgesel, Arap Olmayan Çağ (1250-1800)” olarak adlandırır. Bu çağ temelde askerî feodalizmin (ikta ordusu) yükselişi, bürokratik devlet (küttab) ve bütün sahalarda devlet tekelinin yaygınlaşması, lonca ve meslek örgütlerinin (ahi toplulukları) denetimiyle nitelenmektedir. Her şey örgütlüdür; büyük okullar (medreseler), tekkeler (ve zaviyeler), yüksek maaşlı bir kadro, büyük ansiklopediler ve örneklik kılavuz­lar ve bilim… Bunların tamamı İslam’dan önce ortada olmayan yeni kuramların temsiliydi. Bu dönemde, dinî üretim büyük ölçüde gericilikle yer değiştirdi. Mistisizmin yerini teozofi, tasavvufun yerini dinî tarikatlar aldı. Daha sonra Osmanlı, Safevi, Babür ve Çağatay devletlerinin hâkim olduğu alanlarda kültürel farklar be­lirmeye başladı. Kopukluk ve ayrışma artık yalnızca dille ilgili bir mesele değildi; sanat, mimari, hatta ve felsefe ve bilim de dahil olmak üzere bütün alanlar bozulmuştu.

Miquel, bu dönemi Selçukluların İslam dünyasına girdiği 1050 yılıyla başlatır ve 18. yüzyıl sonunda bitirir. Miquel, “Türk-Moğol Hâkimiyeti ve İslam’ın Yeni Yüzü” (11. yüzyıl-18. yüzyılın sonu) ifadesini bu dönemi tanımlamak için kullanır. Miquele göre, İslam tarihi 1050’den 1800 e yaklaşık sekiz yüz yıl boyunca Orta Asyalı­ların bilhassa Moğol ve Türklerin tekeli altındaydı. Araplar, 19. yüzyılın sonuna kadar sahneye çıkmayacaklardı artık. Türkler, Berberiler ve Moğollar yeni faillerdi. Selçuklularla başlayan bu nüfus hareketini batıda Moğol ve Berberiler takip etti; bilginin değiş-tokuşu ve ekonomik ilişkiler parçalanmış Eski Dünyaya hayat getirdi, Abbasiler dönemindeki gelenekleri de canlandırdı. Miquele göre, Moğollar İslam’ın gelişini engellememiş, yaygın iddiaların aksine Müslüman tüccarların hareket alanını genişlettikleri için içerden bir fetih yapmışlardı. İslam bu çağda Orta Afrika’dan Uzak Doğuya, Hint alt-kıtasından Çin’e yayıldı; Mısır, Anadolu, İran, Hindistan ve Orta Asya’da ortaya çıkan büyük imparatorlukların sınırlan önemli ölçüde genişledi; siyasi istikrar ve yeni ticaret yol­larının eskilere eklenmesi sayesinde ticaret gelişti ve kurumsallaşma sağlandığı için bilim ve sanat alanlarında olağanüstü başarılar elde edildi (Miquel 1990, s. 372-83).

Hodgson, bu dönemi Avrupa’nın kategorileştirmelerine benzer bir tarihsel kategorileştirme benimseyerek inceler ve iki kısma ayırır: “Erken İslami Orta Çağ” (945-1258) ve “Geç İslami Orta Çağ” (1053-1258). Hodgson a göre Geç İslami Orta Çağ, Moğol hâkimiyeti ve İslami kurumlar ile İslam mirasındaki krizler ve uyanışlarla nite­lenmekteydi, İslâmlaşmış şehirler Moğollarca işgal edilmiş ve yıkıl­mışsa da İslami normlar kabul edilerek kuzey yarımkürede yayılmaya devam etmişti. Bu dönemde, İslam Anadolu’ya, Balkanlara, Hindistan’a, güneydoğu Asya’ya ve Sahra altı Afrika’ya yayıldı. Moğol belası- Balkanlar ve Bengal arasındaki bölgeye eşine rastlanmamış şekilde etkide bulunan Iran kültürünün yayılmasıyla, siyasi bir geleneğin oluşumuna sebebiyet verdi. Hodgson, İslam kültür ve toplumunda, bu dönemde radikal bir değişim yaşandığı yönünde pek çok araş­tırmacı tarafindan dile getirilen iddiayı cerh eder ve bu çağda kül­türel çöküş yahut radikal toplumsal değişiklik olarak tanımlanabi­lecek herhangi bir şeyin gerçekleşmediğini söyler. Bundan ötürü de bir sonraki çağı “İkinci Bahar: Barut Savaşı İmparatorlukları” (1503-1789) olarak tanımlar. Ona göre, Farsileştirilmiş kültür bu dönemde büyük yerel imparatorlukların (Osmanlı, Safevi, Babür) hükmü altında serpildi. Tarıma öncelik veren bütün bu bürokratik imparatorlukların yönetici sınıfları Türk seçkinleriydi. İslam’ın mali gücü doruktaydı ve bu güç o dönemde Eski Dünya’da {oikounneme) en büyük rolü oynuyordu. Dünyanın geniş bir kısmında Müslüman hâkimiyeti vardı fakat estetik ve fikir üretimi gitgide kayboluyordu. Avrupa ise uyanışa geçmişti. Bu bürokratik tarım imparatorluklan hem kültürel üretimi hem de Rönesans boyunca elde ettikleri gücü kaybetmeye başladıkları için Batı kültürü kuzey ve doğuya yayılı­yordu; gemi ticareti büyüyor, Büyük Ban Dönüşümü, pek çok aktörü de şekillendirerek gerçekleşiyordu. Bu dönemde yaşanan bu olay, aynı zamanda çağın sonunu getirdi ve İslam dünyası yaklaşık 1800 yılından sonra yeni bir çağa girdi.

İslam dünyasının 13. yüzyıldan sonra geçirdiği çarpıcı dönüşüm ve Moğol istilasının bu dönüşüm üzerindeki etkileri, İslam tarihinin en çok tartışılan dönemini teşkil etmektedir. Braudel (1999, s. 93) İslam dünyasının üstünlüğünü kaybettiğini ve asıl gerilemenin 18. yüzyılda başladığını iddia eder. Hodgson (1992; II, s. 409-12) Moğolların Afro-Avrasyanın tamamında gerileme ve ekonomik durgunluğa sebep olmamasının veba gibi başka nedenlere dayandı­ğını belirtir, öte yandan, Moğolların ve İslam’ın yayılmasının bir­leştirdiği coğrafyalarda bir mali uyanış gerçekleşmiştir. Hodgson a göre bilimsel üretimde gerilemenin tarım toplumlarının özellikle­rinden biri olan muhafazakâr ruhla ilgisi vardı. Nüfusun ve bilginin yer değiştirmesi Eski Dünyaya dinamizm getirmişti. Ahmet Davutoğluna göre (2002, s. 3-4) Moğol istilası İslam medeniyetini bütün fiziksel ve yazılı mirasını kaybetmenin kıyısına getirdi fakat İslam medeniyetinin esas ruhsal ve kültürel parametreleri güçlü bir şekilde var olmayı sürdürdü. Dahası İslam mali gücünün zirvesindeydi; başarısını da Osmanlı, Safevi ve Babürlülere borçluydu, öte yandan istiladan ötürü İslam medeniyetinin İlmî ve fikrî geleneğinde çarpıcı bir dönüşüm yaşandığı da doğrudur. Nil ve Ceyhun arasında kalan, İslam medeniyetinin en dinamik bölgesi olan topraklar bu istila sonucunda nüfus ve kültür anlamında çökmüş ve İslam dün­yasına kalan ağır bir “kafa travması” olmuştu. Pek çok felsefe, bilim ve sanat geleneği 13. yüzyıldan sonra açıkça kesintiye uğramıştı. Aynı gerileme ve kesatlık, istila görmemiş Batı İslam dünyasında da (Mağrip ve Endülüs) görülüyordu. Bu da bilhassa Murâbıtlardan (1250) sonraki Mağrip’in tarihinde aşikârdı (bin Nabi, 1992, s. 17-32). Bu yüzyıldan sonra, “yaratıcı bir zekaya… sahip insanların hem sayısı hem niteliği azalmıştı (Goldziher, 1993, s. 156). Tarih filozofu Sorokin, medeniyetin yaşadığı her krizden sonra ortaya bir tarih filozofu çıktığı yönündeki sava atıfla, İslam medeniyetinin 13. yüzyılda yaşadığı bu krizin sonucu olarak İbn Haldun un sahneye girdiğini öne sürer. Fakat tabii biz Oryantalistlerin gerilemeci pa­rametrelerle bakıp iddia ettiği gibi topyekûn bir gerilemeden bah­sedenleyiz; Braudel’in beyan ettiği gibi (1999, s. 93) bundan ancak “üstünlük ve üretkenliğin” kaybı olarak bahsedilebilir. Bana kalırsa asıl gerileme 18. yüzyıldan sonra başlamıştır.

Fakat önceki çağlara nazaran Moğol istilası esnasında İslam dünyasının içine kapanıp kendini yalıttığı da doğrudur. Klasik dönemde yapılan tercümeler durduktan sonra 16. yüzyıla kadar Latinceden Müslümanların konuştuğu dillere daha fazla kitap tercüme edilmemesi (Lewis 1996, s. 78-9) dikkate değerdir. Bu yüzyıldan itibaren, İslam dünyasında bilim/ilim muhafazakâr bir ruh tarafindan ele geçirilmiş, yenilikçi ve yaratıcı düşüncenin yerini eskinin tekrarı, derlenmesi ve muhafazasına yönelik tercihler almış­tır. Klasik çağda çeşitli sahalarda yazılan orijinal kitapların yerini çoğunlukla bu dönemde derleme ve toplama yoluyla yazılan “an- siklopedik” işler almıştır. Coğrafya alanında Hamavî, sözlük çalış­malarında İbn Manzûr, tefsirde Râzî, tarihte Nüveyrî, biyografi alanında Zehebî ve îbn Hallikân, tasavvufta İsfahanı, edebiyatta da Kalkaşendî bunlara örnek teşkil etmektedir. Yaratıcı işlerin yerine sistematik derlemeler, şerhler ve muhteşem Fars nesrini icmal etmek geçmiştir. Toplamda 300 kadar çalışmanın yazarı olan Celâleddin Süyûd (d. 911/1505) bu tasvirin en iyi karşılığıdır (Goldziher, 1993, s. 156’70). İslam medeniyeti felsefi ve dinî tartışmaları bir kenara bırakıp barut gücüyle büyük ve güçlü imparatorluklar kurdu; Roma gibi soyut ve teorik konulardan ziyade pratik meşgalelere dayalı bir düşünce dünyası ve örgütlü bir toplum tesis etti. Daha önce de bahsedildiği üzere medreselerden tarikatlara, iyi maaşla çalışan kadrolardan ilim irfana dek her şey örgütlüydü. Bunun yanı sıra İslam; Ege, Balkanlar ve Osmanlılar eliyle Doğu Avrupa’da; tasavvuf tarikatlarınca Keşmir’de, tüccarlar eliyle Sudan, Doğu Afrika ve Malezya’da, Moğolları takip eden Türkler tarafından da Çin’de yayılıyordu. Bundan ötürü İslam hâkimiyetindeki toprakların bü­yüklüğü artık Nil ve Ceyhun arasındaki topraklardan üç kat daha genişti, İslam 16. yüzyılın başında doruk noktalarından birine çıkmıştı. Hodgson bu dönemi “ikinci bahar” olarak tasvir eder. Bundan ötürü de bu dönemi tanımlamaya en uygun isim “İmpara­torluklar Çağı” olacaktır.

Peki bu çağ ne zaman sona erdi ? 18. yüzyıla gelindiğinde, İslam dünyasındaki üç imparatorluğun üçü de kara imparatorluğuydu. Kontrolsüz bırakılmış denizler Portekizli ve diğer Batılı denizcilerin zaferini kolaylaştırmıştı. Osmanlılar Akdeniz’de yakaladıkları başa­rıyı okyanuslarda gösterememişlerdi. Dünyanın ticaret yolları de­ğişiyor, hâkimiyet Atlantik Okyanusu kıyılarına geçiyordu, coğrafi keşifler; bu üç Müslüman imparatorluğun ekonomilerinin yavaş yavaş çökmesi ve İslam dünyasının nihayetinde çözünmesiyle so­nuçlandı. Fakat bu gelişmelerin nasıl yaşandığını ve ne kadar sür­düğünü anlamak için daha ileri alan çalışmalarına gerek duyuyoruz. Coğrafi keşifler, İslam dünyasına aniden tesir etmediğinden ötürü, kırılma noktasını belirlemek üzere, bu tesirlerin ne zaman aşikâr hâle geldiğini saptamamız gerekiyor. Osmanlı imparatorluğu 17.

yüzyılın sonundan önce bir gerileme yenilgi yaşamamıştı. Son ba­şarısı Viyana kuşatmasıydı. Braudel, Osmanlı’nın ölümünü açık denizleri denetim altına alamadığı gerçeğiyle açıklar ki bu zaten yaygın olarak öne sürülen bir görüştür. Eğer aynı bakışla düşünürsek, üç imparatorluğun tamamında da kurumsal ve toplumsal zayıflık belirtilerinin 1700’lerde görünür hâle geldiği söylenebilir. Osman- lılar kendi bütünlüklerini korumak için Avrupalılara bağımlı hâle gelirken, Safevi imparatorluğu isyankâr Afgan kabileleri tarafindan yıkıldı. Hindistan’daki Moğol imparatorluğu zaten çökmüştü. Iran, Hindistan ve Afrika’daki gelişmeler ilginç bir şekilde koşut gidiyordu. Batı, Plassey Muharebesinde Bengal’i fethetmiş ve Mısır’ı Napolyon’un keşifleriyle kendi kontrolü altına almıştı. Büyük bir dönüşümden geçen Batının gerisine düşen İslam dünyası için yeni bir çağın şafağı söküyordu. Bu çağ, 18. yüzyıl sonunda başladı.

Dördüncü Dönem: Batı’nın Sömürgeciliği ve Buhran Çağı (1800 Sonrası)

Goitein, İslam medeniyetinin son çağmı “Ulusal Kültürlere Geçiş: İslam’dan Ziyade Köklerden Gelen İlham” (1800-…) olarak tasvir eder. İslam tarihini kategorileştirmesi esnasında Arapları merkeze aldığı gibi, bu dönemi de milliyetçilik temelinde yorumlar. Fakat bu dönemde Müslüman halklar arasındaki milliyetçilik henüz bu çağın temel karakterini belirleyecek kadar güçlenmemişti. Müslüman halklar arasındaki milliyetçilik hareketleri ancak yüzyılın sonunda hissedilir olmuştu. Goitein, Lübnan’da 19. yüzyılda ufak bir grup Hristiyan Arap’ın faaliyetlerini analiz eder ve bu durumu bütün bir İslam dünyasına teşmil eder. Öte yandan Miquel, bu dönemi “Em­peryalizm ve Arap Rönesansı (19-20. yüzyıllar) olarak tanımlar. Miquel’e göre, Napolyon Bonapart’ın Mısır Seferi (1798) İslam tarihinde yeni bir çağın başlangıcını muştuluyordu. Bunun sebebi de bu olaydan sonra Müslümanların ruhsal ve zihinsel bir karma­şanın içine düşmesi, İslam topraklarında kendilerine meydan okunması ve iç savaşa zorlanmalarıydı. Hem idari-siyasi alanlarda hem de din düşüncesinde bir yenilik akımı almış başını gidiyordu. Bu dönemden sonra, İslam dünyası reform, kongre ve yenilik hare- kederine şahit olacaktı. Hodgson bu çağı “Modern Teknik Çağ” ve “Batı’nın Büyük Dönüşümü” olarak tasvir eder. Ona göre İslam mirası, bu dönemin modern ve teknik düşkünü dünyasında parça­landı. Batı’nın denetimindeki yeni dünyanın etkisi altında İslami- leşmiş medeniyet» dünya tarihindeki öncü rolünü kaybetti. Uzun zamandır hız kesmeden yoluna devam etmiş uluslararası İslam toplumu, ötekilerin yönettiği bir dünyada yaşayan parçalanmış azınlıklarla yer değiştirdi; Batı ya refah getiren olaylardan da tam ters yönde etkilendi. İslam toplumu artık tarihin aktörlerinden değildi; varlığını İslam toplumu olarak değil de İslam mirasını paylaşan bir toplum olarak sürdürüyordu. Batının önlerine koyduğu kritik meydan okumayla karşı karşıya kaldığından beri, İslami ko­nularla ilgili bütün tartışmalar bu meydan okumanın nasıl göğüs- leneceği temelinde geliştiriliyordu.

Hodgson un teknik gelişmelerle ilgili açıklaması elbette koca çağa en uygun açıklama olmayacaktır. Zira teknik gelişmeler, Batıyı 19. yüzyılın başlangıcında tamamen etkisi altına alacak durumda değildi. Fakat Hodgson un değerlendirmesi, Avrupa’da hâlâ hitama ermemiş tarihsel bir gelişmeyi İslam dünyasının içine hapsolduğu bir gerçeklik gibi sunuyordu. Miquel’in tanımının ilk kısmı “Em­peryalizm ve Arap Rönesansı” kabul edilebilir duruyor. Çünkü İslam dünyasının bu dönemdeki durumunu açıklayan reddedilemez gerçek fiziksel olarak Avrupa hâkimiyeti ve etkisi altında olmasıdır.

17.yüzyıl boyunca, Müslüman milletler tek tek sömürgeleşti­rildi. İslam toprakları, Batı medeniyetinin çeşidi unsurlarınca daya­tılan ölçütler mucibince Doğudan Batı ya çözülüyordu. Sümerlerle başlayan tarım çağından bu dönemde dünyanın her yerine yayılan teknikçi modern medeniyete geçişle birlikte tarım çağı koşullarına uygun şekilde tesis edilen ve uyarlanan kuramların» ilişkilerin ve düşünce süreçlerinin tamamı geçerliliğini kaybetmeye başladı; devletler, idari kurumlar, ekonomik yapılar ve gelenekler tuzla buz oldu. Bu nedenlerden ötürü bu dönem yoğun bir Batı emperyalizminin eşlik ettiği kapsayıcı yenilikleri arayış dönemi olarak tasvir edilebilir. Dolayısıyla ben de bu dönemin ismini “Batının Sömür­geciliği ve Buhran Çağı” (1800-) olarak adlandırmayı tercih ettim.

İslam dünyasının, Batının ilerlemesi karşısında tam olarak ne zaman gerilemeye başladığı popüler bir tartışma konusudur ve epeyce dikkat çeker. Bana kalırsa, sık sık ifade edildiğinin aksine, 17. yüz­yılda başlayan bir gerilemeden bahsedemeyiz. İslam dünyasının iç dinamiklerinden kaynaklanan dâhili zayıflıkların bazı göstergeleri vardı. 18. yüzyılda bile, İslam dünyası, dünyanın merkezindeydi. Ancak bu yüzyılın sonunda İslam dünyasının gerilemesi görünür hâle geldi. Batının genelde İslam toplundan, özelde Osmanlı im­paratorluğu üzerindeki etkileri 1699 yapılan Karlofça Antlaşması ile birlikte ciddi bir mesele hâlini aldı, zira Osmanlılar bu tarihten sonra Batıyı hesaba katmaya başladılar. Bunu Bengal’deki Plassey Muharebesi ve Mısır seferindeki başarılar takip etti. Ruslar Kafkasya’da 17. yüzyıldan bu yana derliyordu fakat 18. yüzyılın ikinci yarısında etkileri daha da görünür hâle geldi. Batı’dan gelen bu siyasi ve askerî etkiler altında Müslümanlar, Batının kendi topraklarında onlara meydan okuması karşısında kültürel ve siyasi açıdan yeniden can­lanmak için çaba sarf etmeye başladılar. Bu dönemde İslam dünya­sında ortaya çıkan bütün hareketler “savunmacı bir tarzda geliştirildi. Gülhane Hatt-ı Hümayununun 1839’da, Islahat Fermanının 1856’da, Birinci Meşrutiyetin 1876’da dan edilmesi ve II. Meşru­tiyet Devrinin 1908’de başlaması ve ardından 1923 te Cumhuriyetin ilanı Osmanlı tarihinde Batılılaşmaya doğru giden önemli adımlardı. Seyyid Ahmed Han’ın Hindistan’daki Aligarh ve Osmania Üniver­sitesi deneyimleri, Kazan Tatarları arasında çok popülerleşen Cedidedik hareketi ve Raşid Rıza de Muhammed Abduh liderliğinde Mısır’daki reform çabaları Batı’dan gelen meydan okumaya idari ve askerî alanlarda olduğu kadar fikir düzeyinde de cevap verme çaba­larının sonucuydu. Dahası, 20. yüzydın başlangıcından itibaren İslam dünyasının her köşesinde milliyetçilik hareketleri derinden hissedilir olmuş ve bu toprakların tarihini belirlemeye başlamıştı (Rahman 1984, s. 63-43). 19. yüzyılda İslam dünyasında etkili olan bütün hareketler (liberalizm, sosyalizm, milliyetçilik, faşizm vb.) yabancı kaynaklıydı.

Davutoğlu (2002, s. 7) 20. yüzyılda İslam dünyasının geçirdiği dönüşümleri dört dönem içinde ele alır, bu dönemlerin her biri çeyrek yüzyıla denk düşmektedir: (a) Yarı Sömürgecilik Dönemi, (b) Mutlak Sömürge Dönemi, (c) Ulus-devletler Dönemi ve (d) Siyasi Mücadele ve Aktif İş Birliği Dönemi. Ona göre, bu dönem­lerin her biri uluslararası sistemle ve sistem içindeki hâkim güç odaklarıyla farklı ilişki kurma örüntülerini yansıtır. Kökleri 19. yüzyıla uzanan ve Birinci Cihan Harbinin sonuna kadar süren yarı sömürge bağımlılık döneminde, Osmanlılar dışında bütün İslam dünyası yavaş yavaş sömürge hâkimiyetine girmiş ve bu hâkimiyete karşı mücadeleler başlamıştır. Bu dönem, Osmanlı’nın 1919’da çöküşüyle sona ermiş, iki dünya savaşı arası dönemi kapsayan mut­lak sömürge dönemi başlamıştır. İşte bu dönem, İslam tarihinin en karanlık dönemidir. Zira kısmen ayakta kalan İran, Afganistan’ın dağlık bölgeleri ve Arabistan’ın ortasındaki Rubülhali Çölü ile Anadolu toprakları haricinde bütün İslam dünyası sömürgeciler tarafindan işgal edilmişti. Dahası, İslam bu dönemde yalnızca bir Afro-Asyalı olgusuna dönüşmüş, sekülerizm bütün sahalarda göze batar olmuştu. Batının Sömürgeciliği ve Buhran Çağı olan bu üçüncü safha ikinci Cihan Harbi ve 1969’da İslami Konferans Örgütü (OIC) kurulana kadar geçen yıllan kapsıyordu.

Bu dönemin en önemli karakteristik özelliği nüfuslan çoğun­lukla Müslümanlardan oluşan ulus-devletlerin ortaya çıkışıydı. Bu arada Müslümanlar alternatif bir yönetim biçimi arayışından da vazgeçmiş değillerdi. Davutoğlu’na göre son safha, OİC’nin kurul­masıyla başlayan siyasi mücadele ve aktif iş birliği dönemidir. Ulus­lararası güç odaklarının Müslümanların karşı karşıya kaldığı sorun­lara adilane davranmaması ve çifte standart uygulaması İslam dünyasında emperyalizm karşıtı tepkisel bir hareketin doğuşu ve Batı ile İslam toplumları arasındaki gerilim artışıyla sonuçlanmıştır. Müslüman ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarına rağmen, bir iş birliği platformu tesis edildi. Ham petrole dayalı ekonomilerle birlikte, Güney Asya’da gelişen ekonomi ve ülkeler dikkat çekmeye başladı. Soğuk Savaştan kalan uzun soluklu diktatörlüklere karşı demokratikleşme hareketleri başladı ve İslam devletlerinin talepleri eş zamanlı olarak birbiriyle uyum içinde artmaya başladı. İslam dünyasının akademisyen ve entelektüelleri Oryantalist terminoloji hususunda Ban sosyal bilimleriyle yüzleşmeye ve bunu sorgulamaya başladı (Davutoğlu 2002, s. 19).

İslam dünyasının kendini sömürgeci hâkimiyetten kurtardığı bu çağın son dönemi yani şu an tam da içinde yaşadığımız çağ aynı zamanda bir geçiş ve kuruluş dönemidir. Müslümanlar bütün bu dönemlerden geçerek kapsamlı bir dönüşüm sürecini tecrübe et­mektedir. Din fikriyatı alanında Müslümanlar, tarım çağı koşullarında tesis edilmiş İslam mirasını yeniden düşünmekte ve bu mirası bu­günün ihtiyacına uygun şekilde yorumlama yönünde çabalamakta­dırlar. Geçtiğimiz iki yüz yılda reform ve yenilik hareketlerinin yoğun olmasının sebebi idealler ve gerçekler arasındaki boşluğu kapatma çabası olarak görülebilir. Geçtiğimiz iki yüz yılda modern­leşme çabalarına rağmen İslam dünyası Batı ya karşı güçlü bir dire­niş sergilemiştir. Yoksulluk, eğitimsizlik, siyasi istikrarsızlık, ekono­mik geri kalmışlık gibi krizlerle karşı karşıya kalmasına rağmen, İslam dünyası bir yandan temel değerlerini kaybetmemek için mücadele etmekte, öte yandan yaşadığı dünyayı yakalamak ve ne yöne gideceğini bulmak için çaba sarf etmektedir.

Sonuç

Bütün medeniyetler, kendilerini hem zaman hem mekâna göre tanımlamak ve anlamlı kılmak için idealleştirdikleri hayat tarzına uygun bir “günlük hayat” anlayışı geliştirir. Aynı zamanda diğer medeniyetlerden farklı bir bireysellik saptamak üzere kendi tarihsel tecrübe ve serüvenleri temelinde bir “tarihsel zaman” anlayışı da geliştirir. Her bir medeniyet kendine has tecrübelere sahip oldu­ğundan gelişmiş medeniyetlerin hiçbiri kendi günlük hayatını ve tarihsel hafızasını bir başka medeniyetin geliştirdiği zaman çizelgesi temelinde tesis edemez. Ne yazık ki İslam dünyasında, İslam tarih ve medeniyetinin dönemleri konusunun üstünde yeterince durul­mamıştır. Müslüman toplumlar, İslam medeniyetini acilen dönem­lerine ayırmalıdır. Bu çalışmadan yapılacak çıkarım da İslam mede­niyetinin bugüne kadar dört safhadan geçerek hayatta kaldığı olabilir.

Bu çalışmada, üç büyük tarihçinin dönemlendirmeleri üzerine bir tartışma yürüttüm ve yeni bir dönemlendirme önerdim. Bu tarihçilerden Miquel, Arap merkezli bir dönemlendirme geliştirir ve bu yüzden de İslam tarihinin klasik çağlarından sonrasını gerileme olarak görür. Goitein, kendi dönemlendirmesinin merkezine doğ­rudan siyasi olayları alır ve çözünme zamanlarındaki kültür ve fikir bütünlüğünü görmezden gelir. Hodgson, İslam tarihini daha bü­tüncül şekilde değerlendirmeye yaklaşmıştır. Fakat İslam tarihinin seyrini zaman zaman Avrupa tarihiyle kıyaslamış ve sahicilik iddi­asını yitirmiştir. Zira, Hodgson a bakılırsa, “İslam” dünya tarihinde dalgalanmaların bir parçasıdır. Ben ise yalnızca siyasi gelişmelere dayanmayan, aynı zamanda kültürel, fikrî ve sosyal faktörleri hesaba katan bütüncül bir bakış geliştirmeye çalıştım; bu bakış, İslam medeniyetinin kendine özgü iç dinamiklerini ortaya koyan ve İslam medeniyetinin dört çağdan oluştuğunu iddia eden ve aynı dünya tarihi içindeki konumunu belirleyen bir bakıştı. İslam medeniyeti­nin ilk çağı Fetihler ve Kuruluş Çağıdır ki 610’daki vahiyle başlayıp Emevilerin çöküşüyle sona ermiştir. Bu dönemin esas özelliği fetih­lerdir. İkinci çağ, Abbasilerin kuruluşuyla başlayan ve Bağdat’ın 1258de Moğollarca istila edilmesiyle sona eren Klasik İslam Çağıdır. Bu dönemde, siyasi yapı parçalanmasına ve çeşitlenmesine rağmen İslam dünyasının kültürel, ekonomik ve toplumsal yapılan bütün­leşik durumdaydı. Üçüncü çağ da bu tarihte başlayan ve 1800de Batı sömürgeciliğinin İslam dünyasına sızmaya başladığı döneme kadar devam eden İmparatorluklar Çağıdır. İslam’ın yayılmasının ikinci dalgasına sahne olan bu çağın başat özelliği kurumsallaşmadır. İslam medeniyetinin içinde bulunduğumuz dördüncü çağı da Sömürge ve Buhran Çağı’dır. Bu çağın esas özelliği yenilik arayışlarıdır; Müslümanların kendilerine ait bütün alanlarda Batı medeniyetinin meydan okuması karşısında çıkış yolu aramasıdır.

Editör:Lütfi Sunar – Müslüman Dünyada Medeniyet Tartışmaları,syf:103-140

Kaynakça

Armağan, M., ed. 2006. Osmanlı Geriledi Mi? İstanbul: Etkileşim Yayın­lan.

Atsız, N. 1977. Türk Tarihinde Meseleler, İstanbul: Ötüken Yayınları.

Braudel, E 1999. Uygarlıkların Grameri, çeviri: M. A. Kılıçbay. İstanbul: İmge.

Cahen, C. 1993. İslamiyet, çeviri: E. M. Erendor. İstanbul: Bilgi Yayınevi

Çandarlıoğlu, G. 2003. Tarih Metodu (Araştırma-Yazma), İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı.

Darling, L. T. 2006. ‘Osmanlı Tarihinde Dönemlendirme’. Osmanlı Ge­riledi Afi? içinde, editör: M. Armağan İstanbul: Etkileşim Yayınları.

Davutoğlu, A. 1997. ‘Medeniyetlerin Ben-İdraki’. Divan 2(3): 1—53.

—- . 2002. ‘İslam Dünyasının Siyasi Dönüşümü: Dönemlendirme ve Projeksiyon. Divan 7(12): 1-50.

——- . 2007. ‘Küreselleşme ve Medeniyetler Arası Etkileşim Bağlamında Ortak Değerler’. Anayasa Yargısı 24:405-14.

Demirci, M. 2002. ‘Abdullah İbnü’ 1-Mukaff ânın Risâletü’s-Sahabe Adlı Risalesi: Takdim ve Tercüme’. İSTEM Dergisi XII: 217-40.

Genç, M. 2006. ‘Tarihimize Giydirilen Deli Gömleği; Osmanlı Tarihinde Periyotlama Meselesi’. Osmanlı Geriledi Mı? içinde, editör: M Ar­mağan. İstanbul: Etkileşim Yayınları.

Gibb, H. 1991. İslam Medeniyeti Üzerine Araştırmalar, II, çeviri: Komis­yon. İstanbul, Endülüs Yayınları.

Goitein, S. D. 1949. ‘Tuming Point in the Islamic History’. Islamic Culture, XXIII: 120-35.

—— 1968. A Plea for Periodization of Islamic History’. Journal of the American OrientalSociety (JAOS) 88(2): 224-8.

—— * 1980. Dirâsât fi Târihi’bîslâmi ve n-Nuzûmi’1-lslâmiyye, çeviri: A. Kavs. Kuveyt.

Goldzihcr, I. 1993. Klasik Arap Literatürü, çeviri: R. Er ve A YüL-c^l Ankara: Vadi.           ‘

Hodgson, M. G. S. 1993. İslam m Serüveni, I—III, çeviri: Komisyon. İs­tanbul: İz Yayınları 1991.

—— . 2001. Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, çeviri: A. Kanlıdere. İstanbul: Yöneliş Yayınları.

Kafesoğhı, 1. 1964. ‘Üniversite Tarih Öğretiminde Yeni Bir Plan. Tarih Araştırmaları Dergisi, XIV (19): 1-13.

—— , 1984. ‘lîirk Tarihinde Çağlar Meselesi’ Türk Kültürü 254: 343-53.

Kafesoğlu, 1.» ve A. Donuk. 1990. ‘Türk Tarihinin Taksimatı’ Fırat Üni­versitesi Tarih Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kollokyumu içinde, editör: A. Yuvalı ve B. Kodaman, s. 37-46. Elâzığ: Fırat Üniversitesi.

Lewis, B. 1996. İslam dünyasında Yahudiler, çeviri: B. S. Şener. İstanbul: İmge Yayınları.

—— . 2001. Tarihte Araplar, çeviri: H. D. Yıldız. İstanbul: Ağaç Ya­yınlan.

Miquel, A. 1990. İslam ve Medeniyeti, I, çeviri: A. Fidan. İstanbul: Birle­şik Yayıncılık.

(bin) Nebi, M. 1992. Cezayir’de İslam m Yeniden Uyanışı, çeviri: E. Göze. İstanbul: Boğaziçi Yayınevi.

Niyazi, M. 2008. Türk Tarihinin Felsefesi, İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Özçelik, İ. 2001. Tarih Araştırmalarında Yöntem ve Teknikler, Ankara: Gündüz Eğitim ve Yayıncılık.

Rahman, Fazlur. 1984. İslam andModernity, Chicago: University of Chicago Press.

Said, E. 1979. Orientalism. Harmondsworth: Penguin.

Sarıçam, İ. ve S. Erşahin. 2005. İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara: Diyanet Yaymevi.

Sorokin, P. 1997. Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, çeviri: M. Tuncay. İstanbul: Göçebe Yayınları.

Spcnglcr, 0.1997. Batının Çöküşü, çeviri: N. Sengelli. İstanbul: Dergâh Yayınları,

Tbgan, Z. V. 1985. Tarihte Usûl. İstanbul: Enderun Kitabevi.

Ülgener, S. F. 1991. İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası. İs­tanbul: Der Yayınları,

[9] “Sahabe”, Peygamber’! kişisel olarak tanıyan dostlarına verilen isimdir. “Ta­biin” bu arkadaşları tanıyan ve amellerinde onları takip edenlerdir; “tebeu’t- tabiin” bu ikinci grup insanı tanıyan ve takip edenlerdir.

[11] 21740).( 1949S 120 35)Aynca bkz(2002) /STEM Der^ (2008, s.

[11] tkta, Islami bir iltizam uygulamasıdır. İktanın mahiyeti zaman ve mekânla değişmişse de genellikle idari bağışçılık türüdür. İngilizceye genellikle (yanlış bir şekilde) “fief * olarak tercüme edilir.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir