Susmak
Yalnızken susmak kolay. Zaten başka yol da yoktur. Ne ki, yalnızken susmayı anlamlı bir susma olarak göremeyiz. Susmanın bir anlamı olması için en az iki kişinin varlığı gerekir. Önemli olan, birlikte susmaktır. Hep beraberken susmak.
Başkası, konuşturur. Başkası, söz talep eder. Başkası, kışkırtır. Karşımızdaki, yanımızdaki ikinci bir kişinin varlığı ile biz aslında bir tercihle karşı karşıya kalırız: Onunla bütünleşmek ya da iki kişi olarak kalmak. Bu da nihayetinde şu sorunun kapısını çalar: Birey mi kalacaksın, cemaat mi olacaksın?
Kışkırtılmış insanların çığlığıyla dolu etrafımız. Susmayı unutturacak kadar üstelik. Modern dünyanın paçalarından söz akıyor. Konuş ki var olasın! Söze yaklaş ki bir adın olsun, nâmın yürüsün! Kelimeyi kanatıncaya kadar konuş! Acıyı görür görmez bağır, yalnızsan ıslık çal, kederliysen anlat!
Modern insan, söz istiyor. Ve asla kanmıyor. Söze sözle karşılık veriyor, dili kanayınca gövdesini kelimeye dönüştürüyor, çıplaklığın dilini kullanıyor, pornografik bir figüre dönüşüveriyor.
Bir araya gelip susma toplantıları yapılsa aslında.
Susma panelleri düzenlense.
Susma şölenleri tertip edilse.
Susma ödülleri verilse. Mesela, susma birinciliği!
Tabii, mansiyonlar da verilmeli. Ağlama mansiyonu. Gülmeme jüri özel ödülü.
Şaka değil bunlar. Böyle ödüller var. Ve sahiplerini her an buluyor. Altın tepsiler içinde her an sunuluyor onlara da, biz göremiyoruz. Keşke görebilseydik! Ödüller ödülünün susmadan geçtiğini bilseydik!
Bir kandil ışığı altında susarak birbirini anlamanın yolunu arayan in* sanların kurduğu kaç medeniyet gelip geçti! Şimdi şaşkınlar çağındayız.
Susarak anlaşmanın, konuşarak anlaşmaktan daha kolay olduğunu kabul ettirebileceğim fazla insan çıkacağını sanmam. Büyük ve muhteşem kavuşma sahnelerine çıkmış, düşünceden kalpleri kanamış nice irfan sahibinin bir araya gelip susma modelleri geliştirdiklerini, cemaat cemaat devleştiklerini ve camilerin, mescitlerin buradan doğduğunu kaç kişiye anlatabiliriz ki!
Cemaat olmanın başlı başına bir birlikte susma modeli olduğunu, birlikte susma bilincinin sahnelendiği bir tiyatro olduğunu ve bu tiyatronun müdavimlerinin dervişler olduğunu, konuşarak değil; ancak susarak, ancak birbirimizin yüzüne dilsiz akarak kavrayabiliriz diye düşünüyorum.
Susmanın, yalnız kalmakla mümkün olabileceğini düşünmek, belki sadece bir kaçıştan ibaret. Susmak, sözün de mümkün olduğu bir aralıkta dile hâkim olmayı becerebilmektir. Dili kalbe dolamak, kalbi kalbe karşı tutmaktır. Anlamak için, kavuşmak için, bütünleşmeye cesaret edebilmek için…
Susan gövde, yalnızın gövdesinden daha aydınlık, daha görkemli, daha açıklayıcı olsa gerek. Susan gövde akar. Denizin dip akış- lan gibi. Oysa yalnızın gövdesi durudur. Göl gibi. Birlikte susabili- yorsak, dalga dalga sevmenin kapılarını zorluyoruzdur. Diğerlerini ‘ben’leştiriyoruzdur. Bir cemaat sevincine doğru topluca yol alıyo- ruzdur. Cemaati olmayanın cemiyeti eriye eriye kaybolur.
Cemiyeti eriyenin camisi yiter gider. Bugün olduğu gibi tıpkı.
Camilerin yeraltına inişi, binalar arasında kayboluşu, sözün sahneye çıkışıyladır biraz da. Susmanın unutuluşuyladır. Mekân, sırdır. İç nizamın dışarıdan görünüşüdür. Susmaya susayanlar camiye koşar. Söze dalanlar, kalabalığa karışır.
Birlikte susarak oturan insanlar topluluğunu görmeyeli çok zaman oldu. Bir sevinç topunun kalpten kalbe çarparak sektiğini hissetmeyeli çok oldu. Susma bilincinin derin boşluklar içinde akarak çocuklara bulaştığı, büyüklere kavuştuğu, kadınlara dağıldığı, evlere doluştuğu dingin vakit damlacıklarına hasret kaldık.
Susmayı bize kim öğretecek şimdi! Caminin, cemaat eliyle yıkadığı, arındırdığı yumuşak kalplerle eve dönmeyi kim armağan edecek bize! Susmanın doldurduğu içimizi bir damla gözyaşı ile zenginleştirecek hüznü kim getirecek bize!
Mustafa Aydoğan – Yüzdeki Leke,syf:61-64