Uygarlık ve Barbar Mizaç

40291-dunya-tarihinde-en-cok-korkulan-10-uygarlik-58a82927031e3-300x167 Uygarlık ve Barbar Mizaç
Stjepan Mestrovic

Giriş

Bir düşünce olarak uygarlığın toplumsal manası nedir? Bu düşüncenin toplumsal kökenleri, yapısı ve neticeleri nelerdir? Eski Yunan (ki kendi uygarlıkları ile barbarlar arasındaki ayrımı kutuplaştırmışlardır), Şarlman’a kadar Roma imparatorları, feodalizm, Oliver Cromwell öncesi, sırası ve sonrası birçok din savaşı, Napolyon, Mussolini ve Hitler’den bugün bir Avrupa Birliği kurmaya yönelik hareketleri de içine alacak şekilde bir çeşit uygarlık fikri tesis etme amacındaki çabalardan meydana gelen tarihsel manzaraya bir göz attığınızı farz edin. İlk bakışta bu manzara, benzeri tartışmaları tipik bir biçimde modernist terimlerle çerçeveler gibi görünür: Avrupa’nın ortalamasını teşkil eden bu şeylerin hudutları nedir? Anthony Giddens (1987), diğerleri arasında Avrupalı diye tasnif edilmiş çeşitli ulus devletlerin hudutlarını ve gözetimcilerini arayıp bulmada son derece kararlıdır. Modernistler ayrıca, Kadim Yunan ve Romalıların da içinde olduğu ancak bunlarla sınırlı olmayan Magna Carta, çeşitli Hristiyan yazarlarca kaleme alınan fermanlar ve Aydınlanma düşünürleri diye adlandırdıklarımızın yazdıkları klasiklere uzanan, Avrupa uygarlığının işaret taşı niteliğindeki çeşitli belgelerde “gerçekleri” arayıp bulmaktadırlar (Spengler,1926/1961; Toynbee, 1978). Avrupa’yla ilgili bu ve benzeri tartışmalarda, modernistler kaos içerisinde düzen bulmaya (mesela, “sınırlar”a karşı “hudutlar”), “gerçekleri” araştırmaya, kanaati ölçüp biçmeye, bilim ve ilerlemeye, imana, soyutlayıcı gündemlere ve Aydınlanmadan devşirilen diğer anlatılara odaklanmışlardır (Giddens, 1990). Modernistler, şu sıralar Avrupa merkezci bir bakış açısına sahip olmak ve bizzat moderniteyi Batı Avrupalı bir “proje” farz etmekle suçlanmaktadırlar. Gerçekten de Aydınlanma ve ona refakat eden (demokrasi, bilim, uygarlık, ilerleme, teknoloji gibi) fikirler, Avrupalıları “barbar” kültürlerden ayıran kilit özellikler sayılmaktadır. Bu, Aydınlanma ve beraberindeki fikirleri göz önüne alarak önceden kurulmuş fikirleri temel alan fasit bir argümandır:

Büyük “A” ile Aydınlanma, bir Rönesans ve Aydınlanmaya sahip olmayan (Ruslar, Türkler, Slavik halklar gibi) Avrupa dışı yahut kısmen Avrupalı halkları dışta tutacak şekilde tartışmalara başlangıç olarak kullanılmaktadır. Bu gibi tartışmalarda ve denge kurmak adına da olsa hemen hemen hiç kimse Thorstein Veblen’in (1899/1965) (i) Aydınlanmanın coğrafi anlamda Avrupa kıtasının kuzeybatısı ve zaman olarak da bir asırla sınırlı olduğunu ve (ii) Aydınlanmanın, onun yağmacı ve samimi bir biçimde barbarca diye tasnif ettiği iç savaşlar, din savaşları, cadı avları ve diğer eğilimlerle yan yana giden gözlemlerini zikretmemektedir (Mestrovic, 2004). Birçok başka yazar Aydınlanmanın bu barbar ve öte taraftan karanlık yanını incelemiştir (Bauman, 1991; Mestrovic, 1993; Tocqueville, 1845/2003; Toulmin, 1992). Ancak bu modernist kamu tartışmasının yanı başında, kategorize etmesi epey güç bir başkası daha var.

Bu diğer tartışmayı postmodern, postauratik, posthonorifik, carnivalesque ve yapıbozumcu diye kategorize edebilirsek de merkezî vasfı şudur: Lyotard (1984), Aydınlanmanın gerçekten de yalnızca bir hikâye yahut anlatı olduğunu iddia eder. Daha iyi anlatmak gerekirse Lyotard, Aydınlanmanın bütünlükçü ve tipik bir biçimde paketlendikleri olumlu tarza rağmen esasen baskıcı addettiği büyük anlatılarına gönderme yapmaktadır. Zygmunt Bauman (1991) ise Nazizm, Komünizm ve totalitarizmin kökenlerini, her ne pahasına olursa olsun aşırı bir biçimde “düzen” tesis etme amacında görünen bu anlatılardaki eğilimlerde bulmaktadır. Bauman (1989) Hitler’de, Yahudi ve benzerlerinin ayrık otu gibi temizlendiği “düzenli bir Avrupa bahçesi” kurmayı arzu eden modernist bir Avrupalı düşünür resmetmiştir. Ekber Ahmed (1991) Avrupa tarihi ve kültürünün, başka özelliklerinin yanı sıra iff ete itibar eden Sami kültürün aksine çıplak yahut yarı çıplak insan vücudunu teşhiri amaçlayan kadim Yunan ve Roma’dan devşirilmiş yaygın gelenekleriyle esasen antisemitik olduğunu (bununla Yahudi karşıtlığı kadar Müslüman karşıtlığını da kastetmektedir) öne sürmektedir.

Avrupa’ya Duyguötesi Bir Yaklaşım

Duyguötecilik kavramıyla, uygarlık düşüncesine yeni bir yaklaşım öneriyorum. Duyguötesi toplum, bugüne duygusal cevaplar yaratmak adına uzak geçmişten söz eder ya da daha eksiksiz bir ifadeyle; duyguötecilik sentetik, sözde duyguların benlik, ötekiler ve bir bütün olarak kültür endüstrisince geniş çapta bir manipülasyonunun temeli hâline geldiği bir kültürel gelişmedir (Mestrovic, 1997). Duyguötecilik, “uygarlık” ile Aydınlanma arasındaki tumturaklı bağlantıyı sahte bulur. Zira (i) Aydınlanma anlatıları, insanı ve toplumu yanlış bir şekilde ziyadesiyle rasyonel ve genellikle de duygulardan sakınan bir şekilde tasvir etmektedir; (ii) hem Avrupa’nın hem de Aydınlanmanın tasvirleri aslında her iki düşüncenin simülasyonlarına sarılmış duygusal sarmaşıklardır. Gerçekte, toplumlar gibi kişiler de bilişsel olduğu kadar tutkulu hâller sergilemekte ve Aydınlanma tasarımı kadar Avrupa tasarımı da barbarlık tarihini kuşatmaktadır. Örneğin, Aydınlanmacı Püritenler cadıları yalnızca öldürmemiş, onların önce mahkemeye çıkmalarına, yasal konseylerde yargılanmalarına, doktorlarca araştırılmalarına ve en kötü ihtimalle devrin en gelişmiş bilimsel prosedürlerine tabi olmalarına özen göstermişlerdir. Bu süreci bir nevi “uygar barbarlık” olarak isimlendirebiliriz. Bu yüzden duyguötecilik, tarihte yerinden edilmiş duyguların kullanımı yoluyla gerçeklerin bir nevi perdelenmesini ve gerçekliğin duygusallık yüklü kolektif temsillerinin kültür endüstrisi kadar bireyler tarafından da manipülasyonunu içermektedir. Duyguöteciliğin tatmin edici bir tanımı “ölü, soyut duyguların kültür endüstrisi tarafından yeni-Orwellci, mekanik ve taşlaştırıcı bir tarzda kullanılması” olabilir (Mestrovic, 1999: 97).

Kimi postmodernist yazarlar, kendilerinin “Aydınlanmanın büyük anlatılarına karşı” isyan hâlinde olduklarını iddia etmektedirler. Bununla birlikte bu postmodernist yazarlar, Aydınlanma anlatılarını temel alan “uygarlığa” bir alternatif sunmamaktadırlar. Postmodernizm, toplumu kurguların köksüz bir dolaşımı şeklinde görme eğilimindedir (Baudrillard, 1986) ve bu kurgular çoğunlukla bilişselken; duyguötecilik, dolaşımdaki bu kurgularda dürtüsel ve duygusal (fakat yerinden edilmiş) örüntüler bulmaktadır. “Uygarlığa” veya başka bir olguya duyguötesi bir yaklaşım, David Riesman’ın (1950/1992: 196) “sahte dürüstlük” olarak adlandırdığı şeyin yaygın bir şekilde kullanılmasına neden olmakta ve bizatihi kendisinin öteki yönelimli toplumsal kişilik dediği hâlin doğal bir sonucu olmaktadır. Bu itibarla duyguötesi ritüeller, politikalar ve kültür, tarihte Avrupa kültür özelliklerine yönelik samimi ve içten cevaplardan genelde ayrılmaktadır. Bir başka ifadeyle duyguötecilik, Emile Durkheim’ın (1912/1965) tarif ettiği gibi gelenek yönelimli toplumdaki âdet ve merasimlerin ihyası veya Riesman’ın tarif ettiği üzere en az bir insan ömrü sürecek denli samimi fikirlerin iç yönelimli toplumdaki gibi içselleştirilmesi değildir. Siyasi duyguöteciliğin örnekleri, Sırplar’ın 1990’larda Yugoslavya’daki kıyımlarını aklamak amacıyla 1389 yılında Kosova Savaşı’ndaki “Türkler” aleyhine kini hatırlatması ve Yunanlıların 1990’larda Makedonya’nın varlığını engellemek amacıyla Büyük İskender’in hatırasını kullanmalarından, Fransa ve İngiltere’nin dünyaya uygarlığın ve Aydınlanmanın kurucularının kendileri olduklarını hatırlatmaları yoluyla İmparatorluklarını yitirmelerinin yaralarını sarmaya çalışmalarına kadar çeşitlilik gösterir (Mestrovic, 1995). Aynı şekilde ABD de gerçek düşman Usame bin Ladin iken Irak ve Afganistan’a yönelik savaşı haklı göstermek adına Alexis de Tocqueville’in Amerika’da Demokrasi kitabında demokrasinin işaret fenerleri diye tasvir ettiği beş yüzyıl önce Avrupa’dan Kuzey Amerika kıtasına hicret eden Püritenlerin ahlaki yasalarını kullanmıştır. Ancak öyle görünüyor ki çok az kişi Tocqueville’in Amerikan yerlilerinin köleliği ve imhasından bahseden klasiğinin özet olmayan baskısını okumuş (1845/2003: 370-485).

Tocqueville, Amerikan toplumu hakkında oldukça çekimserdir; fakat bu hâl onun birçok akademik okurunca ıskalanır. Çok azı, nihayet tarihçilerin de İrlandalıları soykırıma uğratan ve İskoçlara zulmetmiş bir diktatör saydığı Oliver Cromwell yönetiminde Püritenlerin Avrupa’nın başına açtığı musibetlerle alakadardır (bkz. Bennett, 2006; Levene, 2005; Lutz, 2004). Bu durumu Winston Churchill çok güzel ifade etmiştir:

Cehennem yahut Connaught onun [Cromwell] yerli halklara verdiği isimlerdi ve onlar kendi aralarında üç yüzyıl boyunca en ağır nefret ifadesi olarak “Cromwell’in laneti üzerine olsun” sözünü kullanmışlardı. Cromwell’in İrlanda’daki idaresinin neticeleri, İngiliz politikasını bugün bile sıkıntıya sokmakta ve zaman zaman da şaşkına çevirmektedir. Meseleyi tatlıya bağlamak sonraki nesillerin yeteneğine ve sadakatine kaldı. Bunlar zamanla, dünya üzerinde İngilizce konuşan halkların uyumunun önünde güçlü bir engel haline geldi. Hepimizin üzerinde halen “Cromwell’in laneti” dolaşmakta (Churchill, 1957: 9).

Bu yazıda da belirtildiği üzere, İrlanda meselesi henüz çözüme kavuşmamış olup 1600’lerden itibaren Birleşik Devletler’e sürgün edilen yoksul İrlandalı, kültürel bir mesele olarak kalmıştır. Cromwell’in on binlerce İrlandalıyı iş mahkûmiyetine yahut beyaz köleliğe zorladığı ve onları ceza olarak Amerika’ya yolladığı pek bilinmez (Hoff man, 1993; O’Callaghan, 2001; Walsh, 2007). O İrlandalı sürgünlerin torunlarının birçoğu günümüz Amerika’sında kıro, hödük ve beyaz çöp diye imlenmekte ve onlar kendilerine yönelik ön yargılardan muzdarip vaziyettedirler (Goad, 1998).

Bu ve diğer örneklerde, çağdaş Avrupalılar (ve bazen Amerikalılar) bugünkü barbarca davranış ve tutumlarını aklamak adına uygarlık ve Aydınlanma gibi eski Avrupai fikirleri kullanmaktadırlar. Daha da önemlisi, Cromwell İngiltere’de bir kahraman olarak selamlanmakta fakat İrlanda’da hâlen horlanmaktadır; tıpkı Miloseviç’in Sırbistan’da hürmet görüp Avrupa’nın başka yerlerinde bir parya olarak görülmesi gibi. Cromwell de Miloseviç de kendi barbarca eylemlerini aklamak adına Avrupa uygarlığı fikrini yardıma çağırmıştır. Irak ve Afganistan’daki savaşlar için yaygın kanı da Amerika’nın bu İslam ülkelerine demokrasi ve uygarlık getireceği yönündedir. Bu örneklerden herhangi birisinin biraz daha derinlemesine incelenmesi “uygarlık”, Avrupa ve bunun anlamını kuşatan fikirlerle arasındaki olağandışı bağlantıyı ele verecektir. Örneğin, Bosnalı Müslümanlara karşı Belgrat destekli soykırımın Avrupa yahut uygarlık fikriyle bir alakası olmadığı ileri sürülebilir; zira Avrupalılar Balkanları daima, Mark Almond’un (1994) ırkçılığı kıskıvrak yakalayan “Avrupa’nın arka bahçesi” ifadesiyle düşünürler. Öte yandan postmodernist yazar Jean Baudrillard (1995), Sırbistan’ın Avrupa adına onun “pis işlerini” yaptığını iddia etmişti: Tarihçiler genelde Avrupa’nın (özellikle de Birleşik Krallık’taki baş hükûmetin), Avrupalı Müslümanlara yönelik Belgrat destekli soykırımı engellemekten imtina ettiğinde ve dolayısıyla da Sırpların emellerine boyun eğmiş olduklarında hemfikirdirler (bkz. Cushman ve Mesrovic, 1995; Kent, 2006). Bu dramda yakalanan Sırp ve Batı Avrupalı hükûmetler kamuoyuna sundukları anlatılarda dürüst müdürler? 14. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu ve 20. yüzyıldaki Bosnalı Müslümanlar arasında mantıklı bir bağlantı bulunmuyor, yine de bu mantık dışı ve sahte bağlantı hem medya tarafından hem de Avrupalı hükûmetlerce karşı saldırı ve boyun eğişi aklamak için sunulup kabul ediliyor. Aydınlanma fikri üzerine temellenen -İngiltere ve Fransa’nın rutin olarak simsarlığını yaptığı- samimi ilkeler, Avrupa tarafından kurucu bir eylem olduğu kadar ahlaki birer ilke de teşkil etmektedirler. Yunanistan’ın Sırbistan’la bir olup Makedonya topraklarının bir kısmını talep etmesi, samimi olarak Büyük İskender’in hatırasını koruma isteğinden çok çok daha inandırıcı geliyor.

Bu sanki Amerikan tarihinin, Tocqueville’in klasik kitabının kısaltılmamış versiyonunda bulacağımız Amerikan yerlilerine, Afrika kökenli Amerikalılara ve diğer azınlıklara karşı işlenen duyguötesi ırkçılık, aşağılama ve şiddet şeklinde beliren Püriten ideallerin Jungcu bir gölgesi olan fena tarafı gibidir. Jungcu gölge ile psikolog Carl Gustav Jung’un (1963) bireyler gibi toplumsal grupların da kamusal söylemin “gölgesinde” yahut bilinçaltında nahoş fikirler saklayabileceğini öne süren kuramına gönderme yapıyorum (bkz. Rosen, 1996). Aynı şekilde Avrupa’da Oliver Cromwell, siyah ve beyaz diye özetlenebilecek “ya bizimlesin ya da karşımızda” tarzı, psikologların zihinsel rahatsızlığın alameti saydığı dikotomik Püriten idealler adına, Britanya adaları denen yerdeki halklara zulmetmişti. Püritenlik, Atlantik’in her iki yakasında büyük hasara yol açmış ve zamanla da tarihçilerce bir çeşit kökten dincilik addedilmiştir. Elbette ki Püriten şiddetin duyguötesi tekrarı, on yıllarca yalnız tarihçiler tarafından değil, ABD’deki Şükran Günü tatilince de örtbas edilmiştir. Tarihçiler tarafından Amerikan yerlisi ile oturup dostça yemek yiyen mutlu, öteki yönelimli (Riesman’dan) Püriten imajı, daha sonra Püritenlerin Amerikan yerlilerine yönelik soykırımsal emellerini örtbas etmek adına bir halkla ilişkiler dalaveresi hizmeti de görmüştür (bkz. Loewen, 1995). Püriten emellerin duyguötesi yeniden kullanımı, bugün Birleşik Devletler’in 2001’de Irak ve Afganistan’a yönelik başlattığı savaşta da devam etmektedir. Püritenler arasında samimi duygular uyandırmak için kullanılan ahlaki bir yasa, bin yılın başında Amerikan gerekçelerini Irak’a karşı savaşın Orta Doğu’ya demokrasi ve özgürlük getireceği yolundaki kapsamlı bir planın parçası gibi gösterme girişiminde de kullanılmıştı. Püritenlerin kültürel mirasına dair Tocqueville şunları yazar:

Hiçbir şey zamanımızın kanunlarından daha özgün ve öğretici değildir; bugün Birleşik Devletlerce dünyaya sunulan toplumsal gizemin anahtarı, şayet bir yerlerdeyse, buradadır…. Küfür, büyü, fuhuş ve tecavüz ölümle cezalandırılıyor. Ebeveynlerine zulmeden bir evladın akıbeti de aynı. Bu sayede kaba ve yarı-uygar bir halkın kanunu, kibar kaidelerle eğitilmiş bir toplumun tam göbeğine taşınmış oluyor….Anglo-Amerikan uygarlığını hakiki mevkiine koymaya dair yeterince kelam ettim. Bu, (burası daima akılda tutulmalı) başka yerde birbiriyle savaş halinde bulunan ancak Amerika’da bir şekilde bir araya gelip harikulade bir bileşim oluşturmuş birbirinden tamamiyle farklı iki unsurun bir ürünü. Yani dinin ve özgürlüğün ruhunun (Tocqueville, 1845/2003: 41-47).

Tocqueville şöyle özetler: “New England’ı kuranlar hem bağnaz fanatiklerdi hem de asil birer yenilikçi” (1845/2003: 55) -gerçek bir karakter bölünmesi. Tocqueville bu sözlerini 1845 yılında yazmışsa da bunlar Birleşik Devletler’de şimdi bile geçerlidir. ABD diğer sanayi ülkelerini şaşkına çevirecek biçimde hâlen sayısız suç için ölüm cezası talep etmektedir. Mavi Yasalar (alkolden otomobile dek uzanan malların pazar günleri alınıp satılmasına karşı bugün bile Birleşik Devletler’in çoğu eyaletinde yürürlükte olan yasalar) (bkz. Novak, 1996) ve uyuşturucu kullanımı, fuhuş, cinsel konular ve çıplaklığa karşı çıkan Püriten yasalar hâlen mevcuttur ve ABD’de yarı dinî bir şevkle uygulanmaktadır. Diğer Amerikan kültürü analizcileri içinde Baudrillard (1986) da Riesman gibi (1950/1992) ABD üzerindeki belirgin bir biçimde kalıcı Püriten etkisine dikkat çekmiştir. Fakat herhangi bir büyük sosyolog Püritenlik ve Kalvenizmin Avrupa kıtasındaki etkisinin izlerini sürmemiştir. Örneğin Adam Hochschild’in (1999) Belçika Kralı Leopold’un Kongo’daki yerlilere yönelik soykırımına dair parlak incelemesi, lanetlenmiş addettiği yerlilerle Püritenlerin karşılaşmasının sosyolojisinden yoksundur. Tocqueville, Püriten etkinin seçilmişlerden sayılmayan aborijinler ve benzerlerine yönelik İngiliz, Hollandalı ve diğer Kuzey Avrupalıların tutumlarının mahiyeti konusunda kelam eden tek büyük tarihçidir. Max Weber (1904/1958) bile, Avrupa’daki Kalvenist kültür etkisini aşikâr bir düşünce olarak görüp dikkatini Püritenliğin ABD’ye etkisine vermiş ve öncelikle ekonomik alana odaklanmıştır. Weber, “Söz gelimi aşağılık olanlar bunu haksız olarak görüp şikayette bulunmak isteselerdi, bu, hayvanların insan olarak doğmamış olmalarından şikayet etmelerine benzerdi….Bildiğimiz şey sadece şudur: İnsanların bir kısmı kurtulur, diğer kısmı lanetlenmiş kalır” (Weber, 2011: 98). Elbette ki -onların kurtulduğu geri kalan herkesin lanetlendiği yolundaki- bu Püriten tutumun ekonomiden başka siyasi ve diğer toplumsal alanlarda da etkisi bulunmaktadır. Şayet Tocqueville, Püritenliği bir tür kolektif bölünmüş kişilik olarak tasvir ederken haklıysa bunun Avrupa kıtası üzerindeki etkisi nelerdi?

Bu soru gerek Avrupa tasarımı gerekse de modernitenin sosyolojik kuramsallaştırılmasında kavramsal bir boşluk teşkil etmektedir. Anlaşılan geçmişteki kolektif travmaların aralıksız tekrarı, nihayetsiz iç savaşlar, din savaşları, soykırımsal savaşlar ve “uygar” ulus devletler içinde ve onlar tarafından ortaya konan sözüm ona “kadim kabile savaşları”, her ne kadar bireylere değil toplumlara uygulanacak olsa da Freudyen “tekrar dürtüsünü” anımsatır. Freud, sık sık bireysel nörotiğin kişisel takıntıları ve dürtüleri ile toplumlar arasında benzetmeler yapmış, fakat düşüncesinin bu yanını geliştirmemiştir (Mestrovic, 1993). Her ne kadar psikanalizin bireyler kadar grupları, toplumları ve kültürleri incelemek için bir araç olduğunda ısrarcı olmuşsa da Freud (1925/1959) ve psikanaliz, büyük oranda evvela bireye odaklanmış psikoloji tarafından yutulmuştur. Tarihsel travmaları tekrarlamak için kolektif dürtülerin nasıl idrak edileceğine dair teorik bir çatı inşa etmek bu yazının kapsamının dışındadır. Bu hususta Freud’un sosyolojik bir okumasını 19. ve 20. yüzyılda sosyoloji, psikoloji, edebiyat ve sanatta birçok önemli esere zemin teşkil eden Arthur Schopenhauer’in (1818/1965) felsefesinin önemini vurguladığım Barbar Mizaç’ta geliştirdim. Burada Freudyen bir okumayı tarihe ve duyguötesi kurama uygulama amaçlanmamaktadır. Aksine Freud’un bilinç dışı ve tekrar dürtüsüne dair fikirleri, Schopenhauer’in (öğrencisi Nietzsche’nin meşhur ettiği) “istenç” ve aynı şeyin ebedi tekerrürünün detaylarında çoktan ima edilmiştir.Farklı alanlarda bir sürü yazar, tarihin tekerrürden ibaret olduğu nakaratını söyler durur.

İnceleyin:  Türkiye’nin Vehimleri

Duyguötesi kavramı bu basmakalıbın, tarihin duygusal bileşenlerinin sentetik manipülasyonuna ve böylesi dürtülerin ayırıcı işlevsiz sonuçlarına odaklanan daha özel bir versiyonudur. Yine bu, konuyu Parsons ve çeşitli antropologlardan Durkheim’a dek yapısal işlevselcilerin, tatilleri, bayramları ve diğer kolektif temsillerin tekrarıyla maksatlı dürtülerin sözde bütünleştirici işlevlerini haddinden fazla vurgulayıp vurgulamadıkları tartışmasından başka yere saptıracaktır. Rene Girard (2005), Durkheim’ın kuramının böylesi kolektif coşkuların ayinleri yoluyla bütünleşmeyi ancak öcü ile korkutmak, günah keçisi bulmak, olmadı “kutsal” grup kendisini bütünleşmiş hissedebilsin diye “profan” farz edilen gruba şiddet uygulanma pahasına onların tarafını tutabileceğini öne sürerken doğru bir tespit yapar. Özetle bu yazı, kolektif temsillerin dürtülerle, tekrarlarla ve diğer ihya çabalarıyla kuram yahut Schopenhauer’den Freud’a ve Durkheim ve diğer işlevselcilere uzanan kuramcıların uygulanmasıyla alakalı da değildir. Bununla birlikte duyguötesi kuram, bu yazarların birçoğundan yararlanıp onları didikler. Aynı şekilde Avrupa tarihinin sosyolojik bakış açısından bile olsa Veblen, Marx ve Weber tarzında hesabını görmek bu yazının kapsamının dışındadır. Burada gaye, duyguötesi kavramını mevcut olgu ve kuramlarda yeni bir bakış açısı kazanmak adına Avrupa tasarımına uygulamaktır.

Örneğin Tocqueville’in Amerikan kültürel dürtülerini anlamak adına Püritenlere yönelik güçlü suçlamalarına değinip Avrupa kültürel dürtülerindeki Püriten tesirinin göz ardı edildiğine dikkat çektim. Ancak bir tür Avrupa Birleşik Devletleri olacak bir Avrupa tasarımı, Tocqueville’in Avrupalılara demokrasiyi nasıl tesis edeceklerini öğretme arzusunun duyguötesi bir tekrarı olarak kendisini gösterir. Bu ayrıca, bölgesel farklılıkları yönetmede Avrupalıların karşılaştığı benzer sıkıntılara (Akdeniz bölgesi Birleşik Krallık, Almanya ve Fransa tarafından Kuzey Amerika’nın Güney’e bakışına benzer şekilde algılanmaktadır) işaret etmektedir. Avrupa’nın Müslümanları, ortalığı 1990’larda Balkanlar’daki soykırıma doğru galeyana getiren kronik ırkçılık ve etnik gerilimler anlamında Afro-Amerikalıların birer muadilidirler. Şayet Tocqueville köleliğin izlerinin Amerikan kültürel bünyesinden asla silinemeyeceğini söylerken haklıysa, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’nın bir kısmının fethetmesinin izleri de Avrupalılarca asla unutulmayacaktır. Bu, Avrupa’da Sami halklara karşı Püritenik aldatmacalarda, Haçlı Seferleri’nden I. Dünya Savaşı ve öncesindeki birçok savaşa, Holokost’a ve 1990’larda Bosnalı Müslümanlara yönelik soykırım gibi daha bir sürü olayda yinelenen bir kolektif narsistvari arazdır. Püritenler yalnızca Cromwell ve Calvin’in değil, Avrupa olduğu farz edilen düzenli bahçeden tüm “ayrık otlarını” temizlemeyi düşünmüş ve hâlen düşünen Napolyon ve Hitler dâhil herkesin kültürel torunlarıdır. Ve bu “ayrık otları” yalnızca Müslümanlar ve Yahudiler değil, temiz ve düzenli Avrupa bahçesini tehdit ettiği farz edilen Slavlar, Sicilyalılar, Arnavutlar ve Türkler ve benzeri herkestir de. Duyguötesi bağıntılardan biri Püritenler ve onların “saf” ve mükemmel bir toplum tesis etme gayeleri ile Sırplar ve etnik safl ık ve “etnik temizlik” gayeleri arasındadır. Etnik temizlik fikrinin hayli eski ve açıkça Avrupalı olduğu öne sürülebilir.

Rebecca West’in Avrupa’ya Dair Klasik İfadesini Gözden Geçirmek

Hangi Avrupalı yazar ve kitap Tocqueville’in Amerika’da Demokrasi kitabının kabataslak bir muadili sayılabilir? Kanaatimce bu soruya en güzel cevap Rebecca West’in klasik eseri Kara Kuzu ve Boz Şahin (1940/1982) olacaktır. Tocqueville, West ve diğerlerini tıpkı Baudrillard gibi “seyahat günlükleri” yazıyor diye hafife almak çok cazip. Fakat gerçekte West Avrupa’da hiçbir sosyolojik yazarın başaramadığı bir şeyi başarıyor: O, Balkanlar’ı, Avrupa tarihi ve Aydınlanma, Nazizm, Mussolini, Maniheist sapkınlık, Roma İmparatorluğu, İngiliz uygarlığı ve Avrupa’ya ait benzeri diğer meseleler gibi Avrupalı fikirlerle etkileşim içinde kaleme alıyor. Örneğin, Maniheist sapkınlık -Avrupa’da Hristiyanlarca algılandığı şekliyle- dünyanın iyi “aydınlığa” karşı kötü “karanlığın” torunları olmak üzere ikiye ayrıldığı yolundaki Hristiyanlık öncesi inançlara gönderme yapar. Maniheistler, Püritenleri öncelemekle beraber ve inançları Avrupa tasarımından hiçbir zaman tamamen sökülüp atılamamış aşırı ikiliklere bağlı kalmışlardır. Örneğin önemli Katolik teolog St. Augustine, Maniheizmden Katolikliğe geçmiş fakat daha sonra Calvin tarafından yeniden canlandırılan öğretilerinin çoğu Maniheist sapkınlığın unsurlarını (mesela “bedenin” kötü olduğu dolayısıyla cinsel ilişkinin asla sevilmemesi gerektiği ve şayet kişi cinsel ilişkiye girecekse bunu ancak üreme görevi duygusuyla gerçekleştirmesi gerektiği inancını) sürdürmüştür (bkz. Melchert, 2002). Daha da önemlisi, Rebecca West bu çeşitli ve geniş kapsamlı tartışmayı İslam ile arasındaki kültürel farklılıkların dürtüsel bir tekrarına göndermeyle birleştirir. Burada Rebecca West’in klasiğini duyguötecilikle münasebeti çerçevesinde bir yeniden okumaya tabi tutmayı öneriyorum. Rebecca West’in incelemesinin dayanak noktası aşağıdaki parçadaki gibidir:

Dalmaçya’daki bu halklar, Batı Avrupa’daki bizleri İslam’dan korumak için canlarını ortaya koydular; ve bunda o kadar başarılı oldular ki ironik bir biçimde içimizden bazı açık fikirliler işi ahmaklığa vardırana dek zihinlerini yorup kaygısızca Dalmaçyalıların böylesi bir belaya girmelerine aslında hiç de gerek olmadığını ve İslamlaşmış bir Batının bugünkü halimizden pek de kötü olmayacağını bile söylemişlerdir. Onların aptallığı “Balkan” kelimesinin insan onuru ve zekâsının kendisini gerçekleştirmesine karşı koyan düzensizlik çağrıştıran tınısında ispatlanmıştır. Bu ispatı bizzat kendi hatıralarımla da onaylayabilirim: Bir zamanlar Avrupa’nın şanı olmuş ancak uzun zamandır Türk olan bir Makedon kentinin tozunu, uyuşukluğunu, gazabını ve umutsuzluğunu koklayabilmek için gözlerimi kapamam yeterliydi. Batı, bu hasta, hoyrat, yarım yamalak ve iktisaden sadist dünyaya dair çok şey yazıp çizdi; ancak Osmanlı İmparatorluğu yönetimindeki Hristiyan vilayetlerin katlandığı yaşam içindeki ölümden habersizdi (West, 1940/1982: 148, vurgu yazara ait).

Daha baştan Rebecca West, okura “Balkan” kelimesinin “barbar bir rastaquoere [toplumsal mütecaviz] anlamına gelen küfür” (1940/1982: 21) olduğunu hatırlatarak ırkçı tutumunu teşhir ediyor. Fakat bu barbarlığı, Türk etkisine yoruyor Balkanlar’ın kendisine değil. Bu nedenle onun en gözde Balkan halkı ona göre Türklerden en az etkilenen Sırplar ve Dalmaçyalılardır. Tatilleri Nazi rejimince onaylanan Alman turistlerle dolu Zagreb’e yolculuğu bir trende başlıyor. Sanki Almanlar hakkında iyi bir şey bulmuşçasına “Almanlar, Slavlardan daima nefret etmiştir” tespitinde bulunuyor (West, 1940/1982: 51). Roma İmparatoru Diocletian’ın Hırvatistan Split’teki kalıntılarını ziyaretinde Romalıların öncülü ve halefl eri, St. Augustine, Maniheistler ve Avrupalı halklar arasındaki bağlantılar üzerinde kafa patlatır: “Roma İmparatorluğunun kendi uygarlığını dayattığı halkların kendilerine has pek de iyi bir uygarlığa sahip olmadığına ve Roma uygarlığının yerel şartlara kolayca uyum sağladığına dair elimizde yeteri kadar kanıt yok. Romalılar böyle bir şey olmadığını söylüyor ancak şayet Naziler tüm kayıtları yok etseydi gelecek nesiller bugün bir Fransız ve İngiliz kültürünün varlığından da şüphe duyabilirdi” (West, 1940/1982: 164). Bağlantılar nerede? St. Augustine ve St. Jerome “evliliğe ancak bakir(e)ler üretiyor diye değer verdiklerini beyan etmişlerdir” (West, 1940/1982: 168). Devamında şöyle der:

Şayet birkaç asır sonra Kilisenin onlara böylesi adanmış bir iff et için ölümüne zulmedeceğini bilselerdi hayrete düşerlerdi. Püriten sapkınlığın Paulcülük, Patarencilik, Bogomilcilik yahut Katarizm gibi adlar altında fakat tamamı insan ruhunu maddenin kötülüğünden kurtarma ihtiyacı üzerine adanmış belli yerel ve geçici türleri Balkan yarımadasının içlerine bu kıyılardan yayılacaktır (West, 1940/1982: 168).

Rebecca West’in nasıl irrasyonel ve ırkçı bir tavırla Püritenliğin kökenlerini de Balkanlar’a yıkmaya çalıştığına dikkat edin. Gerçek Püritenler bekârete Augustine’den, Bogomillerden ve diğerlerinden daha az değer vermişlerdir fakat yaygın kanı oldukça idealize edilmiş ruhun gerçek dışı “safl ığı” namına “pis” maddecilikten fanatik ve temelli nefretti. Püritenliği Avrupa köktendinciliğinin kendine has bir şekli olarak ayrı tutmayıp nasıl Avrupa fanatikliğinin birkaç kırılmasından birisi gibi gösterdiğine dikkat edin. Avrupa tarihini, benzeri Püritenik-Maniheist ikilikler adına bireylerin ve halkların uğradığı çeşitli zulümlerin duyguötesi tekrarı olarak yeniden okumaya tabi tutmak, ilginç ve önemli bir görev olacaktır. Örneğin Cromwell, Hitler, Mussolini ve Miloseviç -diğer Avrupalı diktatörler arasında- “saf” toplumlar yaratmaya ve “pis” addettiklerini yok etmeye bir başka deyişle “etnik temizliğe” takmışlardı. West şöyle yazar: “Tüm modern tarih, bu sapkınlığın Batı Avrupa’da gördüğü rağbete yorulabilir: iç huzursuzluğu, savaşı barışa ve nefreti sevgiye tercih edişi, ölüme kahramanca atılışları, yaşamdan korkmaları” (1940/1982: 173). Max Weber’in neden Kalvenizmin köklerini, Batı’nın ilk kilise babaları ve sapkınlara yaptığı kavramsal yolculuklar gibi derinlemesine araştırmadığı merak edilebilir. Tartışmasız, Augustine bedenden nefretinde ve zevklerinde Calvin’den daha Kalvenistti. Rebecca West bu ilk Hristiyan akidesine binaen der ki bazı insanlar;

Yahudiler, Türkler ve paganlar, tamamen karanlığa gömülmüşlerdir. Kesinlikle hiç tereddüt etmeden bunların, insan haklarının aksine acıya yazgılı oldukları öne sürülebilir. Calvin bunu ıstırapla tasdik etmiştir, fakat yapacak bir şey yok. Dostoyevski, tarif ettiği biçimde bir evren yaratan Tanrı’ya hiçbir zaman sitem etmemiştir (1940/1982: 176).

Rebecca West’in ortaya koyduğu, Avrupa tarihinde ve düşüncesinde asırlar boyunca kolektif temsiller arasındaki seçilmiş benzerliklerde hemfikirim. İlk Hristiyan akidesinden Calvin ve oradan Dostoyevski ve sonrasına dek tüm bunlar, bizzat “barbarların” varlığının neden olduğu hayali aşağılamaların yol açtığı ilk ve kolektif bir “uygar Avrupa” narsist arazın duyguötesi tekrarıdır. Fakat tüm kavrayışına rağmen West, Türklere yönelik kendi ırkçılığında herhangi bir utanma emaresi göstermemektedir. Ve ona öyle gelmektedir ki Püritenlik Balkanlar’ın sözüm ona barbarlığının aksine yücelttiği İngiliz uygarlığının üzerinde bir etkiye sahip değildir. West’in Napolyon tartışması da safl ık ve şehvet, aydınlık ve karanlık arasındaki benzer bir Maniheist ikilik üzerine kurulmuştur:

Napolyon’un yaşamında ancak yeniden yükselip ölümsüz bir parlaklık sergilemek için tüm Avrupa’nın Fransa’nın önünde mağlup duruma düşmekten acı çeker göründüğü bir an vardı. Ancak birkaç ay içerisinde görünüm değişti. Sanki Maniheistlerin anlattığı bir gündönümü gibiydi. Artık Napolyon için karanlıktan başka bir şey yoktu (West, 1940/1982: 185).

Yine West, Avrupa tarihindeki bu zorunlu tekrarı Dalmaçya’dan ihtiyar bir beyefendiden nakille Osmanlılarla olan anlaşmazlığa bağlıyor: “Bizler bazı bakımlardan baya barbarız zira zamanımızın çoğunu Batı’yı müdafaaya harcadık. Türklerle savaştık, sonra Türklerle savaştık ve sonra yine Türklerle savaştık” (West, 1940/1982: 214). Arşidük Franz Ferdinand’a ve Avrupa’daki Avusturya-Macaristan dönemine gelincee Rebecca West, tartışmayı yine aynı temel travmalara bağlar. Ona göre Ferdinand, öyle veya böyle kendi suikastını hazırlamıştı; çünkü Saraybosna’yı ziyaret için Kosova Savaşı’nın yıldönümünü (St. Vitus Günü) seçmişti:

Franz Ferdinand, Sırbistan’ın düşmanı olarak bilindiğinin fakında olmalıydı. Şayet tam da St. Vitus gününden önce Bosna’ya gider de Sırp hududunda manevraları idare ederse ve sonra tutup da tam yıldönümü günü Saraybosna’ya bir ziyaret gerçekleştirirse Güney Slavları dünyasıyla alay ediyor ve onlara her ne kadar Sırplar Türklerden kurtulmuşlarsa da Avusturya boyunduruğunda halen birçok Slav’ın olduğunu ima ediyor gibi anlaşılacağını sezmeliydi (West, 1940/1982: 343).

Bu ve diğer yollarla Rebecca West’e göre Ferdinand “onu gittikçe daralıp sonunda Princip’in kurşunun gelip bulacağı noktaya süren şartları hazırlamıştı” (1940/1982: 336). Burada I. Dünya Savaşı’nın fitilini ateşleyen bir suikasta dair Rebecca West’in merak celbeden incelemesine meydan okumayacağım. Asıl önemli olan, onun Avrupalı bir liderin kişisel felaketini “Türklerin” neden olduğu düşünülen yaraları yeniden açacak birçok kolektif travmayla ilişkilendiren neredeyse Freudvari tasviridir. West’in Avrupa tarihindeki bu önemli olay incelemesini yeniden okumamda, 1389 yılı Kosova Savaşı’nın duyguötesi yaralarına sanki 1914 yı- lında hâlâ tazeliğini koruyormuş gibi muamele edildiğini görmekteyim. Ki aynı suni yaralar Kosova’da 1989 yılında 1990’lardaki Balkan Savaşı’nı tetikleyen aynı yıldönümü gününde Slobodan Miloseviç tarafından hortlatılmıştır. Acaba Ferdinand, Saraybosna’yı ziyaret için başka bir tarih seçseydi Avrupa tarihi farklı olur muydu? Yahut aynı travma başka bir çıkış yeri bulup benzeri sonuçlara yol açar mıydı? West’in Ferdinand yahut Avusturya-Macaristan’la aynı hisleri duymamasının görünür nedenlerinden birisi “1739’da Avusturyalıların Belgrat ve Sırp sakinlerini Türkiye’ye verdikleri iğrenç ve kalleş anlaşmaydı” (West, 1940/1982: 467). Ona göre, Avrupalılar bir kez daha kendi karanlık günlerini bu ve benzeri eylemlerle hazırlamışlardı. Ona göre Sırplar, Avrupa tarihinin kahramanlarıydılar zira onlar devamlı “Türkleri” hor gördüler. Peki, onun Sırp diktatör, Kral Alexander hakkındaki görüşü nasıldı? West, Alexander’ın işkencelerini, “ölümcül bir geleneğin Türkiye ve Avusturya’dan miras kaldığına” dikkat çekerek akılcılaştırır (West, 1940/1982: 478). Ona göre tüm Sırp krallar, “Türklere karşı savaştıklarından pagan zevkin devamcısıydılar” (West, 1940/1982: 522). Bu gerçek, tek başına, Sırp kralları onun gözünde asil yapmaya yetmiştir. Yugoslavya’yı koruyamamış ve nihayet suikasta uğramış Alexander’ın başarısız bir diktatör olmasıyla alakalıysa West şunları yazmıştır:

Hırvatlar, Slovenler ve Sırplar arasındaki birliği muhafaza edemedi fakat bizzat kendisi krallığına Hırvat ve Slovenleri katmak da istemedi. Savaşın başında, bir Yugoslavya, tüm Güney Slavlarının birliğini değil ancak Avusturya hâkimiyetinde tüm sakinleri Sırp olan toprakları Sırp Krallığına ekleyecek bir Büyük Sırbistan hayal etmişti (West, 1940/1982: 590).

Rebecca West, Alexander’ın yalancılığı ve emellerini değerlendirmesinde samimidir fakat onları kınamaz. İlginç bir şekilde, Büyük Sırbistan arayışı, 1990’larda Miloseviç’in diktatörlüğü altında duyguötesi bir biçimde yeniden ortaya çıkmıştır. Bu kolektif arayış gerek Sırp kültürü gerekse Rebecca West tarafından Kosova temelinde aklanmaktadır: Avrupa’nın geri kalanı adına Türk’ün elinde çektiği ulvi acılarla Sırbistan öyle veya böyle bölgesel bir büyüme hakkı kazanmıştır. Daha ilginci ise benzer bir argümanın Miloseviç rejimince kullanılması ve 1990’larda büyük ölçüde Batı Avrupa ve özellikle de Büyük Britanya tarafından kabul görmesiydi. Gregory Kent’in (2006) 1990 Balkan savaşlarını değerlendirmesinde ortaya serdiği üzere Büyük Britanya, Sırbistan’ın komşularına tecavüzünde Belgrat’ın önemli bir müdafisi idi. “Büyük” Britanya ve “Büyük” Sırbistan arasındaki duyguötesi benzerlik, kolektif emellerin sosyolojik bir “yansıması” olarak belirir, tıpkı zihnen hasta bireylerin genellikle psikolojik anlamda onları “yansıtan” eşler bulmalarındaki gibi. Rebecca West tam anlamıyla Müslüman addettiği her kent ve bölgede karşılaştığını iddia ettiği “pisliklerden” tiksintisini örtbas etmeye de çalışmaz. Bu tutumu Anglosakson ırkçılarının renkli insanlara yönelik ifade ettikleri benzeri hislerden pek de farklı değildir.

Avrupa’daki Güncel Meselelerle İlintisi

Batı’nın açığa çıkardığı gerilimlerin duyguötesi enerjisi, günümüz Avrupa’sına özellikle de Türkiye ile ilişkileri, Avrupa’da yaşayan Müslüman azınlıklar ve müphem “Teröre Karşı Savaş” başlığıyla süre giden anlaşmazlıkta ABD ile ittifakında hayat vermeye devam ediyor. Dürtüsel olarak yeniden üretilen fikirlerin şablonunun saf ve pis, aydınlık ve karanlık, iyi ve kötü arasındaki Maniheist yarılma olduğunda West ile hemfikirim. “Uygar” Avrupa tasarımı, ya/ya da düşüncesi, siyah veya beyaz kategorileştirmesi, bu radikal yarılmanın özünde filizlenmektedir. Nihayet, insanlar kendilerine Avrupalı dediklerinde kapılarındaki yahut aralarındaki “barbarların” aksine “uygar” olduklarını kast eder görünmektedirler. Duyguötecilik, Avrupalıların “karanlık” halklara karşı şiddet araçları ve etnik temizlik yoluyla “aydınlık” dayatmak için çeşitli programların dürtüsel tekrarını emreder. Avrupa tarihini Diocletian’dan çeşitli sapkınlıklara, Haçlı Seferleri, Püriten rejimler, engizisyonlar, faşizmler, vatan haini rejimler ve etnik temizliklere dek bu duyguötesi pencereden okumak mümkündür. Bu sapkınlığın kültürel kırılmaları, Avrupa’daki kadar ABD’de Afro-Amerikalılardan Çingeneler, Yahudiler, Müslümanlar ve benzerlerine dek “karanlık” halkların daima karşısında yer alan Püriten düşüncenin yükselişi ve süregiden egemenliğini içerir.

İnceleyin:  Sentetik Hayatlar ve Tüketimin İdeolojisi

Max Weber ve Alexis de Tocqueville’i bu yazıda tartışılan geniş meseleler ekseninde karşılaştırın. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda Weber, Püritenliğin Avrupalı köklerini veya daha evvelki sapkınlıklarla benzerliklerini incelemeyip Püriten ahlakın egemenliği, biricikliği ve özel doğası gibi ön kabulleri sınamadan kabullenir ve Püriten kültürün Avrupa üzerindeki neticelerini büyük ölçüde Amerika merkezli bir incelemeyle tamamen ihmal eder. Onun “demir kafes” göndermesi, her ne kadar sosyologlarca fazlasıyla vurgulanmışsa da incelemesinin hepi topu bir sayfasını kaplar. Toplumun McDonaldlaştırılmasında George Ritzer’in (1995), Weber’den damıtılmış verimlilik, denetim, akılcılık ve üretimi teşvik eden Püritenliğin “hoş” bir versiyonunu benimseyip özendirmesi birazcık hayret vericidir. Bu açıkçası, Atlantik’in her iki yakasındaki Püritenlikten devşirilen kolektif temsilleri kullanmaya devam eden yönetici seçkinleri hoş görüp destekleyen bir Weber okumasıdır. Weber ve Ritzer, Avrupa tasarımına ve Birleşik Devletler’e atfedilen tipik nitelikleri sorgulama veya yapısöküme tabi tutma zahmetine girmezler. Aydınlanma, akılcılık ve ilerleme yalnızca sevimli olgular olarak tasvir edilir. Ritzer’in ve çok sayıda çağdaş kuramcının kaçırdığı hayati nokta, Tocqueville’in zaten lanetlenmiş saydıkları insanları yok etmek için Püritenlerin kullandıkları kültürel tarzı betimlemesidir:

İspanyollar kendilerine silinmez bir utanç getiren emsalsiz vahşetler yoluyla Kızılderili ırkının imhasında başarılı olamadılar, hatta ne de onların kendi haklarını paylaşmalarını engelleyebildiler. Birleşik Devletler Amerikalıları bu her iki sonucu şaşırtıcı kolaylık, sessizlik, meşruiyet ve çok kan dökmeden ve dünyanın gözünde büyük ahlâki ilkeleri çiğnemeden elde ettiler. İnsan, insanlığın kanunlarına bundan daha büyük bir hürmet içerisinde yok edilemezdi (Tocqueville, 1845/2003: 397, vurgu yazara ait).

Başka bir deyişle Püriten kültür, ekonomik alanı McDonaldlaştırdığı tarzda soykırımı da McDonaldlaştırmıştır. Öte yandan Tocqueville, İspanyolların Birleşik Devletler’e yerleşmede Püritenleri öncelemesine dikkat çekmişse de İspanyol kültürel etkisi Püritenlerin gölgesinde kalmıştır. Tocqueville, Plymouth Kayalıklarına bir mabet dikildiğine -ki bu mabet bugün de Plymouth’ta ayaktadır- dikkat çeker, fakat çoğu Amerikalı Amerika’nın kökenlerini düşündüğünde İspanyolları hâlâ hesaba katmamaktadır. Aynı şekilde bugüne dek süren ve Teksas ve diğer batı eyaletlerini ortaya çıkaran Meksika ile olan toprak savaşı, Birleşik Devletler’de anlatılan mutat kültürel tarih öğretiminin bir parçası değildir. Yerlilere yönelik soykırımı da içeren gerçek tarih Lies My Teacher Told Me (Loewen, 1995) gibi eserler ve Howard Zinn’in (2005) kitaplarında bulunabilir. Avrupa tarihine benzer yaklaşımlar da faydalı olacaktır. Tocqueville ayrıca Amerikalıların içeride yerlilere, Fransızlara ve hatta Güneylilere karşı yaptıkları kültürel savaşları diğerlerinin lanetli ve dolayısıyla da gözden çıkarılabilir addedildiği Yeni Kudüs için kaide belirleyen Püriten inancın kırılması olarak değerlendirmiştir. Tocqueville’in açıklamalarının tarihsel kesinliği ve karmaşıklığı bir tarafa, onun sosyal bilimlerdeki mevkisi Weber’in sembolik statüsü ile karşılaştırılamaz bile. Weber her sosyoloji ders kitabında zikredilirken Tocqueville, dikkat çeken bir biçimde anılmaz. Bugünkü teröre karşı savaş, gerek enformasyon medyası gerekse de hükûmetin yaptığı açıklamalarda kafa karıştırıcı ve görünüşe göre irrasyoneldir.

Bu savaş, Birleşik Devletler’in 11 Eylül diye bilinen terörist saldırı nedeniyle Afganistan’a saldırmasıyla başladı. Birleşik Devletler Saddam Hüseyin’in ne 11 Eylül ile ne de El-Kaide ile herhangi bir bağlantısı olmasa da savaşı Irak’a taşıdı. Bu çelişkiler, Birleşik Devletler’in savaşı demokrasiyi desteklemek, “hürriyet davasını” yaymak ve Aydınlanma davasını ilerletmek adına belli İslam ülkelerine savaş açtığı şeklindeki Püritenci ve duyguötesi retorikle galeyana getirilmektedir. Bu yazıdan itibaren nihai etki tıpkı gerçek Aydınlanmanın etkisi gibi olmuş ve amaçlanılan hedeflerden uzağa düşmüştür: Irak’taki iç savaş, Iraklı ve Afgan sivillerin istismarı ve katli, Irak ve Afganistan’daki kültürel bölünmenin derinleşmesi ve dinî fanatizmin alevlenmesi (Galbraith, 2007; Ricks, 2007). Avrupa’daki gerçek Aydınlanma da bilim ve ilerleme retoriğinin yanı sıra benzeri etnik, sivil ve dinî savaş ve zulümlerle mimlidir. Bölünmüş bir Avrupa, bu küresel savaşta Birleşik Devletler’e “Gönüllüler Koalisyonu” adı altında katılmıştır. Her ne kadar bu koalisyon, yıllar içerisinde çözülse de ve her ne kadar Avrupa’daki nüfusun büyük bir çoğunluğu savaşa karşı olsa da Avrupalı hükûmetler, özellikle de Blair hükûmeti savaşı desteklemişlerdir (Serfaty, 2007). Avrupa demokrasisi ve insan hakları kaidelerine rağmen çoğu Avrupa hükûmeti, Birleşik Devletler’in, Avrupa havayolları vasıtasıyla ve bazı Avrupa ülkelerine gidip gelen terör şüphelilerinin işkenceye maruz kalacağı “yargısız infaz” olarak bilinen tartışmalı programından haberdardır ve bu programa yardım etmişlerdir (Grey, 2007).

Baudrillard’ın (1995), Avrupalıların 1990 Balkan Savaşı’nda Sırplara pis işlerini yapmaya müsaade etmekten mutlu olduğu şeklindeki suçlaması aynı şekilde teröre karşı savaşta bu kez pis işlerini Birleşik Devletler’in yapmasına izin vermekten mutlu oldukları şeklinde yinelenebilir:

Hikâyenin güzel noktası şöyle: etnik temizliği halletmede Sırplar Avrupa’nın keskin yüzüdür. Oluşmakta olan “gerçek” Avrupa, beyaz, ağartılmış ve ahlaki, ekonomik ve etnik olarak bütünleşmiş ve temizlenmiş bir Avrupa’dır. Bu Avrupa, Saraybosna’da muzaff erane bir biçimde oluşturulmakta….Senaryo Saddam Hüseyin’de de aynı: ona karşı savaşımızda epey medya ve teknoloji kullandık. Buna karşın son tahlilde o, bizim tarafsız müttefikimizdi ve halen de öyle. İnsan hakları adına, sövülmüş, kınanmış ve itibarsızlaştırılmış bir halde İran’a, Kürtlere ve Şiilere karşı tarafsız müttefikimiz olarak kalacaktır. İşte bu nedenle Körfez Savaşı, hiçbir zaman yaşanmadı: Saddam hiçbir zaman bizim gerçek düşmanımız olmadı. Aynı şey Sırplar için de geçerli. Onları beşerî topluluktan aforoz etmekle aslında onları kollayıp işlerine devam etmelerine müsaade etmiş oluyoruz (Baudrillard, 1995: 82-85).

Baudrillard’ın (1994) Körfez Savaşı’nın hiç yaşanmadığı şeklindeki iddiası hâlâ tartışmalıdır. Bilişsel bir simulakr incelemesi olarak postmodernizmin deli gömleğine sıkışıp kalmış analistler, onun aslında Körfez Savaşı’nın büyük ölçüde televizyondaki görüntülerden ibaret olduğunu, bu nedenle de gerçek olmadığının kastettiğini açıklamaya çalışmışlardır. Bu fazlaca akılcı terimler üzerindeki tartışmayı çözüme kavuşturmak gibi bir kaygım yok. Ancak Baudrillard’ın Körfez Savaşı hakkındaki yorumları, ırkçılık, Avrupa tasarımı, Körfez Savaşı, 1990 Balkan Savaşı, İran, Kürtler, Şiiler gibi meseleleri sıraladığı yukarıdaki parça bağlamında okunduğunda yeni ve duyguötesi bir yorumun mümkün olduğuna dikkat edin. Esrarengiz bir kehanetle, Baudrillard I. ve II. Körfez Savaşlarının, Balkan Savaşı’nın ve İran, Kürtler ve Şiilere karşı ufukta beliren savaşların tamamen birleştiği izlenimi uyandırmaktadır. 1990’dan bugüne, Avrupa ve ABD çeşitli Müslüman toplumlara karşı pek de mantığa uymadığı görünen ve bu nedenle “gerçek dışı” uzun ve müzmin bir savaş açmıştır. Eğer mesele Saddam Hüseyin ise neden o mesele 2003’te Irak’ın mağlup edilip Saddam’ın infazıyla çözülmedi? Neden Balkan Savaşı paramparça edilmiş bir Bosna Hersek kuran Dayton Barış Antlaşması’yla çözüme kavuşmadı?

Cevabı gün gibi ortada, demek ki mesele başka bir yerde; Tocqueville’in Püritenleri, Amerikan yerlileri ve köleliğin imhasında tasvir eden “Cromwell lanetinin” dürtüsel tekrarında. Duyguötecilik, odağı, tarihte karanlık halklara karşı savaşını aklamak için ürkütücü bir biçimde kullandığı retorikle aynı olan Avrupa’da bugün kullanılan dürtüsel retoriğe çeviriyor. Dünyada “uygar” ve “Aydınlanmış” bir varlık olarak Avrupa, “karanlıkta” yaşayan “barbarlara” demokrasi, özgürlük ve ilerleme getirecektir -bu, demokrasinin top ve tüfekle getirilmesi demek olsa bile. Aydınlanma “anlatısının” bu yaygın retoriği, Avrupa’nın Müslüman azınlıklarını duymazlıktan gelir. Vaziyet şöyledir: Avrupa hükûmetleri Birleşik Devletler’in teröre karşı konumunu ne kadar çok destekler ve yeni bin yıla nakledilmiş benzeri bir Püriten retoriği ne kadar çok onaylarsa Avrupa ve Birleşik Devletler’e karşı terörizm, direniş ve muhalefet o kadar çok büyür. Teröre Karşı Savaş, ters tepen yani duyguötesi ve irrasyonel bir temel üzerine bina edildi. Bu, herhangi bir toprak, kolonizasyon, yayılmacılık ve benzeri modernist hedefl er için bir savaş değil; Avrupalı travmaları tekrarlamak ve “bu sefer halledeceğiz” demek için bir savaştır. “Teröre” karşı savaş, Avrupa’nın saf idealler uğruna açtığı bir sürü evvelki savaş gibi metafizik ve irrasyonel bir savaştır. Tarihte her zaman teröristler olmuştur, bugünün Kuzey İrlanda’sından dünün Bulgarlarına, Avusturya-Macaristan ile Osmanlı arasındaki çarpışmada her iki taraftan teröristler ve saire. Teröristleri durdurmak başka bir şey, terör fikrine karşı asla kazanılmayacak bir savaş açmak başka bir şey. Bu sonuncusu, bir Avrupa tasarımının duyguötesi bileşenidir.

Medeniyet Tartışmaları – Editörler
Süleyman Güder, Yunus Çolak,syf:175-191

Kaynakça

Ahmed, A. (1991). Postmodernism and Islam. London: Routledge.
Ahmed, A. (2005). Islam under siege. Cambridge: Polity.
Almond, M. (1994). Europe’s backyard war. London: Mandarin.
Baudrillard, J. (1986). America. London: Verso. [Baudrillard, J. (1996). Baudrillard, J. (1994). The gulf war did not take place. New
York: Power Publications.
Baudrillard, J. (1995). No pity for Sarajevo. In T. Cushman, & S. Mestrovic (Eds.), This time we knew: Western responses to genocide in Bosnia (pp. 79-89). New York: New York University Press.
Bauman, Z. (1989). Modernity and the Holocaust. Ithaca: Cornell University Press.
Bauman, Z. (1991). Modernity and ambivalence. Ithaca: Cornell University Press.
Bennett, M. (2006). Oliver Cromwell. London: Francis & Taylor.
Boehm, C. (1984). Blood revenge. Philadelphia, PA: University of Pennsylvania Press.
Churchill, W. (1957). A history of the English speaking peoples: The age of revolution. New York: Dodd, Mead & Co.
Cushman, T., & Mestrovic, S. (1995). This time we knew: Western responses to genocide in Bosnia. New York: New York University
Press.
Durkheim, E. (1965). The elementary forms of the religious life. New York: Free Press. (Original work published 1912)
Freud, S. (1959). An autobiographical study. New York: W.W. Norton. (Original work published 1925)
Galbraith P. (2007). The end of Iraq: How American incompetence created a war without end. New York: Simon & Schuster.
Giddens, A. (1987). Nation-state and violence. Stanford, CA: Stanford University Press.
Giddens, A. (1990). Consequences of modernity. Stanford, CA: Stanford University Press.
Girard, R. (2005). Violence and the sacred. New York: Continuum.
Goad, J. (1998). The redneck manifesto: How hillbillies, hicks, and white trash became America’s scapegoats. New York: Touchstone.
Grey, S. (2007). Ghost plane: The true story of the CIA rendition and torture program. New York: St. Martin’s Press.
Hochschild, A. (1999). King Leopold’s ghost: A story of greed, terror, and heroism in colonial Africa. New York: Mariner.
Hoff man, M. (1993). They were white and they were slaves: The untold history of the enslavement of whites in early America.
London: Ruff in House.
Huntington, S. (1998). Clash of civilizations and the remaking of world order. New York: Simon & Schuster.
Jung, C. (1963). Memories, dreams, and refl ections. New York: Pantheon.
Kent, G. (2006). Framing war and genocide: British policy and news media reaction to the war in Bosnia. Cresskill: Hampton
Press.
Medeniyet Tartışmaları
192
Levene, M. (2005). Genocide in the age of the nation-state. London: Tauris.
Loewen, J. (1995). Lies my teacher told me: Everything your American history textbook got wrong. New York: Touchstone.
Lutz, J. (2004). Global terrorism. London: Routledge.
Lyotard, J. (1984). The postmodern condition. Minneapolis, MN: University of Minnesota Press.
Marcuse, H. (1964). One-dimensional man. Boston, MA: Beacon.
Melchert, N. (2002). The great conversation: A historical introduction to philosophy. New York: McGraw-Hill.
Mestrovic, S. (1993). Barbarian temperament. London: Routledge.
Mestrovic, S. (1995). Genocide after emotion: The postemotional Balkan War. London: Routledge.
Mestrovic, S. (1997). Postemotional society. London: Sage.
Mestrovic, S. (2004). Veblen on culture and society. London: Sage.
Mestrovic, S. (2007). The trials of Abu Ghraib: An expert witness account of shame and honor. Boulder: Paradigm.
Mestrovic, S. G. (1999). Duyguötesi toplum (çev. A. Yılmaz). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Michas, T. (2002). Unholy alliance: Greece and Serbia in the nineties. College Station, TX: Texas A&M University Press.
Novak, W. (1996). The people’s welfare law and regulation in nineteenth century America. Chapel Hill, NC: University of North
Carolina Press.
O’Callaghan, S. (2001). To hell or Barbados: The ethnic cleansing of Ireland. New York: Brandon.
Orwell, G. (1949). 1984. London: Penguin.
Ricks, T. (2007). Fiasco: The American military adventure in Iraq. New York: Penguin.
Riesman, D. (1992). The Lonely Crowd. New Haven: Yale University Press. (Original work published 1950)
Ritzer, G. (1995). The McDonaldization of society. Thousand Oaks, CA: Pine Forge Press.
Rosen, D. (1996). The tao of Jung. New York: Vikiing.
Schopenhauer, A. (1965). The world as will and idea. New York: Dover. (Original work published 1818)
Serfaty, S. (2007). Architects of delusion: Europe, America, and the Iraq War. Philadelphia, PA: University of Pennsylvania Press.
Spengler, O. (1961). Decline of the West. New York: Vintage. (Original work published 1926)
Tocqueville, A. (2003). Democracy in America. New York: Penguin. (Original work published 1845)
Toulmin, S. (1992). Cosmopolis: The hidden agenda of modernity. Chicago: University of Chicago Press.
Toynbee, A. (1978). Arnold Toynbee: A selection from his works. Oxford: Oxford University Press.
Veblen, T. (1965). Theory of the leisure class. London: Penguin. (Original work published 1899)
Walsh, M. (2007). White cargo: The forgotten history of Britain’s white slaves. New York: Mainstream.
Weber, M. (1958). The Protestant ethic and the spirit of capitalism. New York: Scribner’s. (Original work published 1904)
West, R. (1982). Black lamb and grey falcon: A journey through Yugoslavia. London: Penguin. (Original work published 1940)
Zinn, H. (2005). People’s history of the United States: 1492 to present. New York: Harper.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir