Turan Karataş – Bir Okurun Notları -Alıntılar-
Asıl şu öneride görüyorum mutluluğun değilse de huzurlu ve sıhhatli yaşamanın yolunu. “Şiddetli ve sevimsiz heyecanlar”dan kaçınarak “günde en az iki saat açık havada hızlı hızlı hareket etmelidir.” Bir türlü beceremediğim şu kural da önemli: Ne geçmişe takılıp kalmak ne salt geleceğe bağlanmak. Gelecek için duyduğumuz endişeler, yaptığımız onlarca plan ve sürekli onlara gidip durma ya da geçmişe duyduğumuz özlem ve oraya takılıp kalma, ânı ıskalamamıza sebep olur. Hayat bilgeliğine kavuşmak için dikkatimizi daha çok mevcut âna, kısmen de geçmişe ve geleceğe bahşetmemiz gerekiyor. Doğru ölçüyü tutturanların sayısı çok azdır diyor Schopenhauer. Zaten mutlu olanlar da azınlıkta değil midir?
——————————————-
İbrahim Tenekeci’nin yazılarından ben kendi adıma şu dersleri çıkardım: İslam’ın dışında bir iyilik, içinde de bir kötülük aramayalım; Müslüman ahlâkın yanına nezaketi, maneviyatın yanına da samimiyeti koyalım; insan tarafımızı güçlendirelim; işbirliği yerine kader birliği yapalım; onurlu / insanca yaşamak için “tehlike”yi göze alalım; ödül verelim, ödün vermeyelim; mahremiyete saygı duyalım, gizliliğe değil; gölgede kalmayalım ki gölgemiz olsun; mesuliyetimiz varsa vicdanımız da var demektir; kişisel gelişim insanları bencil yapmaktan başka bir işe yaramıyor; her isteyene verenden bir şey istememeli; şu dört kavrama tekrar sarılmamız gerekiyor: hakkaniyet, merhamet, mesuliyet, ciddiyet…
Yazarın “yorgunluklarına çok şey borçlu olduğunu” anlıyoruz yazdıklarından. Yaşadıklarından, gördüklerinden, en çok da okuduklarından yazılarına koyduğu onca kıymetli görüş, tespit ve düşünce var. Söz gelimi, Ataullah İskenderi’den şu hikmeti naklediyor: “İnsan istediği şeylerin kölesidir. İstemediği şeylere karşı ise alabildiğine özgürdür.” Şu veciz söz de İskenderi’den nakledilmiş: “Söylenen her sözün üzerinde, içinden çıktığı kalbın elbisesi vardır.”
——————————————-
Âdem’e telmihen dünya, evet, “kovulmuşların evi”dir. Yazar, “Şu kocaman dünyanın, aslında insanın kendi küçük çevresinden çok daha fazlasını barındırmadığına, barındıramayacağına inanıp, hayatı hep uzak bir yerde arama gafletinden kurtulabilirdim.” (s. 92) derken asıl bizi biz yapan şahsiyetimizin barındığı kalp ülkemize yönelmemizi, onunla yetinmemizi salık vermiş olmuyor mu? Nihayet, doymak bilmeyen insanoğlunun dünyayı medeniyet nâmıyla getirdiği noktaya dair müthiş bir tespit: “Üzerinde kurduğumuz bu tümörlü uygarlık, omuzlarından yılanlar çıkan esatir kahramanına benzedi sonunda, Onu her gün insanlığımızla doyurmazsak, çattığımız bu karmaşık mekanizma hışımla üzerimize çökecek; bunu biliyoruz. Kendi canlılığımızdan vererek canlılığını koruyoruz kurduğumuz düzenin. Bir insan nefesi almak için duraklayanı çiğneyip geçiyoruz; çünkü durmak yasak. Ya işe yaramaz bir fazlalık olarak görüyoruz koşuda ayaklarımıza takılanları ya da takılırsak beraberinde ezileceğimiz bir engel. Daha da kötüsü, ‘çekilecek bir kenar? da kalmadı hırsımızın kıyısında…” (s. 107)
——————————————-
Her vücut bir mekâna, her mekân da bir yöne gereksinim duyar. Mustafa Aydoğan, konuyu muhkem bir zemine oturtmak için, Peygamberimizin “İslam beş şey üzerine kuruludur” cümlesiyle başlayan buyruğunu İbn Arabi’nin muhteşem yorumuyla naklediyor. Hz. Peygamber, “böylece İslam’ı bir yapıya dönüştürmüştür” diyor İbn Arabi. “ “Allah’tan başka ilâh olmadığına tanıklık etmek. İşin kalbi budur. ‘Muhammed’in O’nun peygamberi olduğuna tanıklık etmek” kapının teşrifatçısı, ‘namaz kılmak” sağ yön, ‘zekât vermek’ sol yön, ‘oruç tutmak’ ön taraf, “hacca gitmek’ arka taraftır.” (Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev: Ekrem Demirli, İstanbul: Litera Y., 2006, C. 3, s. 43.) Demek ki, vücut, “kalübelâ”da verilen sözü yerine getirmek üzere ruhun ikamet ettiği geçici bir mekândır. Bu mekânın da mutlak yönlere ihtiyacı vardır.
——————————————-
Önümde ümidimi yeşerten bir kitap var. Hayli kapsamlı, iddialı ve emek mahsulü bir çalışma. Osmanlı Entelektüel Geleneği isimli bu mühim kitabın, evvela adındaki “entelektüel” sözcügüne itiraz edesim geliyor. Bu kavram, bizim düşünce geleneğimizi, birikimimizi nitelemeye yetmiyor, “mütefekkir”in yerini tutmuyor. Batılı bir terim entelektüel. Osmanlı, “müfekkir” yahut “mütefekkir” tesmiye etmiş. Bugünkü Türkçede “düşünür” diyoruz. Bana öyle geliyor ki, “entelektüel”, Osmanlı düşüncesini inşâ veya tevarüs etmiş bir şahsiyeti zihinde canlandırmıyor, o
muazzam birikimi temsil de edemiyor. Modern / Batılı bir dönemde 19. asırda yetişmiş Ahmet Cevdet Paşa’ya, onun içinde var olduğu ve / veya inşâ ettiği düşünce külliyatına bile “entelektüel” diyemeyiz. Çalışmanın içinde de yer yer zikredildiği gibi, “Osmanlı Tefekkür Tarihi” adı, kitabı daha doğru tesmiye ederdi kanaatindeyim.
——————————————-
Bir yineleme; Ahmet Hamdi Tanpınar, döneminin eserlerini en iyi kavrayacak ve anlatacak her türlü birikime sahip bir edebiyat adamıdır. Salt edebiyat eserlerine değil, güzel sanatların diğer şubelerinde ibda edilen eserlere dikkati de fevkalade önemlidir. Bir estet olarak Tanpınar’ın eleştirel bakışını her hâlükârda önemsemek durumundayız. Bununla birlikte Mehmet Erdoğan’ın şu tespitine de kulak vermeliyiz: “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dünya görüşü eleştirel temeller üzerine kuruludur; peşin inançları ya da kesin kabulleri yoktur. Bütün düşünce ve inançlara, onlarıtartarak ve sorgulayarak yaklaşır. Bu yüzden kendi içinde sürekli değişkendir, değişmeyen ise ilkeleri ve değer yargılarıdır.”
——————————————-
“Bir çiçek tarlasından gelen kokular gibi, bu kitaplardan bin fikir, bin his, bin ses öyle müessir bir surette yayılır ki bu şiiri tarife imkân kalmaz. Sevilen saçlar gibi hafızayı ta’tir eden şiirler ve öpülen güzel gibi ruha sıcak akan felsefeler ve kadın sineleri kadar müskir kitaplar baş döndürmez de ne yapar?”(Şinasi)
——————————————-
Terbiye ve tedrisin asıl gayesi iman sahipleri, mutekidler yetiştirmektir.(Şinasi)
——————————————-
Az roman telif ettiğine hayıflandığım iki yazardan biridir Abdülhak Şinasi Hisar; diğeri de Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Bu geçmiş zaman efendisinin, bu görkemli köşkler ve yalılar müellifinin birbirini âdeta tamamlayan ya da biri diğerinden ateş alan, tabir caizse rol çalan üç güzel romanının tadı damağımdadır. Hem Fahim Bey ve Biz, hem Çamlıca’daki Eniştemiz, hem de Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği tam bir üslup abidesidir. Her üç romanı da okudukça o tadına doyulmaz kelime ışıltısını, cümle rayihasını, anlam çeşitlenmesini satır satır içinize çekersiniz.
——————————————-
Geçmişe bakışı da kolay anlaşılır değil Ataç’ın. Divan şiirini ne kadar sevdiğini, o şiirin örneklerinden yüzlerce beyit ve mısra hafızasında gezdirdiğini bildiğimiz Ataç, her fırsatta, “eski defterleri kapatalım” der gibi kolayca, acımadan, sorumluluk duymadan, bir cümle ile yok sayar geçmişin değerlerini: “Kapatmalıyız artık halk şairlerinin cönklerini, divanları kapattıgımız gibi onları da kapatmalıyız.” (s. 107)
“Fuzuli diye, Nedim diye, Âşık Ömer, Dertli diye tepinirsek”, bu topluma Batılı sanat anlayışını, onun öncülerini getiremeyeceğimize inanır. Geleneğimize bağlanmayı âdeta yasaklar. Yok, hakkını inkâr etmeyelim; epeyce tartıştıktan sonra, redd-i miras ettikten sonra, Şu kadarını kabul etmekten kaçamaz: “Bir toplumun sanatı geleneklerden büsbütün sıyrılamaz, kurtulamaz. En yeni, en yaratıcı, en eşsiz sanat adamı dahi bir yandan, belki kendisinin bilmediği bir yandan, geleneğe bağlıdır, eserinde toplumun damgası vardır, o damga da yüzyıllar ötesinden gelir.” (s. 110)
——————————————-
Ataç’ın dil tutumu, sanırım en iyi Dergilerde’yi okuyunca anlaşılır. Beş yıl içinde nasıl bir yöne doğru gittiği, en çok hangi kelimelere karşı çıktığı, dilini nasıl “arılaştırdığı” bu kitaptaki yazılarında açıkça görülmektedir. Söz gelimi, başlangıçta şiir, sanat, kelime gibi terimleri kullanan Ataç, giderek bunları da atmış, yerlerine hiç de manalı olmayan “yır”, “dörüt”, “tilcik”i kullanır olmuştur. Belki bu yüzden, başlangıçta tatlı tatlı okunan değiniler, tartışmalar giderek âdeta “taka tuka” bir söyleyişe dönmüş.
——————————————-
Şair ve yazarların eleştiri yazıları, ortaya koyduğu isabetli tespitler / belirlemeler, vardığı olumlu sonuçlar / çıkarımlar için mi kıymetlidir? Yoksa yazının biçeminden, anlatım kıymetinden, yazılma gücünden mi? Burada tetik durmak gerekir. Elbette sanatçının güçlü sezgisi, karşısına aldığı edebiyat yapıtının kolay kolay görülemeyecek ayrıntılarını, önemli önemsiz taraflarını bulup çıkarabilir. Üslup sahibi bir sanatkâr, sözü etkili bir zarf içinde söyleyecektir. Ne var, bize sunduğu hükümleri ihtiyatla karşılasak iyi olur.
Haklarını niye inkâr edelim, hakikati niçin nihan bırakalım; cumhuriyetten sonraki dönemde edebiyatımızda sanatkarlığıyla eleştirmenlik uğraşını at başı veya beraber götüren isimler yok değil. Bunların başında Ahmet Hamdi Tanpınar geliyor.
——————————————-
Eleştirinin göründügünden daha güç bir iş olduğunu, sorumluluk gerektirdiğini, Batı düşünce ve edebiyat tarihinden verdiği örneklerle anlatır. “Efendi babamız”ın, bir cümlesi manidar: “Düşünmelidir ki, kudemâdan muasırine kadar, on binlerce değil gerçekten yüz binlerce müellifin gelmiş oldukları hâlde, tarih bize kudemadan, yenilerden (…) topu topu birkaç müntekid haber verebiliyor.” (Ahbar-ı Âsâra Tamim-i Enzar, Haz.: Nüket Esen, İletişim Y., 2003, s. 78.)
Yazmak ve okumak, birbirlerini tamamlayan, fakat daha çok birincisi ikincisinin süreği farklı iki uğraştır. Yazarlar ve eleştirmenler / akademisyenler arasında birbirlerinin sınırlarına müdahale etmekten kaynaklı tartışmalar görmekteyiz. Sadece, eleştirmenler sanatçıları eleştirmemiş, bunun aksi durumlar da var.
——————————————-
Şiir Yazanlara Altın Ögütler
Zarifoğlu, şiire yeni başlayanlardan nasıl olmalarını ve neler istiyor? Görebildiklerimi, önemli bulduklarımı çıkarmaya çalıştım:
1.Samimi olmak, yapmacıklığın tuzağına düşmemek.
2.Merhametli olmak, “şiire merhametle muamele etmek”.
3.Öfkeden uzak durmak. (“Kalbinizi ve sesinizi yumuşatın.” Alın, altın bir öğüttür bu.|
4.Gurura, kibre kapılmamak. İçinde nefsimizin ve şeytanın payı olmayan bir hâle kavuşmak.
5.Sabırlı olmak; “kalemin şiire arzusu” olduğu zamanı ve şiirin olgunlaşmasını beklemek. “Oldu” deyip bırakmamak.
6.Bilgili / donanımlı olmak. Salt entelektüel değil, basiretli de olmak.
7.Şiire okuyucu payı bırakmak yani her şeyi söylememek.
8.Klasiği bilmek, geçmişten bugüne söylenenlerden haberli olmak. “Klasik iyi modernin emin bir kapısıdır.”
9.Fanteziye ve gelip geçiciye (moda olana) kapılmamak.
10.Düzyazı havasından uzakta tutmak şiiri.
11.Vecize ve nükteden kaçınmak.
12.Tekerlemeye yüz vermemek. “Tekerleme zor iştir, çok zekice ve ustaca yapılınca başarılı olabilir.” (s. 52)
13.Yeni birtakım imajlar (siz imge kabul edin) bulmak.
14. Şiire “ılık kafiyeler” koymak. (Bu tabiri ilk kez Zarifoğlu’nda gördüm. Ne kadar tatlı ve haklı bir ifade. Ne esiri olmak kafiyenin ne de onu şiirden dışlamak. “Ilık kafiyeler” bulmak; basmakalıp, soğuk, hazırlop örneklerden uzak durmak. “İmajlarla ve ılık kafiyelerle besleyin?” şiiri diyor; yalnız, en zorlama imajların bile hayatta karşılığı olmalıdır, kaydını düşerek.|
15. İdeolojik önyargıdan beri olmak ve şiiri kurtarmak.
16. Bir edebiyat ailesi içinde bulunmak, birçok yerde birden görünmemek.
17. Sözlük okumak. (Bunu birkaç yerde yineliyor.)
——————————————-
Bir başka söyleyeceğim şu, anladığım kadarıyla, şiirle uğraşacak, şiir söyleyecek / yazacak her Türk genci, Okuyucularla’nın yani Zarifoğlu’nun rahle-i tedrisinden geçmeli. Başka yerlerde göremeyeceğiniz türden tespitler bulacaksınız bu kitapta. Şiirin öğretilebilir olan teknik özelliklerine, doğum / oluşum sürecine ilişkin bulunmaz tecrübeler aktarılıyor okuyuculara. Bunları söyleyen sıradan bir adam değil kuşkusuz. İyi bir şairin, “yürek safında bir şair”in bilgisiyle, deneyimiyle harmanlanıp söyleniyor şiire dair sözler…
Okuyucularla’dan, Cahit Zarifoğlu’nun poetik görüşlerini bütünlüklü olarak çıkarabilirsiniz. Söz gelimi, iyi şiirin ortaya çıkış sürecinde neler neler yapılabilir? Değişik vesilelerle farklı biçimlerde anlatıyor İşaret Çocukları şairi, usanmadan.
——————————————-
Şunu gördüm; ne kadar umut dolu ve umudu çoğaltan ne büyük bir coşkuya sahip Zarifoğlu. Daha önemli bir haslet, ne kadar sabırlı. Yüzlerce okuyucu mektubunu, onlardan gelen değerli değersiz kalem tecrübelerini -“iyileri” diye seçip dergiye veya yazıları arasına koyduklarına bakarsak tahammülü güç bir işnasıl bıkmadan okudu ve cevaplar yazdı, değerlendirdi her birini… Bir yerde, “mektubunuzu on kere okumak zorunda kaldım” diyor. Bu iş, bir derviş sabrı gerektirir ancak.
Eğer Okuyucularla’yı okumamışsanız, Cahit Zarifoğlu’nun şiirlerinden yansıyan çizgilerle veya onu tanıyanların naklettikleriyle zihninizde oluşmuş veya oluşacak imaj, her hâlükârda eksiktir. Onda farklı çehreler, çeşitli katmanlar var. Zengin maden yatakları gibi, derinlerine inildikçe, kıymetleniyor. Yanılmıyorsam, onun kişilik özelliklerinin en belirgin yansımaları bu kitabındaki yazılarında görülüyor. Bizlere en açık penceresi, Okuyucularla.
Hilmi Yücebaş’ın derlediği Hiciv ve Mizah Edebiyatı Antolojisi’nde (1976), Hoca’ya yakıştırılan şöyle bir fıkra da var: Hayret Efendi, bir kahvenin önünde nargile içiyormuş. Sokaktan geçen bir kadın, ne sebeple ise Hoca’nın yüzüne teyellemeden fazlaca bakıvermiş. Hoca kızmış, “Ne bakıyorsun be kadın” demiş. Kadının cevabı, Hayret’ten intikam almak isteyen bir muarızın “uydurması” olmalı. “Gözlerimden biri bir günah işledi de” demiş kadın, “ona ceza vermek için senin yüzüne bakıyorum.”
——————————————-
Son Asır Türk Şairleri’nde bulunan parçalar arasında heceyle söylenmiş bir şiircik de var. İlk iki dörtlüğü bana içli göründü: “Geldi bir hâle gönül / Gelmez hayâle gönül / Arzülar hep yandı da / Kaldı bir nâle gönül // İnleyim dinle gönül / Dinleyim inle gönül / İmil imil yanalım / Şöyle seninle gönül”
Hayret Efendi’nin, kadınlardan hazzetmediği hatta nefret ettiği rivayet edilir. “Kadınları o kadar sevmem ki, şarabı bile adına “üzüm kızı’ dedikleri için içmem” manasına gelen bir beyit söylemiştir. Yine de ömrünün son deminde evlenmiş.
——————————————-
Ali Kemal hatıralar bohçası Ömrüm’de (1913), Hayret Hoca’nın faziletli bir kişi ve “şayan-ı hürmet” olduğunu kaydediyor. Hele, Arapçadan Türkçeye tercümede benzeri yoktu, diyor. Ama aynı Ali Kemal, “Süpürür ortalığı sevgili bir cübbesi var” diyerek Hoca’nın kıyafetiyle eğleniyor.
Sadece benbenliği değil, merdâne ve garip tavırları da var Hoca’nın. Söz gelimi, Maarif Nezareti’nde Encümen-i Teftiş ve Muayene azası iken basılma izni için bakması istenilen Namık Kemal’in tarih kitabına “tab’ı caizdir” yerine, alışılmamış daha hoş olanı “caiz değil, tab’ı müstahabdır” yazacaktır. Kandiye İdadi Mektebi’ndeki edebiyat muallimliğinden istifasının gerekçesi de çok hoştur. “Talebenin kendi lisanları olan Rumcayı altı seneden beri lâyıkıyla öğrenemedikleri hâlde Arapçayı bir senede öğrettiğini; hiçbirinin ‘teşekkür ederim’ bile demedigini, böyle nankörlere ilim tedrisinin şer’an caiz olmadığını ve istifa ettiğini” söyler.
Acabiyülgarayip Bir Âdem: Hoca Hayret
İnsanlar vardır; yaşarken ne kadar heybetli, azametli, hürmetli, renkli ve cazibedâr bir hayata maliktirler. Mevkileri, meziyetleri, etkileri, sohbetleri hatta sataşmaları bile imrenilesidir. Yapıp ettikleri; muhiplerince gıptayla, sevmeyenleri tarafından da hasetle anlatılır. Eyvah ki eyvah, yazıya emanet edilmiş pek az eserleri bulunduğundan, bunlar da gözlerden nihan olduğundan, bu nevi adamlar ölünce yıldızları da söner. Işıkları kararır, Gölgesi yeryüzüne düşmediği için, varlığı da kimsenin aklına düşmez olur artık. Arayanı, hatırlayanı kalmaz. Bir hatıracığın içinde yahut eski bir gazete, dergi derleminde ya da köhne bir ansiklopedinin sayfasında karşılaşırsınız. Kimileri daha şanslıdır, bir iki kadirbilirin kalemine konu olmuştur.
Huzurunuza çıkaracağım Hoca Hayret Efendi (1848-1913), ömrünün parlak devrinde öbek öbek tanıyanları olan şöhretli bir simadır. Sözünün ve kaleminin tesirli olduğu, içinde bulunduğu meclislere sözün ışıltısını düşürdüğü zamanlarda Babıâli’de yani matbuat âleminde ve edebiyat dünyasında hemen herkes onu tanır, biraz da çekinirmiş. Şimdi ise aynı camiada ve akademinin ilgili sahalarında onu bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçer mi, bilemiyorum.
Topçu. İnsanda ilahi bir cevher olarak bulunan merhametin, ne namazın rekâtlarında ne de haccın tavaf hareketlerinde bulunabileceğini; “o ilahi sırr”ın “asırların yetimi olan milyonlarca sahipsiz çocuğun bükülmüş boyunlarında ve örselenmiş kalplerinde barın”dığını söylüyor. Sonra özel bir öğüt veriyor, “Yaptığın teşebbüsleri fazla zorlama. Sükün ile bekle. Kaderin tertibini mümince karşılamak üzere Allah’a tevekkül et.” Öğrencisinin ümitsizliğe düştüğünü gördüğü demlerde bu kabil hatırlatmaları diğer mektuplara da serpiştirir: “Yeis ve fütur en büyük felakettir, maazallah imansızlığa götürür. (…) Varlıkta şükretmenin pek kolay, velinin tabiriyle Horasan köpeklerinin dahi yaptığı şey olduğunu bilirsin. /…/ Hem Allah’tan başkasının gerçek var olmadığı bu âlemde neye küsüp neye yanalım?”
Su içtiği pınarı, süt emdiği bağırı unutmayan vefalı insanlar vardır. M. Orhan Okay, bu asil zümredendir. Daha önce Silik Fotoğraflar’da, sadece kendisinin değil, neslinin hatta insanımızın Üzerinde emeği olan ilim, sanat, edebiyat sahasında kıymetli şahsiyetleri anlatmıştı. Sonra hocası Mehmet Kaplan’ın mektuplarını, hatıralar ışığında açıklamalarla neşretti. Şimdi de Türkiye’nin yetiştirdiği düşünen kafalardan biri olan “millet mistiği” Nurettin Topçu’nun kendisine yazmış olduğu on sekiz mektubu, yine döneme ilişkin yaşamalarla, izahlarla bir kitap zarfı içinde okurun huzuruna çıkardı. Anadolu’dan Hatıralarla Nurettin Topçu’nun Mektupları (Ank. Cümle Y.), anlatımı tatlı bir kitap olmuş.
Hocam diye söylemiyorum, Orhan Okay, ne yazsa okunur. Akademik camiada, böyle her yazdığı okunan hoca azdır.
———————————-
Şimdiye kadar biyografi türünde yüzlerce kitap gördüm / sayfalarını çevirdim; onlarcasını okudum, akademik ortamlarda “üretilenler”in bir kısmını incelemek zorunda kaldım; ben de yüksek lisans ve doktora tezi olmak üzere iki hayat öyküsü yazdım. İtiraf etmeliyim ki, hem kendi yazdıklarımda hem de okuduklarımın çoğunda, Mehmet Birgül’ün üslubunun tadını bulamadım. Bu tatlı, özgün anlatımından dolayı gıbta ettim yazara. Hele akademiden dahası uzak taşradaki küçük, yeni bir üniversiteden böyle halâvetli üslup sahibi bir yazarın çıkmış olmasına da ayrıca sevindim.