Ömer Ferid Kam – Makaleler (Edebi, Fikri Tahlil ve Tenkidler) -Alıntılar
Paylaş:

KB9786057683816-204x300 Ömer Ferid Kam - Makaleler (Edebi, Fikri Tahlil ve Tenkidler)  -Alıntılarİnsanın, kendisiyle seçkinleştiği akıl, ilâhi kanun, yani din ile kayırlanmadıkça ve doğrulanmadıkça sahte bir akçe gibidir… hiçbir şeye yaramaz. İnsanları bir bağ ve kural altına alan bu kuvvet, her durumda esaslarını semavi bir kaynaktan almağa, bu esasları hareket rehberi olarak görmeğe mecburdur.

Doğrusu, maddiyat sahasında dolaşanlar, ömür. lerini o sahadaki faaliyetlerle sınırlandıranlar, bu söze karşı küçümseme ve alay gülüşü ile karşılık verirler; bu karşılık vermelerinde bir dereceye kadar mazur da olurlar. Zira pozitif bilimler ile uğraşmak ve onların kılavuzluğuyla her şubede her gün türlü türlü başarılara ulaşmış olmak, hiç şüphe yok ki ne Tevrat’ın, ne İncil’in, hattâ ne da Kur’ân-ı azimüşşânın yardımına bağlı değildir. Delil ve ispatı gerekmiyen apaçık a priori şeylerden olan bu mesele için tartışma kapısı örtülüdür. Fakat, acaba insaniyet bununla biter mi, insanlar sadece bu muvaffakiyet ile insan olur mu? Daima tartışılan ve bütün milletlerin baldırı çıplak takımı değil, en büyükleri tarafından çözümüne hayat vakfedilen ve edilmekte olan mesele budur.

—————————————————————

Çok haksız olarak akıl ismi verilen, fakat bu mânadan çok uzak, daha doğrusu İblis’in kötü benzeri olan kuvvet, ışığını, kaynağı rabbani ilham olan Nebi-i zişandan almadıkça, ilâhi kanunu hareket rehberi etmedikçe, insaniyetin ulaşacağı son merhale hüsran ve düşkünlük çukurudur. Vesselâm.

—————————————————————

Herşeyi dikkatlice araştıran bir adam muhtelif fikirlerden pek çok hükümler çıkarır. Bu hükümlerin kav’iyeti sabit olmasa bile imkânından bir çok neticelere ulaşır; hiç değilse red ve inkârında bir baskıya mağlub olmaz. Daima ölçülü davranmak mevkiinde durur. İlmi terbiye ile kendini ıslah ederek, basiret ve ihtiyat sahibi bir bilgi adamı olur. Hâl böyle iken, birçok adamlar görülüyor ki, bu önemi unutarak bazı dini hakikatlerin inkârında ısrar ediyorlar. Bu ısrarlarını da çoğunlukla dikbaşlılık derecesine vardırıyorlar. Bence bu yön, iman yokluğundan ziyade anlayış kıtlığına yüklenmesi gerekir.

—————————————————————

İngiliz filozoflarından Bacon’ın inancına göre, felsefe ile ilâhiyatı birbirine karıştırmamalıdır. Aksi önerme, mevhüm bir felsefeye ve hak ehli yolundan sapmış bir ilâhiyata sürüklenir. Zira felsefenin hareket ilkesi, duyuya bağlı id rakler, ilâhiyatın dayanak noktası da ilâhi vahiy” dir. İnsani akıl, ilimde duyunun, imanda diğer bir aklın tesiri altındadır. Bundan dolayı, iman akıldan daha eşreftir. Bir ilâhi sır ne kadar doğruya benzemez, ne kadar itikad edilemez gibi görünürse, insan ona iman etmek süretiyle Cenâb-ı Hakk’a karşı daha büyük bir hürmet eseri göstermiş, imanın muzafferiyeti daha parlak bir şekilde ortaya çıkmış olur.

—————————————————————

Antere bin Şeddâd’ın aşkın sınırı ve kahramanlığı gösteren şu beyitleri de cidden benzersiz güzelliktedir:

Seni öyle bir zamanda andım ki, mızraklar kanımı içmek için üzerime hücum ediyor. Yalın kılıçlardan kanım damlıyordu. Hayatıma kasteden o kılıçları öpmek istedim; çünkü senin tebessüm esnasında görünen dişlerin gibi

parlıyorlardı!

—————————————————————

Hazımsızlık hastalığı ile rahatsız olan bir kimsenin yanında en nefis bir yemekten bahis açıldığı zaman nasıl ıstırabı şiddetleniyor, nefret ve iğrenmesi artıyorsa, inkârcı fikirler ile dolu bir beyne karşı da en yüce bir dini hakikatten bahsolunsa, imanın mizacına ulaşan helâk edici hastalık sebebiyle, ruhun en hoş gıdası, kalbin en hakiki safâsı olan o ulvi hakikati kabul edemez. Çünkü manevi bir hastalıktır. Nefis yiyeceklerin, dertlerin pençesinde zayıf düşmüş olan bir bünyeyi büsbütün harap etmesi nasıl tabii ise, en yüksek, en faydalı bir dini hakikatin fesad ve küfr hastalığı olan ünye ve beyinleri öylece sarsıntıya uğratması kaçınılmazdır. Halbuki kabahat gıdada değil, hastanın onu temessül kabiliyetinden yok sun olan musibete uğramış uzvundadır.

—————————————————————

Her tarafta herbiri bir âlem olan ruhlar ve kuvvetler vardır. Bu bakış noktasından, her şey hem küçük, hem de büyüktür. Okyanus nedir? Uzayda bir damla! Bir damla su nedir? Okyanus gibi geniş, sakin, zengin, sonsuzluğu içine alan sınırsız bir umman!

İstitrâd! Leibniz’den çok önce gelmiş olan Mahmüd Şebüsteri, bu hakikati şu beyitleriyle ne güzel ifade ediyor:

Bu dünya baştan başa, bir ayna gibidir. Her zerrede yüzlerce parlak güneş vardır. Eğer bir damla suyun kalbini yaracak olursan, yüzlerce duru deniz görünür. Toprağın herbir parçasına düzgünce bakacak olursan, içinde binlerce adamın varlığını görürsün. Sivrisinek, uzuvları bakımından fil; bir damla su da, ismini bildiğimiz Nil gibidir. Her tohumun derinliğinde yüzlerce harman; bir darı tanesinin içinde de koca bir âlem vardır. Sivrisineğin kanadı, kanat değil can deryasıdır. Bir noktanın içinde, yüzlerce gökyüzü vardır.)

—————————————————————

Gelecek neslimizin soylu ve lekesiz anneleri, henüz masum hayatın başlangıcından geleceğe bakan hanım kızlarımızdır. Milletin istikbali şimdiden onların emin ellerine emanet bırakılmıştır. Onlar bütün faziletlerin ve en çok iffet, masumiyet ve temizliğin müşahhas timsali olmalıdır. Her hareketleri geleceğimiz için büyük büyük ümitler vermelidir. Hayat zahmetlerine katlanmak ile bitkin olan beyinlerimiz, onlardaki derin şeyleri öğrenme hevesinin düşüncesiyle taze hayat bulmalıdır. Nimetin şükrü olarak söylenebilir ki, islâmda kadının yeri çok yüksek ve pek yücedir. Hiçbir millet, İslâm kadar kadınlığın ulviyetini takdir etmemiştir.

—————————————————————

Descartes diyor ki: “Bizim aklımız sınırlıdır; biz bu sınırlı akıl ile ancak Yaratıcı zât’ın hakikaten mümkün olmalarını irade etmiş olduğu şeyleri, mümkün olmak üzere tasavvur edebiliriz. Onun mümkün kılabileceği, bununla birlikte imkânsız olmalarını irade ettiği şeyleri mümkün olmak üzere tasavvur edemeyiz. Bu da aklımızın hilkati gereğidir. (Yani Cenâb-ı Hak aklımızı ancak bu tarzda tasavvur edebilecek sürette yaratmıştır). Yaratıcı zât’ın, bazı hakikatlerin z0runlu/determine olmasını irade etmesi zorunluluk mânasını içermez; zira o hakikatlerin zorunlu olmalarını irade etmek başka, bu iradede zorunluluk bulunması, bu süretle iradeye mecbur olmak yine başkadır”.

İnceleyin:  İnsanın Hakikatinin Tarifi

Descartes demek istiyor ki, aslında bazı hakikatler zorunludur, fakat onları zorunlu kılan

Cenâb-ı Hak’tır. Zorunlu hakikatlerin zorunlu olmak üzere yaratılmasında Cenâb-ı Hak için zorunluluk yoktur; Cenâb-ı Hak murad etmiş olaydı, onları da mümkün kılabilirdi. Zira o hakikatlerdeki zorunluluk, onların zâtından değil, Cenâb-ı Hakk’ın onlara zorunluluğu gerekli kılmış olmasındandır. Bundan dolayı bize zorunlu gibi görünen şeyler Cenâb-ı Hakk’a göre mümkündür.

—————————————————————

Fakat, hangi kötülük olursa olsun kökü toprakta bırakılırsa daima filizlenir; sadece dalını-budağını kesmekle def edilmiş olmaz. Aksine kuvvet bulur. O kötülükten kurtulmak için, onu daima kökünden ve esasından koparmalı.

Suyun bulanık gelmemesi için, “mecrası-aktığı yatağı” temizlenir. Ancak kaynağından bulanık gelirse mecrasını temizlemekten ne fayda elde edilir?

—————————————————————

Zamanın kötülüğe doğru akışını, insanların düşüncelerinin hak ve hakikate karşı daima çogalan azgınlığını ebediyen sürecek zannederek çabuk kaybolan bir süfli zevki tatmin için asırları fesada sürükleyecek ve zararlı tesirleri asırlarca hissedilecek rezilliklere yeltenmek, hiçbir ceza ile keffareti takdir edilmiş olmayan büyük bir cinayettir.

—————————————————————

İyi her zaman, her yerde iyidir. Kötü de her zaman, her yerde kötüdür. Değil Avrupa, isterse bütün dünya iyi bir şeye kötü, kötü bir şeye iyi desin! Onların öyle demesiyle, ne iyi, kötü olur; ne de kötü, iyi olur. Hattâ bütün dünyanın iyi dediği bir şeye karşı tek bir adam çıkıp: “Ey dünya ehli! Ben sizin iyi dediğiniz şeyin, ortaya koyduğum şu “kesin delil” ile kötü olduğunu ispat ediyorum. Gücünüz yetiyorsa delilimi yalanlayınız!” demek hakkını bile elinde bulundurur.

—————————————————————

İlahi kudretin gerek mahiyetlerinin değişmesi, gerek harikulâdeliklerin icadı işindeki mutlak keyfiyetlerine kesin bilgi elde etmiş olan bir adamın, Nebilerin mucizelerini inkara mecali kalmaz. Enbiya-i zişânın bu herşeyden müneczzeh lütüflarına nâil olmalarına gelince: insan bu bahiste düşünüp taşınırken, daima kendi kıyaslarının sonucu olan hayali engeller ve zihni kayıtlardan âzâde kalmaya, ortaya konulan mevzunun lüzumlu kıldığı samimiyet ve uyanıklık ile yürümeye çalışmalıdır.

—————————————————————

Bir milletin, milli hüviyetinin diğer milletlerin hüviyetlerine benzetilmesine razı olacak kadar cömertlik göstermesi, en kısa ifadeyle intihar demektir. Bu intihara yanaşmayan, milli hüviyetinin boşluğa düşmesini korumak şartıyla tekâmüle yol açmak isteyen bir topluluk, o hüviyetin oluşturucu ve şekil verici unsurları demek olan sözkonusu tesirleri hiçbir zaman dikkatinden uzak tutmaz, onların korunmasını en öncelikli vecibe ve en önemli vazife sayar. Zira, bir milletin kendi hüviyetinin diğer hüviyetler içinde yok olmasına rıza göstermek, hüner değil, ahmaklıktır. Hüner, diğer hüviyetlerin verimli filizlerini, kendi hüviyet ağacına aşılayarak onun ürünlerini toplamaktır. Bu inceliği hareket üssü kabul eden basiret sahibi bir millet, kendi asl-ı sâbitini fer’i nebatlar ile süslemiş, olgunlaştırmış olur.

—————————————————————

Evet, hak ve hakikat vadisinde biraz muhafazakârane davranıldı mı, derhal “ölülere düşkün”, “köhne şeyleri beğenen”… ve benzeri alaycı tabirlerle safsatacılığa, yahut yeni uydurulmuş olan “orta çağ zihniyeti” tâbiriyle mukabeleye kalkışıır. Bazılarının iddiaları gibi nasıl ki ilim ve fennin dini ve imanı yoktur; bazı hakikatlerin de zaman ve mekânı yoktur. Bu hakikatler, ilk asırlarda hakikat oldukları gibi orta çağda da hakikattiler. Bundan dolayı son asırda da mahiyetlerini kaybetmeyeceklerdir. İki kere iki, ilk insan zamanında ne ise, bugün yine odur. Sahih aklın kaçınılmaz icapları hiçbir zaman kuvvetini kaybetmez. Güneşin geçici bir müddet için bulut altında kalması kabilinden olarak bu hakikat de sınırlı bir an için safsata parçalarıyla örtülebilir. Fakat bu gizlenme ebedi değildir. Elbette günün birinde aradaki engel kaybolur ve güneş meydana çıkar.

Söyleyen, ahmaklık ile cehaletin bozgunculuğunu, ikisinin arasındaki fark ile beraber ne güzel tasvir ediyor; bakınız ne diyor: Cahil bozgunculuk yapar; işler düzgünken ıs lâha rağbet olmadığından. Ahmak bozgunculuk yapar; çünkü bozgunculuktan lezzet bulur ve işlerin yolunda gitmesinden üzülür.

—————————————————————

Eğer biz bugün her türlü milli hususiyetimizden soyunup, tamamen Avrupalılaşacak olursak, emin olalım ki Frenklerin en aşağı tabakası oluruz. Çünkü Doğu mahsulüyüz; büsbütün Batıyı temsil edemeyiz. Kötü bir taklitçi seviyesinde kalıp, yokoluşa mahküm oluruz.

Milli hüviyetimizi korumak şartıyla tekâmül yolunda devam edebilmemiz için sağlam akılların, doğru fikirlerin yolumuzu aydınlatıp, bizi uyarmasına muhtacız. Yoksa, bizi alıkoyup durduran —velev ki Avrupa gösterişli bir medeniyet olsun her şeyin dış görünüşünden ibaret olan ve öteye geçmeyen “heyülani-edilgin” akıl, her zaman bize serâbı su gösterecek ve hiçbir vakit bizi kurtuluş vadisine götüremiyecektir.

» “Karganın arkasına düşen, virâneye varır.

Eğer biz, milli hüviyetimizin diğer hüviyetler tarafından yutulmasını istemiyorsak, onun adına bir kaşe yaptırıp, bize mahsus olan şeylerin hepsini onunla damgalamalıyız.

—————————————————————

Goethe’nin gözünde Doğu coğrafyası, hâlis ve saffetli insanlığın hüküm sürdüğü yegâne mahâldi. Bu büyük şair Doğu’ya aid eserlerin hepsini fevkalâde bir gayret ve özenle incelemiştir. “Vaymar” askerlerinden bazıları, İspanya’dan dönüşlerinde Goethe’ye, orada ele geçirdikleri Kur’an sahifelerini hediye ettiler. Bu sahifeler, şairin büsbütün şevk ve gayretini arttırdı. Müsteşriklerden “Lozbâh” bunların tercümesini yaptı. Goethe bu esnâda Besmele-i şerife’yi kopya ile yazmaya çalışır,Farsça rubaileri taklid ederdi.

—————————————————————

Bâki’nin sırtındaki kürk ile başındaki kavuktan ne çıkar? Bize lâzım olan onun ârızi şekilleri değil, zâti cevherini süsleyen mânevi meziyetleriydi. Bâki gibi az bulunur bir üstaddan sâdır olan lâtife ve inceliklerin nakledilmesi gereğini te’yid için fazla söz söylemek abestir. Şu kadarı söylenebilir ki, şöhret sahiplerinin hayatına aid olayların sadece önemlileri değil, hattâ en ehemmiyetsizleri bile zaptedilmeliydi. Zira önemsiz gibi görünen pek çok şeyler vardır ki, onlardan gâyet mühim sonuçlar çıkartılabilir. Ruhun en kapalı ve anlaşılmaz sırları, bazen pek ehemmiyetsiz perdeler altında gizlidir. İnsanın ne olduğunu bildiren, hayatına aid sıradan olaylardır. Alışılmış olmayan hayat durumlarına kendini yüceltme ve özenme girmiştir. Onlar, şahsın ne olduğunu değil, ne olmak istediğini gösterir.

İnceleyin:  Teklifin Hakikati - İslam Düşünce Geleneğinden Hareketle Bir Değerlendirme

—————————————————————

Şurası çok haklı olarak iddia ve bu iddia pek kuvvetli deliller ile ispat edilebilir ki, bugün “insaniyet denilen şey, -ki araştırmaların tamamında tahakkuk etmiş bir mânadır- aksini iddia edenlere rağmen din ile ayaktadır. Din ortadan kalktıktan sonra yeryüzünde insaniyetin ilk harfi bile kalmaz. Kaynağı kurur. O kaynaktan fışkıran su, bir müddet akarsa da, akışını yine kaynağın bereketine borçludur. Pek geçici ve sınırlı olan bu akış, pek az bir zaman zarfında tükenir.

—————————————————————

Evet islâm, kadının aile ve cemiyetteki yüksek yerini hakkiyle takdir ettiğinden ötürüdür ki onu, şer-i şerifin izin verdiği yakın ve hısımlarından başka kimseye göstermez, kimseyle karşılıklı görüştürmez. Bunu baskı ve zorbalık ile yorumlayanların hükümlerinin eksikliği gösterilmiş olduğunda, acaba hiçbir insaflı vicdan tereddüt eder mi? İslâm nazarında kadın bir yağmur çiçeği kadar naziktir. Hem o kadar naziktir ki, sahibi onu, değil başkasının temasından, bakışından bile sakınır! Kadın sadece mahremlerine görünen ve onların hânelerini şenlendiren kıymetli bir varlıktır.

İşte İslâm nazarında yeri bu kadar yüksek ve saygıdeğer olan kadınlara karşı müslüman erkeklerin ne gibi bir his ile duygulandıkları, ne gibi bir davranış ile yükümlü oldukları kendiliğinden gerçekleşmesi gerekir. Her mümin, bütün Müslüman kadınlara, senelerine göre anne, kızkardeş yahut evlâd gözüyle bakmalı; onlara karşı daima hakkı gözeten bir hürmet ve muhabbet hissiyle yaklaşmalıdır. Bilhassa anlayış seviyeleri yaşı gereği iyi ve kötüyü ayırmaya o kadar müsait olmayan genç hanım kızları, o gelecek nesillerin annelerini daima iyilikseverlikle uyararak doğru ve haklı yola girmeyi, milli onur ve haysiyet vazifesinin zorunlu, insani ve İslâmi vazifelerin en mukaddesi olmak üzere düşünerek; hareket ve davranışlarında bu medeni ve dini gereklerin husülünü temin edecek şekilde davranmalıdır. Özetle kadın, bizim süfli emellerimizin oyuncağı değildir.

—————————————————————

İlim ve fenne aid hususlarda bir âlim ile bir cahil arasındaki fark ve nisbet ne ise, hakikatin araştırılmasına, dünya ve ahirete ilişkin meselelerde, ilgisiz bir kişi ile hikmet sahibi bir tefek. kür adamı arasındaki fark ve nisbet odur. Hikmet sahibi mütefekkir kendini, Allahını, başlangıç ve sonunu bilmek ister; kibirli cahil de, böyle şeylerle uğraşmaya nefes israfı, vakit kaybı gözüyle bakar.

Kendi uğraşmadığı ve uğraşmak istemediği gibi, uğraşanları da ahmak görerek der ki: “Meczubun hâline bak! Nelerle meşgül oluyor. Üç günlük hayat, bu zorluklara katlanmaya değer mi? Hâlâ zihnini vehimlerin düğümünden kurtaramamış. Hâlâ böyle şeylerin aslının ve esasının olmadığını takdir edebilecek bir kafaya sahip değil. Sayısız nimetleri göremiyor; onlardan yararlanacak yola girmiyor. Allah varmış, yokmuş; dine bağ: lanmak lâzımmış, değilmiş! Neyine lâzım senin böyle şeyler! Ne şekilde olursa olsun, keseni dok durmaya, şu üç günlük hayattan faydalanmaya bak. Ye, iç, yan gel vesselâm! Dünyayı dünyada, ahireti de -eğer varsaahirette düşünürüz. Hâlâ cennet, cehennem; hâlâ haşr, neşr! Yuh senin anlayışına. Bak şu meşgül olduğun şeylere!!!

İşte çok kimselerin düşüncesi, bu merkezdedir: Dünya hayatının az bir malıyla yetinmek! Fakat bunun böyle olmasıyla, hakikatin de öyle olması gerekir mi? Aslâ böyle değildir!

—————————————————————

Evet bahtiyâr o kimsedir ki cihan, yüce zâtından gâfıl, yahut umursamaz iken gecelerin karanlığı içinde parlayan yüce kandillerin hidayet verici şualarıyla, ancak iman ve itikad ile girilebilen yücelikler âleminin mahremiyetine yükselme yolu bulup ilâhi aşk ile, sonsuz şükür ve övgüsünün takatsız bırakan tesiriyle, kendisinden geçmiş olduğu hâlde takdis ve temcid buhurdanında ruhunu yakar! Ancak, güçsüz ve mecalsiz olan ruhumuzun yüce âleme yükselebilmesi için muhtaç olduğu kuvvet ve istidâdı yine ilâhi zât’dan alması gerekir. Yüce âleme coşkun ve ateş gibi yakıcı kanatlarla uçulur; ruhun âteşin kanatları da, yükselme isteği ve aşk-ı Mevlâ’dır.

—————————————————————

Bir kere ahlâki, sosyal, mânevi müesseselerden hiçbirinin asli kökenleri olan ilâhi ilkelerle bağlarını kesmek, bu bağlar kesildikten sonra onları her türlü kayıt ve alâkalardan mücerred olarak beşeriyete mâl etmek mümkün değildir. İnsanlığın bu dâvası, çürüklüğü açık ve gayet düzmece bir dâvadır.

Çünkü bu müesseselerin zuhur ilkeleriyle alâkasını kesmeğe kalkışınca onlardan eser kalmaz ki, hattâ onlara diğer bir şekil vermek imkânı teslim edilebilsin!!! Hak, vazife, cemiyet, aile, baba, ana, evlâd, torun ve bunların icap ve gereği olan şeyler bu teşebbüsün olmasını takiben, teker-meker sonsuz yokluğa yuvarlanır. Yukarıdaki kelimeler, ancak bir şart ile, yani kökenlerine, ilkelerine nisbetleri bâki kalmak şartıyla anlama sahiptir. Bu nisbet ortadan kalkınca, onların varlığından da eser kalmaz.

Eğer insanlık, bunu teslim etmez ve bu dalları, ağacından koparmak süretiyle sonsuza dek koruyabileceği itikadına kapılırsa, çok acıklı bir dalâlet çıkmazına sapmış ve çok yanlış bir tasavvura vücud vermek istemiş olur.

—————————————————————

Zihin yorarak hak ve hakikate ulaşmak cihetini ihmal edip de, meselenin halli için basit bir inkârı yeterli görmek, asırlardan beri vücuda gelmiş olan maddi ve mânevi kurumları, bu olumsuz temelden şübelenen bozuk hükümler üzerine bina etmek, insaniyet âlemi için tasavvur edilen, hattâ kararlaştırılmış belâların en kaçınılmazı, en muazzamı olsa gerektir. Bunun böyle olduğunu, yahut olmadığını zaman

gösterecektir.

—————————————————————

Bir milletin hüviyeti, yani aslı sâbiti, her türlü dış müessirlerin tesirinden âzâde ve kendi başına bir mahiyetten ibaret olmayıp, gelenek, âdet ve inanışlar gibi birtakım kuvvetli müessirlerin özümsenmiş bir özetidir. Bu hakikat, bütün akıl sahiplerinin kabül ettikleri kesin bir prensiptir.