İmâmü’l-Haremeyn (rh.a) şöyle derdi: “Peygamberlerden küçük günahların meydana gelmesine cevaz verenler bu günahları bir lokmalık hırsızlık, ölçü ve tartıda bir hurmalık aldatma gibi hasisliğe delâlet etmemek [şartı] ile kayıtlamışlardır. Bu konularda şüphesiz anında uyarılmaları gerekir. Rivayetlerde yer aldığı gibi, onun (sav) yetmiş defadan fazla istiğfar etmesine gelince bu, daha yüksek makamlara yükselmek içindir. Yükseldiği her makamda istiğfar ediyor, yükseldikçe bu devam ediyordu. İmâm Cüneyd: “Kalbime öyle bir şey olur ki (leyuğânu) bir gün ve gecede yetmiş defadan fazla isiğfâr ederim.”1 meâlindeki hadiste geçen, “Hz. Peygamber’in kalbine gelen sıkıntı”nın, “Benden sonra ümmetimin içine düşeceği ihtilaflara muttali olmam sebebiyle kalbime öyle bir şey olur ki onlar için Allah’a yetmişten fazla istiğfar ederim.” anlamında olduğunu söylemiştir. s.804
Bil ki kendisine yasak olduğu hâlde ağacın meyvesini yiyerek günah işleyen ve böylece tövbe kapısını ilk açan Âdem’dir (as). Bu, çocuklarına yasak işledikleri zaman ne yapmaları gerektiğini öğretmek için, sûreta işlenmiş bir günahtır. Çünkü o (as), bu kapıyı ilk açan kimsedir ve bu onun elinden gerçekleşmeseydi, başkasının elinden gerçekleşirdi. Şeyh Muhyiddin el- Fütûhât’ın 39. bâbında şöyle demiştir: “ Âdem’in (as) günahı, Allah’ın ona olan nimetinin bizzat kendisidir. Zira peygamberler sadece daha yüksek bir mertebeye çıkarak, hâlden hâle geçiş yaparlar. Yüce Allah, onları daha önceden inayetiyle seçip beğenmiştir ve asla onlara tuzak kurmaz.”
Şöyle demiştir: “Buradan Âdem ve Havva’nın yeryüzüne inmelerinin onlara verilmiş bir ceza olmadığı, sadece İblîs’in cezalandırıldığı anlaşılır. Âdem (as) daha önce halife kılınacağına dair yapılan vaade bağlı olarak, tövbe ettikten ve Rabb’inden aldığı kelimelerle itirafta bulunduktan sonra indirildi. Onun (as) itirafı, İblîs’in: “Ben ondan hayırlıyım”Arâf, 7/12 şeklindeki sözünün karşılığıdır. Yüce Allah, bize itiraf makamının onun katındaki yerini ve onun sonucu olan saadeti ve Rabb’imizin emirlerine muhalefet ettiğimiz takdirde, tutmamız gereken yöntemi bununla bize öğretmiştir. Dolayısıyla daha önce geçtiği gibi, Âdem’den sadır olan şey[in hikmeti], Allah’ın emrine muhalif olan bir şey yaptıkları takdirde bundan kurtuluşun ve tebriyenin nasıl olacağını evlatlarına öğretmekten ibarettir. s.810
Soru: Âdem’in (as) ağacın meyvesini yedikten sonra cesedinin karardığı nakledilmiştir. Bu durum, günahın Âdem’de (as) noksanlık anlamına gelen bir iz bıraktığını akıllara getirmektedir.
Cevap: Onun bedeninin kararması, noksanlığının değil, aksine Şeyh’in 72. bâbda: “ Hacerü’l-esved, sütten daha ak olduğu hâlde cennetten indirilmiştir. Onu Âdemoğullarının hataları kararttı.”10 hadisi bağlamında zikrettiği gibi, onun efendiliğe (siyâdet) nâil olmasının alâmetidir. Şöyle demiştir: “ Âdem’in (as) cesedinin kararması da böyledir. Ağaçtan yemesi onun siyâdetine delâlet eder. Zira bunun neticesinde seçilerek yüceltilmişlerden oldu. Şayet ağaçtan yemeseydi, siyâdeti açığa çıkmazdı. Aynı şekilde Hacerü’l-esved de cennetten bembeyaz bir şekilde çıktığı için, onun dünyadaki siyâdetini açığa çıkaracak bir eser gerekmekteydi ki böylece cennete döndüğünde benzerlerinden ayırt edilebilsin ve Allah’ın yeryüzündeki sağ eli kılınarak, kendisine giydirilen yakınlık mertebesi açığa çıksın. Kâinatta efendiliğe sadece siyah renk delâlet eder. Yüce Allah, onun cennetten dünyaya gelerek efendi olduğunu bize bildirmek için, onu siyaha bürümüştür. s818
Soru: Ebû Yezîd’e “Ârif isyan eder mi?” sorusu sorulduğunda, verdiği cevap daha önce geçti. Buna göre “Allah’ın emri takdir edilmiş bir kaderdir” demiş ve böylece ârifin diğer günahlara düşmesini mümkün görmüştür.
Cevap: Bu böyledir. Hatta bir velînin, müslümanın düşeceği günahlar şöyle dursun, Allah hakkındaki mârifetinden sonra isyan eden İblîs gibi, iman ettikten sonra küfre düşmesi bile mümkündür. Ebû Yezîd, mebhasin baş taraflarında geçtiği üzere muayyen bir şeyle hüküm verme konusunda Allah Teâlâ’ya karşı edep gözeterek [isyanın] olmasını ve olmamasını mümkün görmüştür.
Yûnus’un (as) dışında, Âdemoğullarından hiç kimse iki kere doğmamıştır. Yüce Allah’ın “Halsiz bir şekilde”(Saffat,145) buyurduğu gibi, zayıf bir çocuk olarak dışarı çıktı. Yüce Allah onu kabak cinsinden, yaprakları tatlı olup üzerine sinek konmayan, yumuşak bir ağaç olan “yaktîn” ile muhafaza etti.(Saffat,145-146 Çünkü çocuğun sinekleri kovmaya takati yoktur. Böylece Yüce Allah yapraklarında sertlik bulunan diğer tüm ağaçların aksine yapısı itibariyle yaprakları tıpkı pamuk yumuşaklığında olan bu sebeple de kendisine hiçbir sineğin yaklaşmadığı bu ağaçla onu örttü. Şeyh Muhyiddin el- Fütûhât’ın 33. bâbında bunları zikretmiştir. s.840
Mebhasin baş taraflarında onun (sav) “Benim kalbime bazen öyle sıkıntılar gelir ki ben de Rabb’ime bir gün ve gecede yetmişten fazla istiğfar ederim”61 hadisinin anlamı geçmişti. Bununla kastedilen, onun sürekli terakkî (yükselme, ilerleme) hâlinde olmasıdır. O, her yükseldiği makamda bir öncekinden dolayı istiğfar etmektedir. Çünkü her zaman yüksek ve daha yüksek makamlar söz konusudur. Şeyh Muhyiddin’in “el-Vesâyâ Bâbı”nda, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine dua edenin duasını kabul ettiğini belirtmektedir. Kulun da Hak Teâlâ’ya yaptığı münâcâtında önceden ona bildirdiği şeyleri zikretmemesi gerekir. Zira bu, zaman kaybıdır. Onun sürekli yeni bir şeyler talep etmesi gerekir. s.854
Soru: “Allah’ın, senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetmesi için”(Fetih,2)meâlindeki âyetle kastedilen nedir?
Cevap: Şeyh’in el- Fütûhât’ın 73. bâbının 55. cevabında dediği gibi, bu hitap ve Allah’ın Peygamberini (sav) ikaz ettiği bütün âyetlerde kastedilen [peygamberin] kendisi değil, ümmetidir. Şu âyetleri örnek vermek mümkündür: “Ey Peygamber! Allah’a itaatsizlikten sakın.”63, “Şayet Allah’a şirk koşarsan, yaptıkların boşa gidecektir.”64, “Biraz da olsa, neredeyse onlara kayacaktın.”65 gibi. Bu, onun (sav), ümmetine yapılan sert hitap, azarlama ve kınamayı kendi üstüne alarak yaptığı bir fedakârlık kapsamındadır. Dolayısıyla hitap ona ise de bununla ümmeti kastedilmektedir. Bu, en güzel cevaptır. s.856
—–
63 Ahzâb, 33/1.
64 Zümer, 39/65.
65 İsrâ, 17/74.
Soru: Allah’ın Muhammed’e (sav) “Allah seni affetsin, neden onlara izin verdin!”6(tevbe,43) meâlindeki âyetinden muradı nedir? Bazılarının anladığı gibi Resûlullah’ı azarlama mı, yoksa Îsâ’ya (as) “Sen mi insanlara ‘Beni ve annemi ilâhlar edinin.’ dedin?”(maide,116) âyetinde olduğu gibi, illeti ortaya koyma sadedinde bir soru mudur?
Cevap: Şeyh’in 558. bâbda dediği üzere “Bu azarlama değil, illeti ortaya koyma sualidir. Zira daha önce af geçti. “Sana açıklansın diye” ifadesi ise, daha önce Îsâ ile ilgili sorulan soru gibidir. Şöyle denilmiş gibidir: “Ya Muhammed, bunu kimlerin sadık olduğu açığa çıksın diye mi yaptın?” Buna ya “Evet” der ya da “Hayır” der. Kuşkusuz “af” ile “azar” (tevbîh) bir arada bulunamaz. Özellikle söz konusu âyette olduğu gibi “af” önce gelmiştir.
Azarlanan kimsenin mutlak olarak affedildiğinden de bahsedilemez. Zira azarlama hesaba çekmedir. Oysa Yüce Allah affetmiştir. Şöyle demiştir: Dilde bu lafızdan azarlama anlaşılabileceği için önce af zikredilmiştir ki ârifbillâh [burada ve] Kelâm’ın diğer yerlerinde -hakikatler hususunda bilgisiz kimselerin zannettiği şekilde- bir azarlamanın vârid olmadığını farketsin.
el- Fütûhât’ın 38. bâbında ise “Allah seni affetsin, neden onlara izin verdin?”71 âyeti bağlamında, şöyle demiştir: “Tefsirciler, Yüce Allah’ın onun (sav) kalbini tatmin etmek için, azardan önce müjdeyi verdiğini zikretmişlerdir.” Şöyle demiştir: “Katımızda bulunan ilâhî ilme göre bu âyet, içinde azar olmayan hususî bir beşârettir.” Ona göre buradaki istifhâm (soru kalıbı), insaflı davranan ve anlama konusunda Allah’ın kelâmına hakkını verenler içindir. s.860
Soru: Allah’ın onun (sav) hakkında “Kendisine âmâ geldi diye suratını astı ve yüzünü ekşitip başka tarafa çevirdi.”(Abese,1-2) meâlindeki âyet ve devamındaki âyetlerinde ne kastedilmektedir? Bunun anlamı, zâhirdeki gibi mi yoksa başka bir anlamı var mıdır?
Cevap: Şeyh’in 304. bâbda “Burada bir itâbdan (azarlama) söz edilemez. Yüce Allah hükümdarlardan daha çok, kalbi kırık olanlarla beraber olduğuna dair Peygamber’inin (sav) dikkatini çekmektedir. Zira Allah’ın rahmeti hükümdarların aksine fakirlerden asla ayrılmaz.” ifadesiyle belirttiği gibidir. Bunun izahı şudur: Yüce Allah fakir olan kulunu, büyüklük sıfatları ağır basan kimselerden daha çok sahiplenmektedir. Buna göre senin huzurunda, kendisine itaat edilen ve emri yerine getirilen bir kral ziyaretçi olarak bulunduğunda fakir bir kimse ziyaterine gelirse, -şayet o kralın zorbalığından korkmuyorsan- öncelikle fakire yönel ve sana gelmesine sebep olan ihtiyacını karşılamadan ondan yüz çevirme. Bu şekilde, Hak Teâlâ’nın kendisine itaat edilen hükümdarın yanındaki tecellîsinin, tecellîye şâyan bir mahalde olmadığı anlaşıldı. Zira büyüklük ve azamet -teklif bittiği ve mahrumiyet söz konusu olamadığı için- cennette cennet ehli içindir.Yüce Allah’ın “Kendisine âmâ geldi diye suratını astı ve yüzünü ekşitip başka tarafa çevirdi.”Abese, 80/1-2. meâlindeki âyetlerinde Peygamber’ini (sav) azarlaması, sadece söz konusu âmânın fakir olarak gelmesinden dolayıdır. Yüce Allah, izzet ve kahr sıfatı, mahallinin dışında izhar edildiği için, ubûdiyyet ve fakr makamını korumuştur. Bunu uzun uzadıya anlatmıştır. s.862
Hz. Peygamber’in (sav) hurmaların aşılanması konusunda “Siz dünyanızın işlerini benden daha iyi bilirsiniz.” ifadesiyle işaret ettiği üzere, peygamberlerin (as) bazı zamanlarda dünyanın işlerini idare etme konusunda bilgilerinin bulunmaması, onların kemâlini azaltmaz. Bir defasında bir topluluk hurmaların başındayken Hz. Peygamber (sav) onlara uğramış ve “Bunlar ne yapıyor?” demiştir. “Hurmalarını aşılamaktadırlar.” denilmiş; bunun üzerine “Bunun iyi olduğunu düşünmüyorum.” demiş, Ensar da bunu işiterek hurmaları aşılamayı bırakmıştır. Ancak o sene mahsul azalmış ve yaş hurmalar dökülmüştür. Bu kendisine haber verilince “Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz.”83 buyurmuştur. Yani “herhangi bir vahiy almadığım konularda.”
Şeyh Muhyiddin: “Dünyanın bazı hâllerinin peygamber ve velîlere gizlenmesi, Allah’ın azametine olan müşâhedeleri onların kalplerini doldurduğunda bu hale dalıp kâinatı idare etmeyi bırakmaları sebebiyledir. Bu celâl ve azamet onlara perdelenseydi, dünya işlerinde insanların en bilgilileri olurlardı. Ancak onların kâinatı idare etmedeki perdelenmelerinin, “Benim öyle bir vaktim olur ki Rabb’imden başka kimse bana yaklaşmaz.” haberinde (rivayet) işaret edildiği gibi her zaman değil, sadece bir kısım vakitlerde olduğu açıktır. s.870
Soru: Nebî ile resul arasında ne fark vardır?
Cevap: Aralarındaki fark şudur: Nebîye Cebrâil bir şey getirdiğinde, bunu sadece kendi nefsi için alır ve başkasına tebliğ etmesi haramdır. Şayet ona “Sana indirileni tebliğ et!” denilirse -bu ya belirli bir topluluğadır ya da sadece Hz. Muhammed’e (sav) has olmak üzere gibi herkesedir- bu açıdan resul olarak isimlendirilir. Şayet gönderildiği kimseler için olmayan bir hüküm kendisine tahsis edilmemişse o zaman resuldür, nebî değildir. Bununla evliyâları kapsamayan teşriî nübüvveti kastediyorum. Böylece sadece kendi nefsine has olmayan hükümler verilen her peygamber nebî değil, resuldür. Şayet tebliğ etmekle beraber kendi nefsine has hükümleri varsa o zaman hem resul hem de nebîdir. İkrar ettiğimiz üzere tartışmasız bir şekilde her resul nebî değil, her nebî de resul değildir. En doğrusunu Allah bilir. s.904
Soru: Hz. Peygamber’in (sav) vahiy nâzil olduğu anda üstü örtülecek kadar üşümesinin hikmeti nedir?
Cevap: Bunun hikmeti şudur ki vahiy nâzil olduğu anda Peygamber ile meleğin ruhunun karşılaşmasından meydana gelen baskının şiddetiyle Hz. Peygamber terlerdi. Hariçteki hava bedendeki rutubetle birlikte, bütün kuvvetiyle ter gözeneklerini kapatır ve hariçteki soğuk hava boşluklarına giremezdi. Daha sonra Peygamber’in (sav) yaşadığı bu durum bitip melek ayrıldığında, bedenî mizacı sakinleşir ve tabii harareti canlanırdı. Bunun izahı şudur: Melek peygambere, haberî bir bilgiye yahut bir hükme taalluk eden bir şey getirdiğinde ondan bunu insanî ruh alır ve biri dinleyerek diğeri ilkā ederek birbirlerine mülâki olurlar. Her ikisi de nûrdur. Hal böyleyken onun (sav) mizacı keskinleşmeye başlar, parlar ve mizacın tabii harareti harakete geçer. Öyle ki; durumun şiddetinden dolayı peygamberin yüzü değişir. Bu vaziyet, en şiddetli hâl olarak ifade edilir. Daha sonra bedenî rutubetler, hararete hâkim olmak için bedenin yüzeyine çıkarlar. Bundan hâl sahibinde görülen terleme meydana gelir. Bu hararet durup, gözenekler açıldığında beden dışarıdan soğuk havayı kabul eder ve bedene geçer, mizaçta üşüme meydana gelir. Bu nedenle örtünmek ve ısınmak için fazladan kıyafet ister. Bu, soğuk ve titremenin tabii harerete ve onun zafiyetine hâkim olmasındandır. Bunların tamamının, inişin ruhanî bir sıfatla kalbe olması hâline has olduğu açıktır. En doğrusunu Allah bilir. s.926
Müctehidler, kendilerinden bir hüküm koymaz, sadece mevcut ahkâma yönelik görüşleri muktezasınca bir şer‘î hüküm getirebilirler. Zira Resûlullah (sav) müctehidlerin hükümlerini geçerli saymış ve buna bağlı olarak, onların hükmü de Resûlullah’ın şeriatının hükmü kapsamına girmiştir. O (sav), müctehide delilden ictihad edeceği maddeyi vermiştir. Şayet müctehid, şâri‘den gelen bir delile dayanmayan bir teşrîde bulunursa, onu reddederiz. Zira bu, Allah’ın izin vermediği bir şeriattır. En doğrusunu Allah bilir. s.964
Şeyh Muhyiddin “Hac ” bölümünün sonlarında şunları söylemiştir: “Şâri‘in (sav) mubah kıldığı senin ise hoşlanmadığın işleri görüp de nefsinin bu işleri yapanlara karşı sıkıntıya düşmesinden ve ‘Şayet bu konuda ben hüküm verseydim, bunu yasaklar ve insanlara haram kılardım.’ demekten sakın. Bu durumda kendi düşünceni, Şâri‘in düşüncesine yeğlemiş, kendini ondan daha çok tercih edilebilir bir ölçü saymış ve cahillerin yoluna girmiş olursun.” Şöyle demiştir: “Resûlullah’a (sav) karşı edep gözetmeyen birçok insan bunu yapmakta, Şâri‘in kendilerine mubah kıldığı bazı mubahları işleyen insanlara kızmakta ve şöyle demektedir: ‘Eğer Şâri‘ onları bunları yapmaktan alıkoyamadıysa ben ne yapayım? Bu Şâri‘in mubah kıldığı bir şeydir, kim bir şey diyebilir?’ Böylece onları Rabb’lerinin meşrû kıldığı şeyi insanların kullanmaları sebebiyle öfke ve gazap hâlinde görürsün. Bu, en büyük sû-i edep ve sahibi de Allah’ın bir ilim/bilgi üzere saptırdığı kimsedir.” s.976
Yine şöyle demiştir: “1. yüzyılda bazı insanlar bunu yaptılar. Günümüzde ise insanların çoğu arasında bu söylem yayılmıştır: ‘Şayet Resûlullah (sav) bugüne yetişseydi, insanları bundan menederdi.’ Oysa asıl Şâri‘in Allah Teâlâ olduğunu biliyoruz ve hiçbir şey O’nun ilminin dışında kalmaz. Şayet bunu sadece bir topluluk için mubah kılsaydı, Peygamber’inin (sav) diliyle onu beyan ederdi. Zira o (sav) Allah’ın dilediği hükümleri tebliğ ediyor, nefsinin arzuları doğrultusunda asla konuşmuyor ve tebliğ edilmesi emredilen hiçbir şeyi unutmuyordu. ‘(Size okuduğu) Kur’ân ancak kendisine bildirilen bir vahiydir.’147 ve ‘Senin Rabb’in unutkan değildir.Meryem, 19/64.
Buhârî, kadri ve mertebesi yüksek tâbiî Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî’den onun şöyle dediğini nakletmektedir: ‘Müslümanlar arasında, en büyük günah sahibi olan, haram olmayan bir şey hakkında soru soran ve sorusu yüzünden o şeyin müslümanlara haram kılınmasına sebep olan kimsedir.’ Resûlullah (sav), edâ etme hususunda âciz kalmasınlar diye ümmetine çokça hükmün inmesinden korkardı. Hacla ilgili olarak ‘Her sene mi ya Resûlallah?’ diyen kimseye ‘Hayır, şayet evet deseydim, vâcip olurdu ve siz de yapmaya imkân bulamazdınız.’ buyurmuştur.” s.980
Soru: İtaat edilmesinin vâcip olması noktasında müslümanların ortaya koydukları güzel bid‘atlar (bid‘at-ı hasene) sahih sünnete eklenir mi?
Cevap: Şeyh’in 262. bâbda dediği üzere, “Allah’ın ‘Kendilerinin icat ettikleri ruhbanlığa gelince, biz onlara bunu emretmemiştik.Hadîd, 57/27. âyeti ve Resûlullah’ın (sav) ‘Kim güzel bir sünnet başlatırsa’ hadisiyle işaret ettiği gibi, buna uymak vâcip değil, menduptur. Bununla güzel olan her şeyin icat edilebileceği câiz görülmüş ve insanlara sıkıntı vermediği takdirde hem icat edene hem de yapana ecir verileceği ifade edilmiştir.” s.986
Yüce Allah, bir şeyi kulları hakkında gerçekleştirmek istediğinde, işleri tenfîz makamı olan kürsîye en yakın meleğe vahyeder. Allah Teâlâ bu emri muhtelif şekillerde verir. Ona kendisinden sonrakine vahyetmesini emreder, o da kendisinden sonra gelene emri bir sonrakine ulaştırmasını söyler ve bu silsile yer semâsına kadar devam eder. Su meleğini çağırarak bu mesaj suya bırakılır, kulların kalplerine atmak üzere kalp (ilham) meleklerini çağırır. Şeytanlar meleklerin ne getirdiklerini bilir ve bunların benzerlerini insanların kalbine getirir. Dil kalpte olanları konuşur ki bunlar [bir şeyin] nasıl olacağına dair havâtırdır (kalbe yerleşen nefsin iç konuşmasıdır). [Henüz] olmayan bu şey hâtırın bildirdiği şeye uyarak meydana gelir. Bunlardan dile geldikten sonra meydana gelenler meleklerin getirdikleri, meydana gelmeyenler ise şeytanların ilkā ettikleridir. Bunlar âlemde “ircâf” (yalan haber) olarak isimlendirilir ve avam bunlar için “tekvînin mukaddimeleri” der. Daha sonra su meleği kendisine vahyedileni suya attığı zaman, insan ve cin hariç bu sudan içen bütün canlılar, bu sırrı bilir. s.1024
Günahların namazla bağışlanması, ancak abdest ile namazın bir araya gelmesiyle olur. Bazı insanların bedeni günahlarla ölür veya zayıflar ya da iyice gevşer. Bazı kimselerin ise hem bedeni hem kalbi ölür veya zayıflar ya da gevşer. Bir kısmı ise birbiri ardınca gelen gafletler sebebiyle ölür, zayıflar ya da gevşer. Bu beden canlılık veren bu suyla temizlendiğinde hayat bulur. Ve böylece ayağa kalkar, namazında Hak Teâlâ’nın huzuruna girer ve Allah Teâlâ’ya onu görür gibi ibadet eder. Allah’ı (cc) tekbir, tahmîd ve layık olduğu şekilde O’na senâ etme arasındadır. Ayrıca Yüce Allah’ın, içinde bulunduğu namaz da dâhil olmak üzere, bu dünyada kendisini mükellef tuttuğu şeyleri yerine getirmesi, kendisini sırât-ı müstakîme erdirmesi ve “âmin” diyerek imama muvâfakat edebilmesi için dua eder. Böylece onun geçmiş günahları yani özellikle bu namaza has olan günahları bağışlanır. Bununla birlikte kim Allah’ın buyurduğu üzere abdest alırsa uzuvlarının günahlarının tümü silinir öyle ki günahlarından tertemiz olarak çıkar daha sonra cemaat ile namaz kılmak için yürümesi derecelerini yükseltir. Burada namaza başlayıncaya kadar kalan günahlarla kastettiğimiz, daha önce geçtiği üzere o namaza has olan günahlardır. Dolayısıyla abdestle, namaza has olan değil, sadece ona has olan günahların düştüğü anlaşılmaktadır. Şayet abdestle düşen günahlarla, günahların tamamı kastedilmiş olsaydı, namaza, oruca, zekâta ve hac gibi kefâret için meşrû kılınan ibadetlere bir şey kalmazdı. Anla! s.1074
Soru: Bazı insanların Kâbe’nin örtüsüne sarılmalarının sebebi nedir?
Cevap: Bu, aralarında bir suç bulunan kimsenin, kendisini affetmesi ve müsamaha göstermesi için arkadaşının elbisesine sarılması gibidir. Aksi hâlde büyüklerin edeplerinden bir tanesinin de salt Kâbe’nin örtüsüne sarılmamak olduğu açıktır. Kuşkusuz Âdem’in (as) ağaçtan yemesinden ettiği tövbe makamının kemâli, daha önce belirttiğimiz üzere onun için hac vesilesiyle gerçekleşmiştir. Aynı şekilde tâbi olmak hükmüyle, zürriyetinin de tövbesi, bununla kemâle ermektedir. Daha önce namaz ve zekât konusunda geçtiği üzere sadece haccın kefâret edeceği günahların olması hasebiyle hac ibadetini yerine getirmeyen kimse için tövbenin kemâli hâsıl olmaz. “ Tövbe gerçekleşmez.” demedik, “tam (kemâl) tövbe gerçekleşmez.” dedik. Zira Âdem, ağaçtan yer yemez pişman oldu, onun zürriyeti olan her müminin günahından sonra pişmanlık duyması, hatasından sonra aklı başına gelen herkes için gereken bir durumdur.
Diğer rükünlerinin genelde bulunmasının [yanında] pişmanlığın tövbeye bitişik olması hasebiyle onun en önemli rükünlerinden olduğu bilinmektedir. Âdem’in (as) Kâbe’yi ziyaret ettiği zaman “Rabb’im, beni ve zürriyetimi bağışla!” dediği nakledilmiştir. Yüce Allah da “Seni, günahından pişman olduğun anda bağışladım, çocuklarına gelince, bana hiçbir şeyi şirk koşmadan huzuruma gelenlerin günahlarını bağışladım.” demiştir. İşte bu, haccın meşrû kılınmasının temeli ve yasak ağaçtan yemeyle ilişkisidir. Hacceden herkes için hac, büyük günahtan evlâ olanı terk etmeye kadar, uygun bir şekilde günahlarına kefâret olur. s.1092
Gönlü bulandıracak şeylerin çoğunun kaynağı, yemedir. Yediği zaman perdelenir ve perdelendiği zaman da hısımlarına ve Allah Teâlâ’nın iyilik yapılmasını emrettiği müslümanlara ikram etme konusunda körleşir. Aynı şekilde kasem (yemin), tartışma ve eşler arasındaki sıkıntıların kaynağı da yemedir. Şayet yeme olmasaydı, koca perdelenmez ve eşine zulmetmez, haksızlık etmez, o anda nefsanî arzularını tatmin etmek için eşler arasında adâletsizlik yapmazdı. Yine yeme olmasaydı kadın kocasının hakkını ihlâl etmez ve ona nankörlük etmezdi. Şayet eşler uygun olan şeyleri yeseydi, peygamberler ve velîlerin yaptığı gibi, birbirilerine herhangi bir haksızlık [yapmazlar] ve zulmetmezlerdi.(…)Şayet yemeyi tamamen terk etse ya da aç kalsa ve sadece hayatta kalmak için ya da meşrû olanı yemekle yetinseydi, âzaları zayıflar ve saydığımız hudutları aşmazdı. s.1100
Velâyetin nihayeti asla nübüvvetin başlangıcına ulaşamaz. Şayet bir velî, peygamberlerin bilgi aldığı kaynağa yaklaşırsa yanar. Velîlerin nihaî durumu, hem keşiflerinin açılmasından önce hem de sonra, Hz. Muhammed’in (sav) şeriatı üzere ibadet etmektir. Hz. Muhammed’in (sav) şeriatından çıktıkları an helâk olur ve yardımları kesilir. Kendi başlarına Allah’tan asla hiçbir şey alamazlar. s.1108
Sahâbe Arasında Meydana Gelen Olaylar Hakkında Susmanın ve Onlara Ecir Verileceğine İnanmanın Vacip Olduğu Hakkındadır
Bu onların tamamının ehl-i sünnetin ittifakıyla âdil olmaları nedeniyledir. Hz. Osman, Hz. Muâviye ve Cemel Vakası fitneleri gibi fitnelerle ilgisi olan da olmayan da bu hususta müsavidir. Bunların tamamı konusunda onlar hakkında hüsn-i zan beslemek vâciptir, bu hadiselerdeki [durumları] ictihada hamledilir. Bunların tamamı ictihada dayanan şeylerdir ve her müctehid isabet etmiştir ya da birisi isabet etmiş, diğeri de mazeret sahibidir ve ecri hak etmiştir. İbnü’l-Enbârî, onların adâletiyle kastedilenin, ne mâsum olmaları ne mâsum olmalarının imkânsızlığı olduğunu; bununla kastedilenin, hiçbir adâlet ve tezkiye çabasına girmeden, dinimizle ilgili hükümleri, kendilerinden almamız ve rivayetlerini kabul etmemiz olduğunu söylemiştir. Bu zamana kadar onların adâletlerine ters düşecek bir şey bize gelmemiştir. Allah’a hamdolsun. Biz, Resûlullah’ın (sav) zamanından halifelik ortaya çıkıncaya kadar onların durumunu iyi görmekte, bazı siyercilerin onlarla ilgili söylediklerine iltifat etmemekteyiz. Bunlar doğru değildir. Şayet doğru ise bile sahih bir şekilde te’vil edilir. Ömer b. Abdülazîz’in (ra) “Bu, Allah’ın kılıçlarımızı kendisinden temizlediği kandır, biz de dillerimizi ona bulaştırmayalım.” şeklindeki sözü ne kadar güzeldir! Dinimizin hâmillerini ve Peygamberimizden haberin ancak kendileri vasıtasıyla geldiği kimseleri nasıl zemmederiz?
Sahâbeyi zemmeden bizzat dinini zemmetmiştir. Özellikle Muâviye ve Amr b. el-Âs’ın durumu olmak üzere, onlarla ilgili ileri geri konuşma kapısını tamamen kapatmak gerekir. Bazı Râfizîlerin, Ehl-i beytin onlardan hoşlanmadığına dair naklettiklerine aldanmamak gerekir. Bunun gibi meselelerin tartışma noktası oldukça incedir ve Resûlullah’tan (sav) başka hiç kimse bu konuda hüküm veremez. Çünkü bu, onun evlâtlarıyla ashabı arasındaki bir meseledir.” s.1134
Allah’ın İblîs’le kurduğu tuzaklardan biri de İblîs farkına varmadan, kullarına hayır olan şeyleri ona ilham etmesidir. Bu, onun kulun kalbine vesvese vermesi, kulun da ona muhalefet etmesi ve aksini yapması şeklinde olur. Dolayısıyla İblîs’e muhalefet ettiği için, kendisine ecir verilir. Şayet İblîs kulun onun vesvesesiyle yükseleceğini bilseydi, ona hiçbir şeyi ilkā etmezdi.” s.1178
(Ebü’l-Kâsım el-Cüneyd’) Şöyle derdi “Bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet ile inşa edilmiştir.” Burada kıyas ve icmâyı zikretmemesinin sebebi, bunların delâletlerinin Kitap ve Sünnet’e uygun olması durumunda bilinmesidir. Cüneyd Kitap ve Sünnet’i zikrettiği için [ayrıca] kıyas ve icmâya ihtiyaç duymamıştır. Yine “Bir adam, havada bağdaş kursa, onu Kitap ve Sünnet’e bağlı görmedikçe, ona iltifat etmeyin.” derdi. “Tarikatlar, Resûlullah’ın (sav) izinde gidenlerin dışında, herkese kapalıdır.” derdi. Aynı şekilde “Şayet hâkim olsaydım ‘Lâ mevcûde illellah’ veya Allah’tan başkasının fiilinin olmadığını söyleyenin boynunu vururdum. Çünkü bu sözün zâhiri, Allah’tan başkasını yok saymak ve teklifî hükümlerin tamamını yıkmaktır.” derdi. s.1204
Allah’a hamdolsun, imamların delillerini araştırdım ve görüşlerinin tamamının bir âyet, bir hadis, bir rivayet ya da sahih bir asıl üzere bina edilen sahih bir kıyasa dayandığını gördüm. Ancak görüşlerinden bazıları, doğrudan âyet, hadis ya da eserden alınmış, bazıları bunların mefhumundan ya da bu iktibastan alınmıştır. Aynı şekilde görüşlerinden bazıları yakın, bazıları daha yakın, bazıları uzak, bazıları da daha uzaktır. Bunların tamamı, asıl olan şeriatın nûrunun huzmelerinden alınmıştır. Aslı olmayan bir fer‘in bulunması imkânsızdır. Bunun izahı şudur: Tertemiz şeriatın nûru, apaçık bir nûrdur. Ancak kişi, ona her yaklaştığında, onu başkasına göre daha aydınlık bulur. Bağlılık silsilesi dahilinde kalmak kaydıyla, ondan her uzaklaştığında ise şeriatın kaynağına yakın olana göre daha az aydınlık olduğunu görecektir. Mezhep âlimlerinin görüş farklılığı ve bu asrımıza kadar bazılarının diğerlerinin görüşünü zayıf görmesinin sebebi de budur. s.1208
Efendim Ali el- Havvâs şöyle derdi: “Bütün müctehid ve onların taklitçilerinin görüşlerinin kendisinden çıktığı şeriatın tertemiz kaynağının misali şudur: İlk kaynak, avcı ağı gibidir. Bu kaynağın âlimlerinin sözlerinin misali ise ondan ayrılarak sair devirlere yayılmış gözeler örneğidir. Allah Teâlâ’nın basîretini açtığı, birinci kaynağı ve ondan ayrılan kolları idrak eden kimse, bütün İslâm âlimlerinin görüşlerinin hak olduğunu ikrar eder ve onların gölgenin şahsa yahut parmakların ele bağlı olduğu gibi ilk kaynağa bağlı gözeler olduğunu görecektir. Allah Teâlâ’nın basîretini açmadığı kimse ise, gözünün görmediğini zorunlu olarak hatalı bulacak ve onu şeriatın dışında görecektir.” s.1210
Müctehidlerin peygamberlerin gerçek vârisleri olduğu anlaşıldı. Zira onlar ictihad etmeleri itibariyle nebî ve resullerin konumundadırlar. Çünkü Peygamber (sav), onlara ictihadla hüküm çıkarmayı mubah kılmıştır. Bu, Şâri‘in emrinden çıkan bir teşrîdir. Dolayısıyla bütün müctehidler, ictihadla teşrîde bulunmaları itibariyle isabet etmişlerdir. Bu, bütün peygamberlerin mâsum olmaları gibidir. Şöyle demiştir: “Müctehidlerin kendilerini vakfetmeleri teşrîden bir pay ve bu alanda kadem-i râsıh sahibi olmaları içindir. Mahşerde onların önüne kendi nebîlerinden başka kimse geçemeyecektir. Muhammedî şeriatın koruyucuları olan bu ümmetin âlimleri (müctehidler), ümmetlerin safında değil, peygamber ve resullerin safında haşredileceklerdir. Hiçbir resul yoktur ki onun hemen yanı başında bu ümmetin müctehidlerinden biri, ikisi, üçü ya da daha fazlası olmasın. Bu ümmetin her bir âlimi için ahkâm, makamlar ve menzillerle ilgili ilimlerde, üstatlık pâyesi vardır. Bu durum Muhammedî müctehidlerin imamların hâtemi (son müctehid) olan Mehdî’ye (as) kadar devam eder.” s.1220
161. bâbda şöyle demiştir: “Bütün müctehidlerin peygamberliğe vâris olma makamında, el-kademü’r-râsih sahibi olduğunu bilesin. Ancak bu makamda olduklarını bilmezler. Bu nedenle ilâhî yardımların bu makamdan ilimlerle kendilerine akması için, birbirleriyle münazara ederler. Her biri diğerinden, vâcip, haram, mendup ve mekruh olduğuna dair tespit ettiği delilleri getirmesini ister. Bu makamda olduklarını nasıl bilmiyorlarsa, keşif ve müşâhede yöntemiyle kimden destek istediklerini de bilmezler. Bunu sadece delillerin aracılığıyla bilirler. Her müctehid şeriatın bizzat kendisinden yardım aldığı için hak üzerindedir. Aynı şekilde Resûlullah’ın (sav) zamanından önce gelen her nebî de hak üzerinedir, bu yüzden onlara iman vâciptir. Böylece bu ümmetin müctehidlerinin, teşrî konusunda peygamberlere vâris olduğu anlaşılmış oldu. Ancak teşrîde bağımsız değillerdir. Şayet Şâri‘in şeriatından onlara verdiği pay olmasaydı, anılan teşrîye güç yetiremezlerdi. Onların delilleri, peygamberlerin vahyi gibidir. İctihadlarındaki farklılıklar da resullerin şeriatlarındeki farklılık gibidir. Ancak yakînî keşif söz konusu olmadığı için, onlar peygamberlerin arasına katılmazlar. s.1222
Soru: Size göre bütün müctehidler isabet etmişse “Hâkim ictihad edip hata ettiğinde bir ecir, isabet ettiğinde ise iki ecir alır.” hadisinin anlamı nedir?
Cevap: Bu hadiste kastedilen hata, müctehidin ilgili meselede Kitap ve Sünnet’te bulunan delile tesadüf etmemesidir. Bu, bir tek ecirdir ve araştırmanın ecridir. Şayet delili bulsaydı, araştırma ve delile tesadüf etme ecri olmak üzere iki ecri olurdu. İbn Hazm ez-Zâhirî ve başkaları bu şekilde cevaplandırmışlardır. s.1224
İmâm Ahmed b. Hanbel’e (ra) “Neden sahâbe sonrakilerde olduğu gibi, kerametinin çokluğu ile meşhur olmamıştır?” diye sorulmuş, o da “Sahâbenin imanı, kendilerinden sonrakilerin aksine, çok kuvvetli olduğu için kerametleri çokça olmamıştır. Bir toplumun imanı zayıfladıkça onların zamanındaki velîlerin kerameti de aralarındaki zayıfların yakînini takviye etmek için artar.” Bunu, Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî’nin (ra) şu sözü destekler: “Hz. Meryem’e imanını takviye ve yakînini tamamlamak için bir sebebe bağlı olmadan başlangıçta harîkulâdeliklerin verildiğini kaydetmektedir: “Zekeriyyâ onun bulunduğu yere, mâbeddeki odaya her girdiğinde yanında (yeni) bir rızık bulur.”255 İman ve yakîni kuvvetlenince, bunların üzerinde durmadığı için, sebeplere dönerek “(Şu) hurma ağacını da kendine doğru silkele ki üzerine taze, olgun hurma dökülsün.”256 denilmiştir. s.1244
Yine ondan(Ali el- Havvâs’ın (rh.a) şunu işittim: “Allah Teâlâ’nın âlimlere verdiği en büyük ikram, özellikle ilimdir. Zira ilim kendisiyle amel edildiği zaman, ona hiçbir şeyin denk gelmeyeceği en büyük keramettir. Bu, dünya yurdunun ilim ve amel yurdu olması nedeniyledir. Hârikulâdelik gibi neticelerin yurdu ise âhirettir.” Şeyh 177. bâbda şunu zikretmiştir: “Kerametlerin en büyüğü ise kulun öyle bir dereceye gelmesidir ki eğer âlem tümüyle Allah’tan (cc) gafil olsaydı bu velînin zikri tüm âlemin zikrinin yerine geçerdi. Mesela ‘Sübhânallah’ dediğinde nefsinin cevherine bu âlemin tümünün Allah’ı zikrettiğinde söyledikleri nakşedilirdi. Bunun nedeni de Allah Teâlâ bu velîyi ödüllendirmek istediğinde ona bütün âlemin sevabının mislini vermesidir.” s.1256
Keşif ehli ‘Cemâdâtın konuşmasını işittik ve gördük.’ derler. İman ehli ‘Buna iman ettik ve tasdik ettik.’ derler. Perdelenmiş olan fikir köleleri ise ‘Ne gördük ne de işittik.’ derler.” Allah’ın “Onlarla konuşan bir canlıyı yerden çıkardık.”273 âyetini düşün, nasıl da hemen peşinden “İnsanlar âyetlerimize tam olarak iman etmiyorlar.”274 denilmiştir. s.1278
274 Neml, 26/82.
Şöyle derim: Allah’a yemin ederim ki Şeyh Muhyiddin’e Firavun’un imanının makbul olduğunu söylediğini nispet eden kimse ona iftira etmiştir. Bu onun, Firavun’un imanının makbul olduğunu kendisinden nakleden kimseyi yalanlayan ibaresidir. s.1284
Yine 354. bâbda “ Zinâ eden kimse, zinâ anında mümin olarak bunu yapmaz.” hadisi bağlamında şöyle demiştir: “Yani azabı tasdik ederek bunu yapmaz. Zira azabı tasdik etseydi, günaha düşmezdi. Bu şuna benzer; şayet biz onun için büyük bir ateş tutuştursak ve ‘Bu kadınla zinâ et ki seni bu ateşte yakalım.’ desek, uzun süre bunu istemeye devam etsek bile, asla onunla zinâ etmez. Bunun sebebi cezayı görmesidir. Anla!” 234. bâbda da şöyle demiştir: “Bilesin ki kâmil müminin şartlarından biri de Allah’ın cezalandırmakla tehdit ettiği bir günahı işlediği zaman, bu günahtan fariğ olduğunda içinde bir pişmanlık bulmasıdır. Hadiste ‘Pişmanlık tövbedir.’ [şeklinde geçmektedir.]
Bu şekilde pişman olan kimse, tövbe etmiş gibidir. Yani insanların hakları açısından değil de Allah’ın hakları açısından böyledir. Dolayısıyla bu pişmanlıkla beraber tehdidin hükmü düşer. Kâmil müminin muhalefet etmekten hoşlanmaması ve bunu yaparken de razı olmaması gerekir. Zaten bundan hoşlanmaması, bunu yaparken pişman olması ve bunun bir mâsiyet olduğuna dair imanı sebebiyle üç yönden sâlih amel sahibidir. Bunu yapmış olması itibariyle de şer‘an bir tek açıdan kötü amel sahibidir. O da bunu işlemektir. Allah’ın ‘Zerre kadar şer işleyen bunu görür.’282 âyetini dikkate alan kimse, bizim dediklerimizi anlar. s.1296
İbnü’s- Sübkî ve diğerleri şöyle dediler: “İnsan istiğfarında sadık olmadığını hissettiği zaman, başka bir istiğfara ihtiyaç duymakla beraber yine de istiğfar eder. Zira dil zikre alıştığında kalp de ona bu hususta muvâfakat etmeye başlar.” İmâm Sühreverdî şöyle derdi: “Günahının bağışlanmayacağından korksan da tövbe et.” s.1310
Kardeşim bil ki tövbe etmek, Allah Teâlâ’nın kullarına ihsan ettiği en büyük şeylerdendir. Şayet tövbe etmezsek tövbeyi terk etmekten dolayı tövbe etmemiz vâciptir. Şayet tövbeyi terk etmekten dolayı ettiğimiz tövbe sahih olmazsa tövbeyi terk etmekten dolayı ısrarla tövbe etmemiz vâciptir. Bu, yaşadığımız müddetçe sonsuza kadar devam eder. Bu durumda bizim ilacı olmayan bir derdimiz yoktur. Şayet bunların tamamından hiçbiri sahih olmazsa Allah’ın İslâm üzere ölen, ısrarla günah işleyenlere bağışladığı özel bir rahmeti vardır. Şunu bil ki tövbenin hakikati, kulun henüz yaratılmadan önce Allah Teâlâ’nın bu günahı kendisi için takdir ettiğini müşâhede etmesidir. “Kul günah işleyip, kendisini affeden bir Rabb’inin bulunduğunu bilir ve buna sığınırsa Yüce Allah, ikinci veya üçüncüde ‘Dilediğini yap, seni bağışladım.’ der.” hadisinin anlamı, “Dilediğin günahı işle, pişman ol ve istiğfar et ki ben de seni bağışlayayım.” şeklindedir. Kişiye, pişmanlık olmadan sadece günahı bağışlayan bir Rabb’in olduğunu bilmesi kâfi gelmez; anla! s.1312
İbnü’s- Sübkî (ra), Cem‘u’l-Cevâmi‘de şöyle demiştir: “Ey kardeş, kalbine bir şey doğduğu zaman, bunu şeriat terazisiyle ölç. Bu, ya emredilen, ya nehyedilen ya da ne olduğu şüpheli bir şey olmak üzere üç hâlden birisi üzerinedir.” Şöyle demiştir: “Ulemâ ıstılahında kalbe doğan bu şeye, ‘Hâtır’ denilmiştir. Birinci hâl, emredilen bir şey olmasıdır ve bunu ertelememek gerekir, aksine kul derhal bunu yapmalıdır. Çünkü Rahmân’dandır, kula bununla rahmet eder. Kul hakkında hayır dilediği zaman, bunu aklına getirerek yapmasını sağlar. Şayet kul, bunun ucb, riya gibi nehyedilen bir sıfatla birlikte gerçekleşeceğinden korkarsa, söz konusu ameli, bu sıfatlarla birlikte yapmasında bir sakınca yoktur. Zira bu amelin başlangıcı ihlâsladır. Ancak maksadı, yerilen bu sıfatlar değildir. Şayet söz gelimi riya kasdıyla bunu yaparsa, günah işlemiş olur ve bundan istiğfar etmesi vâciptir.
İkinci hâl, akla gelenin (veya kalbe doğanın) yasak bir şey olmasıdır. Bunu hemen yapması gerekmez, aksine bunu defalarca reddetmesi gerekir. Zira bu şeytandandır. Şayet kul bunu yapmaya meyleder ve yapmazsa, bu meylinden dolayı istiğfar etmelidir.
Üçüncü hâl ise, kalbe doğan şeyin, emredilen bir şey mi yoksa yasaklanan bir şey mi olduğu kula açık olmadığı için şüpheli olmasıdır. Yasaklanmış bir şeyi yapmaktan kaçınmak için, bunu yapmamak, edeptendir…s.1326
369. bâbda ilimlerle ilgili olarak da şöyle demiştir: “Bil ki yapılmadığı ve söylenmediği müddetçe, yapılan iç konuşma bağışlanmıştır. Konuşmak da ameldir; gıybet, nemîme gibi telaffuz edilen şey itibariyle kul, bu ameliyle kınanır ve dili üzerinden hesaba çekilir. Bir şeye niyet etme iç konuşma kapsamına girmez. Zira bir şeye niyet etmenin, iç konuşmanın aksine şeriatta başka bir hükmü vardır. İç konuşmanın ayrı bir durumu/yeri vardır. Bu, Mescid-i Haram’da bir zulümle sapkınlık yapmak isteyen kimse[nin durumuna] benzer. Yüce Allah, işlemek istediği zulmü yapsa da yapmasa da bu kimseye elem veren bir azabı tattıracağını haber vermiştir. Ancak Mekke’deki Mescid-i Haram’ın dışında niyetinden dolayı sorguya çekilmez. Şayet niyet ettiği şeyi yapmazsa, özellikle bunu Allah için terk ederse kendisine bir hasene yazılır. Allah için terk etmezse ne günah ne de sevap yazılır. İşte bu iç konuşmayla, niyet olan irade arasındaki farktır.” s.1330
Soru: Şeytanî olan hâtırlar kaç kısma ayrılır?
Cevap: Hissî ve mânevî olmak üzere iki kısma ayrılır. Şeytanlar insî ve cinnî olmak üzere ikiye ayrıldığı için, hissî hâtırlar da ikiye ayrılır. Yüce Allah “İnsan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabb’in dileseydi bunu yapamazlardı. O hâlde onları iftiralarıyla baş başa bırak.”298 buyurarak, bunların Allah’a iftira ettiklerini belirtmiştir. Bu iki şeytan arasında, başka bir şeytan daha insanın içinde belirir, bu mânevîdir. İnsî ve cinnî şeytan insanın kalbine genel bir şey attığı zaman bununla onu Allah’tan uzaklaştırır. Bazen özel bir şey ya da özel bir meselenin kendisini ilkā eder, bazen de genel bir şey ilkā eder ve onu terk eder.
Şayet genel bir şey ise bu hususta ona, ne cinnînin ne de insînin kavrayacağı şeylere yönelik bir yol açar. İnsan bu [kalbine ilkā edilen] üzerinde derince düşünür ve bu şüpheden, dile getirdiğinde yoldan çıkaran İblîs’in kendisinden öğreneceği meseleleri istinbat eder. İnsî ve cinnî şeytanın ilk başta insanın kalbine attığı bu genel üslupta ona özel yönler açılır ki bunlar mânevî şeytanlar olarak isimlendirilir. İnsî ve cinnî şeytanların hiçbiri bunu bilmez ve bunların tayinini de amaçlamamışlardır. Onların ilk amacı bu kapının insana açılmasıdır. Çünkü onun, bunu inceleme ve araştırma kuvvetinde ve zekâsında olduğunu biliyorlardı. [Bu araştırma ve inceleme] ise ona, daha sonra reddetmeye güç yetiremeyeceği helâk edici mânaları açar. Bunun sebebi ilk asıldır. Kuşkusuz bunu (kalbine ilkā edileni) dayanacağı sahih bir asıl edinmiştir.
[Kalbe atılan] üzerinde derin düşünme onu sürüklemeye devam eder tâ ki onu bu asıldan çıkarır.” Şöyle demiştir: “ Bid‘at ve hevâ ehli bu şekilde hareket etmiştir. Şeytan öncelikle onlara şüphe duymayacakları sahih bir asıl ilkā eder, sonra anlamamaları sebebiyle karıştırmalar (telbîs) akıllarına gelir böylece sapıtırlar. [Bu karıştırmalar] asıl olmaları hükmüyle şeytanlara nispet edilir. Şeytanların bu konuda kendilerinin talebesi olduğunu ve kendilerinden öğrendiklerini bilmezler.”
Şöyle demiştir: “Bu durum en çok Şîa’da, özellikle de onlardan İmâmiyye’de görülür. Şeytanlar öncelikle onlara Ehl-i beyt sevgisini ve sevgilerini onlar için sarf etmelerini telkin eder. Bunun, Allah Teâlâ ve Resulü’ne en çok yaklaştıran en yüce şeylerden olduğunu düşünürler. Ayrıca burada dursalardı bu muhabbetin üzerine sahâbeye buğz etmeyi ve sövmeyi ilâve etmezlerdi. s.1332
Şöyle dedim: el-Kût sahibi Şeyh Şihâbüddin el-Ezra‘î’nin hattıyla yazılan ve Şeyhülislâm Şeyh Takiyyüddin es- Sübkî’ye takdim edilen bir soru gördüm. Şöyleydi: “Efendimiz ve mevlâmız Şeyhülislâm’ın, bid‘at ve hevâ ehlini tekfir etme konusundaki görüşü nedir?” Ona şunu yazdı: “Ey kardeş, bil ki -Allah beni ve seni muvaffak eylesin- müminleri tekfir etmeye yönelmek, gerçekten zordur. Kalbinde iman olan herkes, ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen hevâ ve bid‘at ehlini tekfir etmeyi, ağır bulmuştur.
Tekfir etmek, korkunç ve çok tehlikeli bir durumdur. Bir insanı tekfir eden kimse, sanki söz konusu insanın âhiretteki cezasının ebediyete kadar dâimî olduğunu, dünyada da kanı ve malının mubah olduğunu, müslüman bir kadınla evlenemeyeceğini ve ne hayatında ne de öldükten sonra kendisine İslâmî hükümlerin uygulanmayacağını haber vermiş gibidir. Bir müslümanı öldürmede hata etmek, suç olması hasebiyle bin kâfiri öldürmeyi terk etmekten daha tercih edilir. Ayrıca bu bid‘atçıların tekfir edildiği konular, bölümlerinin çokluğu, zekâlarının inceliği, karînelerinin ihtilafı, iddialarının farklılığı sebebiyle çok dakik ve derindir. Bu meseleleri hakkıyla ihata edecek kimsenin hatayı diğer sınıflarıyla birlikte bilme hususunda detaylı incelemeye, te’vilin hakikatlerine ve ilgili yerlerdeki şartlarına vakıf olmaya, te’vil ihtimali olan ve olmayan lafızları bilmeye ihtiyacı vardır. Bu da diğer Arap kabilelerine mensup dil ehlinin yöntemlerini, hakikat, mecaz ve istiareleri ile tevhid ilmindeki incelikleri bilme gibi; avam şöyle dursun, âlimlerin çoğuna bile ağır gelen birçok şeyi bilmeyi gerektirir.”(…)Her mümin için edebe uygun olan, hevâ ve bid‘at ehli olan hiç kimseyi tekfir etmemektir. Özellikle hevâ ehlinin çoğu, birbirlerini taklit eden avamdır ve itikatlarıyla çelişen hiçbir delili bilmezler. Ancak sadece inat ve inkârla te’vil edilemeyecek açık naslara muhalefet etmeleri müstesnâdır. Ulemânın bu konuda farklı görüşleri vardır.” s.1346
Kâfirin yaptığı bütün iyiliklere karşılık, Allah’ın ona bu dünyada bedenini sağlıklı kılmak, rızkını genişletmek ve benzeri şeylerle karşılık verdiğini söylemişlerdir. Âhirette ise hiçbir nasibi yoktur. Yüce Allah, kereminin genişliğinden dolayı iyi şeyler yapan hiç kimsenin ecrini zayi etmeyeceğini haber vermiştir. Şayet Yüce Allah bu kâfirin İslâm üzere ölmesini nasib ederse susuzlar için kuyu açma, açları doyurma, misafir ağırlama, akrabaları ziyaret etme ve köle âzat etme gibi niyet şartı olmayan işlerinden dolayı da İslâmî amellere ilâve olarak sevap verir. Hakîm b. Hizâm İslâm’a girdiği zaman Peygamber (sav) ona “Daha önce yaptığın hayırlardan dolayı müslüman oldun.” demiştir. O bu güzel işleri cahiliye döneminde yapardı.304 Resûlullah’a (sav) bu amellerini sormuş, o da bunlarla aklandığını söylemiştir. Cumhurun görüşü de budur. s.1354
Bazılarının, sûfîlerin ilimlerinin derinliğiyle ilgili sözlerini, Bâtınîyye mezhebiyle eş tuttuklarını bilesin. Hak olan ise ikisi arasında bir farkın olduğudur. Zira sûfiyye, bâtınîlerin aksine sadece şeriatın zâhirine uygun olduğu zaman bâtınîliği dikkate alır, aksi takdirde atar. Kitapları bunlarla doludur. Bâtıniyye ise, şeriata uygun olsa da olmasa da büyüklerinin kabul ettiklerini dikkate alırlar. Anla! s.1362
268. bâbda “Yüce Allah, Âdem hakkında ‘Ona ruhumdan üfürdüm.’333 buyurmuştur. Hz. Âdem’in teşrif makamına dikkat çekmek için nispet yâ’sını kendisine izâfe etmiştir. Burada Hak Teâlâ sanki Hz. Âdem’e ‘Sen şerefli asıldansın. Aslına aykırı olan kötü fiilleri yapmaktan sakın.’ der gibidir.” demiştir. 278. bâbda “Bil ki ruhlar katında riyâset ve herhangi bir yiyeceği tatma söz konusu değildir. O, sürekli yaratıcısına boyun eğmektedir.” demiştir. 299. bâbda “Ruhun bir niceliği olmadığı için zâtının cevherinde artmayı kabul etmez. O, ferddir. Şayet bizâtihi akıllı olmasaydı, kendisinden mîsâk alındığı zaman yaratıcısının rubûbiyyetini ikrâr etmezdi. Zira Hak Teâlâ sadece hitabını akleden kimselere hitap eder. İşte bu insanın kendi nefsindeki hakikatidir.” demiş ve bunu uzatmıştır.
Daha sonra şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın ruhu kâmil, bâliğ, âkil, Allah’ın birliğini bilen, rubûbiyyetini ikrâr eden bir şekilde yarattığı anlaşılmaktadır. Bu, ‘Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ebeveyni onu yahudileştirir, hıristiyanlaştırır ya da Mecûsîleştirir.’ haberinde işaret edilen, Allah’ın insanları, üzerinde yarattığı fıtrattır. Çoğunluk olarak zikredilmiştir ki o da ebeveynin varlığıdır; çocuğa mürebbilik yapan da onun için ebeveyn konumundadır.” s.1404
Kemâl Hâşiye’sinde şöyle demiştir: “Ehl-i usûlün çoğunluğuna göre Münker ve Nekir’in soruları, kabir azabı ve nimeti haktır. Ancak hak olan bunun bilinen kabirle sınırlı tutulmamasıdır. Balığın ve başka yırtıcıların yediği durumlar ve başka durumlarda da azabı hisseder. ‘Kabre defnedilen herkes’ şeklindeki ifadelerinin bir anlamı yoktur. Bunu kabir olarak ifade etmelerinin sebebi, Resûlullah’ın (sav) ‘Ölü kabrine konulduğunda, ona iki melek gelir.’ şeklindeki hadisidir. Hayatın bir tek cüze iade edilmesinin ve suâlin görülmeyen bir yüze yöneltilerek gerçekleşmesinin câiz olduğunu söylemişlerdir. Zira berzahın hâlleri dünya hâlleriyle karşılaştırılamaz. Bu, uyuyanın, yanında bulunan uyanığın müşâhede etmediği bazı şeyleri müşâhede etmesi gibidir. s.1408
Ey Mu‘tezile ve Cehmiyye, aklınız bunları idrak etmede yetersizse bunu hemen inkâr etmeyin ve bu konuda gelen sadık delilleri tasdik edin! Kabir azabının delillerinden biri de “Onlara iki defa azap edeceğiz.”335 âyetidir. Yani bir defa kabirde, bir defada kıyamette azap edeceğiz. “Onlara büyük azaptan başka, küçük azabı da tattıracağız.”336 âyeti de böyledir. Biri hayattaki diğeri kabirdeki azaptır. Âyetteki “Belki dönerler.”337 hayattaki azapla yorumlanır; zira ölümden sonra dönmeleri imkânsızdır. Yine Allah’ın “Onlara sabah akşam ateş arzedilir.”338 âyeti de bu delillerdendir. Yani “ Kıyamet koptuğu zaman, Firavun ailesini şiddetli azaba atın.”339 âyetinin deliliyle bu, berzahtadır. Kabir azabına sünnetten delil de Allah’ın “Allah iman edenleri sabit sözle sabit kılar.” âyetinin nüzûlü hakkındaki hadistir. Yine Resûlullah’ın (sav) kabir azabından Allah’a sığınması da bu kabildendir. İki kabir hadisinde de “Bu ikisi azap görmekte, azapları büyük günahtan dolayı değildir.” buyurmuştur. Sahih ve merfû olarak “İdrardan sakınınız, kabir azabının çoğu ondandır.” buyurduğu nakledilmiştir. s.1410
335 Tevbe, 9/101. 336 Secde, 32/21. 337 Secde, 32/21. 338 Mümin, 40/46. 339 Mümin, 40/46.
Soru: Peygamberler mâsum oldukları hâlde, nasıl ölülerin fitnesinden Allah’a sığınmışlardır?
Cevap: Bunun mutlak kuşatıcılığını ve Allah Teâlâ’nın da dilediğini yapan olduğunu bildikleri için sığınmışlardır. Kulluklarının gereğini yerine getirmiş, acziyet ve muhtaçlıklarını izhar etmişlerdir. İki melek kendilerine gönderilen hakkında -ki o Cebrâil’dir (as)- sorduklarında Allah’ın onları ağır imtihana tâbi tutmaması için iftikar kapısından dua ederler. Onlara kendilerine gönderilen hakkında soru sorulması tekrim bize bu hususta soru sorulması ise imtihan içindir. Peygamberler mâsumdur ve küçüğü bir yana büyük korku (faza‘u’l-ekber) onları üzmez. Onların mertebesi, sürekli Rablerinin önünde aczlerini itiraf etmektir. s.1416
Her ne kadar dünya, berzah, cennet ve cehennem gibi aşamalar değişse de yaratılmışın kendisi (ayn), cevheri açısından birdir ve ‘yeniden var olmaktadır’ denilecek şekilde yok olmaz. Bu, Allah Teâlâ’nın ilminde bir varlık mertebesinden diğer mertebeye intikalden ibarettir. Bu nedenle kabir nimeti ve azabı haktır. Bunun izahı şudur: Âhiretteki yaratılış başlangıçta [yarattığı sûrettir], hakiki iade değildir. Şayet iade olsaydı teklif konusundaki hükmü de onunla birlikte iade edilirdi. Allah Teâlâ’nın yaratmasından itibaren hiçbir cevher yok olmaz, sadece bir aşamadan başka bir aşamaya geçmektedir.”
Bunu uzattıktan sonra şöyle demiştir: “Böylece Hak Teâlâ, ruhları bedenlerinden çağırdığı zaman bu çağrıya özlem duyarlar ve kabından ayrılmak onlara önemsiz gelir. Bu cesetlerden serbest kalarak genişlerler. Sonra iade gerçekleştiğinde, ruh ve cisim olarak bulundukları hâle dönerler. İşte dönüşün anlamı budur.” Düşünüp değerlendir! s.1450
Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “En çok şaşılacak şey, filozofların haşri ve neşri inkâr etmeleridir. Haşir, Allah Teâlâ’nın dünyada bir hâlden diğer hâle çevirmesi örneğinde olduğu üzere âhirette parçaların iadesi değil midir? Dünyadaki bir ihtiyar, ihtiyarlığından önce genç, gençlikten önce sabî ve çocuk, ondan önce de cenin değil miydi? Bütün bu aşamalarda, o şüphesiz bizâtihi tek bir insandı. Dolayısıyla burada olduğu gibi, orada da değişen söz konusu parçalar itibara alınmaz. Aksine az olsun çok olsun parçalar, başlangıçta kendisinden yaratıldığı zerreye tâbidir. Ayrıca hayattayken bu zerreye bağlanan bütün parçaların tekrar iade edilmesi de Allah’ın kudreti için imkânsız değildir. Onları güzel, sağlam ve kuvvetli kılacak, ancak şahıs haddini aşmayacaktır. Kudret geniştir, imkan da mevcuttur. Bununla birlikte açık olan yaptığımız açıklamalardır. Bu konuda söylenecek son söz budur. s.1484
308. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki üzerinde gittiğin ve Allah Teâlâ’nın seni cennete ulaştırmak için ayağını üzerinde sabit kıldığı sırat, senin dünyadayken açık ve gizli sâlih amellerle kendin için inşa ettiğin hidâyet sıratıdır. O, bu dünyada mâna hükmünde olup onun herhangi bir duyusal sûreti görülmez. Kıyamet günü senin için cehennemin üzerine hissedilen bir köprü uzatılacaktır. Başlangıcı duruşma yeri, sonu ise cennetin kapısındaki yeşillikli yerdir. Onu görür görmez, senin yaptığını ve âzalarınla bina ettiğini anlarsın. [Bu köprünün] dünyada, boyun, genişliğin ve derinliğin itibariyle tabiatının cehenneminin üzerine uzatılmış olduğunu bilirsin. Üç şubedir zira cismin hakikatinin gölgesidir. Ve bu gölgesi olmayan bir gölgedir. Onu alevden korumaz aksine onu cehâletin alevine sürükler ve orada ateşini tutuşturur.” s.1502
301. bâbda “Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu.”435 âyeti bağlamında; Yüce Allah’ın mîzanı insan ve cinlerin onunla tartılması için koyduğunu söylemiştir. “Dengeden sapmayasınız.”436 âyeti bağlamında ise; [alışverişteki zarardan dolayı] ifrat ve tefrit yoluyla [sapmayasınız anlamında olduğunu söylemiştir]. “Ölçüyü düzgün tutasınız. Eksik tartmayasınız.”437 âyeti bağlamındaysa; “İnsanın dengeli olarak neşet etmesi gibi” demiştir. Zira insan terazinin dilidir. “Eksik tartmayasınız.”438 âyeti ise “Kendinizden bir lutuf olması dışında, kefenin bir tanesini tercih etmek sûretiyle aşırılığa kaçmayınız.” anlamındadır. Ayrıca amellerin kendisiyle tartıldığı terazinin şeklinin iki kubbe gibi olduğundan şüphe yoktur. Bu nedenle hafiflik ve ağırlıkla nitelenmesi, “Bir hesaba bağlı”439 âyetinde geçen adetle ölçen mîzanla insanları tartan teraziyi bir araya getirmek içindir. Bu da sadece kubbelerle olabilir. Bu nedenle kefeler tayin edilmemiş, saîdler hakkında, “terazisi ağır basanlar”, şakîler içinse “terazisi hafif olanlar” denilmiştir. s.1514
435 Rahmân, 55/7. 436 Rahmân, 55/8. 437 Rahmân, 55/9. 438 Rahmân, 55/9. 439 Rahmân, 55/5.
Dünyada, eşyadaki anlamların miktarını bilmek için aletler konulduğunu görüyoruz. Mesela aruzun sahih şiiri, munhazif ve münkesir olanından ayıran bir mîzan kılınması gibi. Nahvin doğru kelâmı hatalı olanında ayıran bir ölçü kılınması gibi. Aynı şekilde delikanlılardan güçlülerin, kaldırdıkları taşla kuvvetlerini bilmeleri de böyledir. Allah Teâlâ bu kuvveti onların uzuvlarında yaratmıştır ve onlardan ayrılmaz. Benzer şekilde Allah Teâlâ’nın kıyamet gününde adâlet terazisini, birer araz olan iyi ve kötü amellerin miktarını ölçmeye uygun, duyulur bir alet kılması ve bununla sahiplerinin iyilik ve kötülüklerinin bilinmesi ve ‘Size zerre kadar haksızlık edilmez.’444 âyetinde ifade edildiği üzere hakka tecavüz olmadan iyilik ve günahları miktarınca karşılık bulmaları imkânsız değildir. Dolayısıyla aklen bunun mümkün olduğunu anladın; şeriatta da bu geçmiştir ve buna iman etmek vâciptir. Bunu düşünmekten ve keyfiyetini öğrenmekten âciz olan kimse, benzerleri gibi bunun bilgisini de Allah’a havale etsin. s.1518
Efendim Ali el- Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Hiç kimse için amelini gözünde çok görmesi asla doğru olmaz. Bizim gibilerin ameli, dağlar kadar olsa bile ihlâs ile yapılmadığı için uhrevî mîzanda bir zerre kadar bile bir şey hâsıl olmayabilir. Allah’tan dünya hayatımızda da âhirette de bize lutufta bulunmasını isteriz. Âmin, âmin, âmin. s.1520
el- Fütûhât’ın 90. bâbında “Allah’a güzel bir borç verdiler.”458 âyeti bağlamında şöyle demiştir: “ Kıyamet gününde ecrin kat kat olmasından dolayı kulun Allah’a borç vermesinin uygun olmadığını bilesin. Uygun olan, kullarına iyiliği emretmesi açısından, kulun O’nun emrine imtisal ederek Rabbine borç vermesidir. İşte bu güzel borcun vasfıdır. Bunun izahı şudur: Hak Teâlâ sadece bizim için meşrû kıldığı şeylerle bize muamele eder. Allah Teâlâ’nın peygamberine kıyamet gününde hakla yani kullarına kendisi vasıtasıyla gönderdiği şeyle hükmetmesini kendisinden istemesini emrettiğini görmez misin? Zira « elhak’ taki «لا» ahid içindir. Yani ‘Rabb’im beni kendisiyle gönderdiğin bilinen hak ile hükmet!’ Kıyamet günü insanların hâli bu şekilde gerçekleşir. Allah’ın kıyamet günündeki hükmüne bakmak isteyen kimse, ne eksik ne fazla olarak O’nun dünyadaki şeriatının hükmüne baksın. Ey kardeş, sana şeriat belirleyenin basîreti üzerine ol; o, din gününün sahibinin üzerinde olduğu hakkın bizzat kendisidir.” s.1536
459 Tevbe, 9/105.
Bil ki Allah Teâlâ annelerimize iyilik etmemizi ve onlara isyan etmememizi bize emretmiştir. İnsanların çok azı bu edebi gözetir. Bilindiği gibi, dünya bizi doğuran annemizdir. Bizden biri, Allah dünyaya lanet etsin dediğinde, hadiste belirtildiği üzere dünya da ‘Rabb’ine âsi olana lânet etsin.’ der. Annesine lânet eden şüphesiz bir şekilde ona isyan etmiştir. s.1550
(İbn Arabi) Şöyle demiştir: “Bize nakledilenlerin en şaşılacak olanlarından biri de Resûlullah’ın bir gün ashabıyla mescitte otururken, şiddetli bir gürültü işiterek ondan korkmalarıdır. Resûlullah (sav) ‘Bu gürültünün ne olduğunu biliyor musunuz?’ demiş, onlar da ‘Allah ve Resulü daha iyi bilir.’ cevabını vermişlerdir. Bunun üzerine ‘Cehennemin üstünden yetmiş yıl önce atılan bir taş, daha yeni dibine ulaştı.’ buyurmuştur. Dibine ulaşması ve oraya düşmesi işte bu sestir. Resûlullah (sav), henüz sözünü bitirmeden, münafıklardan yetmiş yaşında ölen birinin evinden, bir bağırtı duyuldu. Bunun üzerine Resûlullah ‘Allahü Ekber!’ dedi. Sahâbenin ileri gelenleri, söz konusu taşın bu münafık olduğunu ve doğduğu zaman, her ne kadar bülûğa ermeden mükellef sayılmıyorsa da Allah’ın ilminde sabit olan amellerinden dolayı cehenneme atıldığını anladılar.
Böylece yaşı yetmişe ulaşınca onun dibine düşmüş oldu. Yüce Allah ‘Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar.Nisâ, 4/145.buyurmaktadır. Allah’ın kendilerine işittirdiği bu ses, ibret almaları ve üzerinde düşünmeleri içindir. Nübüvvet sözleri ne kadar ilginç ve târifleri ne kadar incedir. Onun (sav) işaretleri ne kadar hassas, sözleri ne kadar tatlıdır.” s.1556
Soru: Yüce Allah’ın azabı tattıklarında cehennem halkı hakkındaki “Yoksa geri gönderilseler bile yine kendilerine yasaklanan şeylere döneceklerdir.”481 âyetinin anlamı nedir? Oysa onlar yalanlayanların tasdik ettikleri bir mahaldedir şöyle demişlerdir “Rabb’imiz! Bizi çıkar da yapmış olduklarımızdan tamamen başka, rızâna uygun işler yapalım.”482
Cevap: Onların, içinde bulundukları hâlde, lisan-ı hâl ile “Rabb’imiz! Bizi çıkar da yapmış olduklarımızdan tamamen başka, rızâna uygun işler yapalım.” demeleri, dünyaya döndüklerinde de bu hâlin devam edeceğini zannettikleri içindir. Oysa devam etmez. Onlar dünyaya dönseler bile iki kabza (tutam) hükmüyle dönerler ki bu onların şakîlerin ameliyle amel etmeleridir. Onların saîdlerin ameliyle amel etmelerine imkân vermez. Bunun izahı, Şeyh’in 354. bâbda dediği gibidir: “Yüce Allah, insanı unutma ve gafleti kabul eden bir mizaç üzerine yaratmıştır. Aynı şekilde bulunulan duruma göre bunun zıddını da kabul etmeye yatkındır. Allah Teâlâ, yaratılışları itibariyle onların döndürülmüş olsalardı yasaklandıkları şeye döneceklerini ve dünyaya ancak bu tabiatla döneceklerini bilmektedir. Dolayısıyla tattıkları azabı unuturlar. ‘Keşke dönsek ve Rabb’imizin âyetlerini yalanlamayız ve müminlerden olurduk.’483 şeklindeki sözlerini ancak içinde bulundukları tabiatın lisanıyla söylemişlerdir. Zira onlar ateşte edindikleri ilim ve zevkin kendilerinde daimi olacağını düşünmüşlerdir. Eğer bu ilim ve zevk onlarda daimi olsaydı dünyaya döndürüldükleri zaman neyhedildikleri şeylere dönmezlerdi. s.1578
481 En‘âm, 6/28.482 Fâtır, 35/37
Aklî lezzetin ise, nefis için eşyanın en kuvvetli ve şiddetlisi; ruh için de en arzulanan, en geniş ve en tatlısı olduğundan şüphe yoktur. Bunu anlayış ve ilim lezzetiyle karşılaştır.Senin için problem olan bir meselenin çözümüne ulaştığında, kalp ve nefsinde dünya lezzetlerinden hiçbirinin karşılık gelmeyeceği bir lezzet duyarsın.(…)İmam Şafiî (ra) “Dostlarla sohbet ve seherde teheccüt kılmak olmasaydı bu dünyada kalmayı istemezdim.” s.1604
cilt 1:https://www.ilimcephesi.com/abdulvehhab-es-sarani-el-yevakit-vel-cevahir-cilt1-notlarim/
0 Yorumlar