Samiha Ayverdi – İstanbul Geceleri -Alıntılar
Sâmi Paşa konağı mâzi mesiresi
Bir yanda duruyor Selâmi haziresi..
Mısraı ile bir geçmiş zaman yelpâzesinin serinletici havasını verebilir mi?
Bakarsınız, taşlı dar bir kır yolunu büsbütün daraltan böğürtlenlerin arasında bir çift eflâtun çiçek açmıştır; tam hizâsından geçerken çiçekler havalanır. Anlarsınız ki bunlar çiçekten de güzel, iki âşık kelebektir.
İşte, yerin de göğün de insanların da sustuğu bu anda, tepeden bir zurna sesi kayıp tâ bize kadar geldi. Kim çalıyordu? Görmüyorduk. Geri dönmek, görmek de istemiyorduk. Belki de bu çekinişimiz vecde yara açan ilimden kaçmak endişesinin basit bir tezâhürü ve gizliliklerin câzibesini bilmeden müdâfaa ihtiyâcı idi.
Hilkat de en büyük sırlarını gizli tutmuyor muydu? Biz, evet biz de anahtarını yârdan ağyârdan kaçırdıgımız gizlilikleri, sırasında kendimize bile açmaktan çekinmiyor muyduk? Ve nihâyet kâinâta sığmayan bir aşk azametini, görülmez, değilmez bir küçücük noktada kilitlemiyor muyduk?
Tabiat, en güzel kokuları en’güzel çiçeklerin koynuna saklamamış mıdır? En leziz çeşnilere en lâtif agaçları gebe kılmamış mıdır? Arının balı kadar peteği de bize şaşkınlıktan parmak ısırtmaz mı?
Kim bilir belki de insanoğlu için kendi kendinin vuslatı asıl ve özdü de, yolumuzdan engelleri söküp bizi bir visal çeşmisine kılavuzlayan elçi, bâzan bir semâ günü, bâzan bir ihyâ gecesi olabiliyordu.
Acaba bir cesâret, bir zaptolunmaz feveranla ben de şâir gibi:
Mâhsın mehden güzelsin belki ammâ neyleyim
Âh bir şeb burc ı âgüşumda tâbân olmadın.
Diyerek dâvâyı hakiki ve ezeli sebebine bağlasam mı dersiniz?
Neden şu basiretsiz adam, sizin tertemiz, maksadsız ve menfaatsiz dostlugunuzu idrâkte kör kalır da, kirli ve korkunç bir dudağın tezvirlerine kulağını ve yüreğini açar? Neden ‘inanılacak ve belbaglanacak sizin muhabbetiniz iken, kahbe bir düzen bu koskoca dostluğu hurdahaş edip yere serer?
Sanki İstanbullu, kış yaz çiçeklenen bir ağaçtı da, gün geçmez her bir dalında bir başka âhenk, bir başka revnak ve terâvet süret bulurdu. Böylece de o, güzelliğe güzellik kata kata elinden, dilinden taşan zevk ve sanat kudretini, daha üstünü olmayan bir hadde ulaştırdı.
Bu kadarcık bir insiyâki ferâsetten dahi mahrumsun. Bırak, yeter artık.. yüreğindeki dağ kendine kalsın, zirâ söylemekle bitmeyecek, anlatmakla tükenmeyecek, isrâf etmekle eksilmeyecek bir şey varsa, o da yürek yanığıdır. Ne yapsın, nasıl dağlanmasın o yürek ki, son katresine kadar boşaltılan bir kadeh süzülüşü ile sevdiğinin varlığına dökülmek için kıvranır, bütün azabı ve cehennemi ona yak laşamamakta bulurken, gene onun bir işâreti, bir arzusu, belki gelişi güzel bir inadı yüzünden susmak, hattâ yabancı kalmak işkencesine mahküm edilir.
Bir mânâya hiç de tek zâviyeden bakmak istemediği gibi, bu işde de öyle. Kimi, kafesin kapısını açıp içindekini azâd ederken, kimi insan zekâsı ile baş edemeyecek o zavallı mahluklara ökseler, tuzaklar hazırlar. Bâzısı ise tüfenk omuzda,torba sırtta, dağ tepe gezerek onları kafeslerde şakıtmaya değil, tencerede kaynatmaya uğraşır.
Yoksa karanlıkta düşman diye dostunu vuran bedbaht gibi biz de hodgamlığa (bencillik), cehalete ve taassuba indireceğimiz kılıcı, bu mübarek başlara mı vurduk?
Kafdağı bizim vücudumuz ülkesi, Ankâ kuşu da gönül adımlarıyla varılan bu ülkede, binbir zorluk ve meşakkatle ele geçen izâfî ruh, yâni aşktır.. deyiverse ne olur sanki, ne olur?
..
Hayat sahnesi.. Birbirleriyle boy ölçüşen dağınık ve Zıd fikirlerin at koşturduğu, süngü süngüye geldiği kanlı meydan..
Bâz cüyed rüzgarı vaslı hiyş
diye feryâd etmiyor. Ey koca aşk piri! Dogru. Her kim ki aslından uzak kalır, elbette vaslının ruzgârını arayıcı olur. Amma dünyâ senin bu lahut âvâzeni duymadıktan sonra, kimin sesini dinler, kime kulak asar?
Evet söylemek isteriz, fakat bu cihan gülgülesi içinde bizi dinliyen kimdir ve nerededir?
Şayet bu hava dar gelir de kanatların uyuşursa uçma adaleleri körleşmesin diye kafeslerinden kovalanan ev güvercinleri gibi seni gene bir boy âzat ederim. Lâkin ileri gitmekten her zaman kork.
Zira insan oğluna mânâdan söz açmak kışı yaza çevirmekten de zordur.
Çünkü mânâ düğümü, bir yürek yanığı, bir derinden taşan iman, bir yatışmaz vecd olmadan çözülemez vesselam.
“Bir şûlesi var ki şem’-i cânın
Fânûsuna sığmaz âsumânın”
demekle, dünya içinde dünyâyı bulmuş olanların zevkinden haber vermiş, ammâ gene de duyacak olan duymuş, nasipsizler, süvârinin arkasını kovalamak isteyen bir yaya gibi, boşuna kan tere batmıştır.
O İstanbul ki Fuzuli buraya hayran olmuş, bize ,ölmez aşkın ölmez heyecanlarını yazıp bırakmıştır. Her söylenmezi söylemiş, aşk meydanının her köşesinde at koşturmuştur.
“Olur ruhsarına gün la’line gülberg-i ter aşık
Sana eksik değil gökten iner yerden biter âşık.”
diyecek, bir kendinde olmazlığın çeşnisinden önümüze koyup, hikmet ile sanatı beşeri iptila ile ilahi vecdi dudak dudağa getirmiş, yanıp yakılmış, sedefin ağzında inci olan bir nisan yağmuru gibi, şair olarak akmış, aşık olarak ebedileşmiştir.
Acaba çilehânesini, köyün en ıssız köşesine kuran bir Aziz Mahmud Hüdâyî’nin gönül hoşluğunu kendi gönlünden sormuş ve onun:
Çekmeyince erbaîni rûzigâr
Gelmemiştir bir zaman evvel bahâr
diyen sesinin üstünde durmuş bir idrak var mıdır?
Genç burada, mesleğinin nâmûsuna leke sürmeyeceğine yemin eder, sıra ile el öpülür, duâ edilir ve mevlit okunup bittikten sonra, usat olan gence dükkân açılırdı. O zaman da yeni ustaya bir mahlas lazım gelirdi. Bu iş içinde loncada bir aşır okunarak isim duâsı yapılır ve ölünceye kadar içinde nâmus ve sadâkatle çalışacağı dükkânında yalnız bırakılan genç san’atkârı, kıdemlilerin hiç biri kıskanmaz, ticâretini baltalamazdı. Kâhya, en küçük yolsuzluğa dahi göz yummayıp bir günden üç güne kadar dükkân kapatmaya salâhiyetli ise de, ne esnaf bu cezâyı hak edecek bir yolsuzluğa kaçar, ne de yiğitbaşı veya kâhya bu hakkını sûi- istimal etmeyi düşünürdü. Zâten Türk sanâyîini asırlar boyunca yıkılmaktan koruyan da bu birbirine geçmiş yekpâre ahlâk zinciri, bu saffet, bu hûlus değil midir.