”Kelam” Terimi ve Kelam İlminin Oluşumu
“Kelam” terimi Müslüman filozoflar tarafindan, kelime, akıl ve delil anlamında “logos”un Arapça karşılığı olarak kullanılmıştır. İbn Rüşd’ün Yunanca “doğa hakkında tartışma” anlamına gelen ifadeyi “el-kelâmu’t-tabi’i (doğa bilimi) ile karşıladığını, “fizikçiler” anlamına gelen kelimeyi ise bazen “ashâbu’l-kelâmü’t-tabîî” bazen de “mütekellimûn, el-mütekelli- mûn fi’t-tabi’yyât” olarak tercüme ettiğini görüyoruz (İbn Rüşd 1948:1,101,104; 1,8).
“Konuşma” ve “söz” anlamına gelen kelamın, İslâm’ın ilk yıllarında, kader hakkında konuşanlarla (yetekellemûne fi’l- kader) ilgili olumsuz anlamda kullanıldığına dair yapılan açıklamalar belli bir dereceye kadar doğrudur. Böyle de olsa, Müs- lümanlar kelam terimine bu dönemde aşina oldular ve “kelam” artık yola çıkmıştı (Van Esse, 2000:413). İlk dönem İmam Mâlik’in (ö. 795), “Allah’ın isimleri ve sıfatları, kelâmı, ilmi ve kudreti hakkında konuşanlar (yetekellemûne fîhı) ve Hz. Pey- gamber’in ashabının ve tâbiûnun sessiz kaldığı (bu) hususlarda sessiz kalmayanlar (yeskutûn)…” (Abdülhalim, 2007: 99) ifadesi daha hicri ikinci asrın ortalarında, merkeze yakın duran düşünce tarafından kelam terimine bir olumsuzluk yüklendiğini göstermektedir.
Kelam ilminin bu isimle isimlendirilmesiyle ilgili başka bir görüş daha vardır ki özellikle bu kitapta ele aldığımız felsefe ve kelam ilminin birbiriyle olan ilişkisi bakımından oldukça önemlidir. Buna göre felsefeye bir meydan okuma olarak ortaya çıkan kelam öncelikle mantığı ön plana çıkardı ve mantık kelimesinde içerilen “söz”ü (kelamı) kendisine isim olarak seçti (el-Müderrisi, 1992,16).
Kelamın felsefe karşısısında konumlanarak ona alternatif tümel bir bilgi dalı olarak ortaya çıkmasıyla ilgili daha ileri düzeyde araştırmalar yapılmasının gereği ortadadır. Buna rağmen kelam isminin, basit bir seçim olmadığı ve belli amaçlar güdülerek, düşünülerek belirlendiği ve düşünceye ilişkin önemli çağrışımları bünyesinde barındırdığı çok açıktır. Çünkü kelam doğrudan düşünme ile ilgili bir isimlendirmedir.
‘Kelam ve nutk’un doğal kabiliyetleri aşarak akıl ve ruhla alakalı bir durum olduğunu biliyoruz. Çünkü konuşma dediğimiz şey, sadece insanın belli organlarının salim bir şekilde bir araya getirilmesinden ibaret olan fiziksel-biyolojik bir vaka değildir. Nasıl ki Allah dünya ile, varlık ile olan irtibatını kelam aracılığıyla kuruyor ve kelam aracılığıyla hem emri hem de ‘halk’ı yerine geliyorsa, aynı zamanda insan da kelam ve kelime ile diğer tüm canlıların üzerine yükselmekte ve adeta dünyanın efendisi olmaktadır. Bir kelimeler ağı insanla dünyası araşma girmekte ve bu şekilde insan ‘doğal’ kapasitesinin üzerine çıkarak, dünya üzerindeki iktidarını kurabilmektedir. Kelam’m şeylerin doğal durumunu aşarak araya girmesi soyutlamak içindir. Şeyler ancak kelam aracılığıyla size bir şey söyleyecek mecale kavuşur. Kelam bir durumun bitirilmesine ve sürdürülmesine müsade eder. Başka bir deyişle biz kelimelerle, “hâzır olan”ın, bize olan rahatsız edici yakınlığından kurtulurak, gaybın ve uzaklığın emniyet verici ortamında mevzilenebiliyoruz. Biz kelimelerle şeyleri dünyadaki dağınıklıklarından, bozulmaktan ifsad olmaktan kurtarıp istikrara kavuştururuz. tdealaştırılmış bir bir gerçeklik, görüntülerden daha dayanıklı ve daha fazla hakikat içeriğine sahiptir. Aslında kelimelerle yaptığımız şey tam da budur. Arzuya direnen objeler, duruma teslim olmak yerine bizatihi durum haline gelirler. Kelime, şeyden daha önemlidir ve daha yüksek bir varlık derecesine sahiptir. Çünkü şeylerdeki sınır kelimerdeki sınırdan daha dardır. Eğer ifadenin gücünü artırmak istersek, Gil- son’dan ödünç aldığımız bir ifadeyle “kelimler şeyler için değil, şeyler kelimler için vardır” diyebiliriz (Gilson, 2005:105).
İslam tarihi boyunca Müslümanlara el kitabı tarzı metinlerle öğretilen popüler anlamdaki akâid ile her türden inanç meselelerinin, metafizik soruların ele alınıp tartışıldığı skolastik ve teknik anlamdaki ilm-i kelamı (akaid, usûlü’d-dîn, ilmü’t- tevhîd, ilmü’n-nazar) birbirinden ayırmak gerekir. Zaten İlm-i usûlü’d-dîn terimi “dinin temel öğretilerinin bilimi”; ilmü’n- nazar ise “teorik bilim” veyahut da “spekülâtif bilim” anlamına gelmektedir. Elbette bizim burada ele aldığımız ikinci anlamda kelamdır. Bu ikinci anlamda kelam (logos) tarihsel olarak Tann’mn sözü (kelâmullah) konusunda Ehl-i Sünnet kelam- cıları ile rasyonel yaklaşımlarıyla bilinen Mutezile kelamcıları arasında meydana gelen ve bazen siyasetin bir parçası olan tartışmalardan dolayı bu ismi almış olmalıdır.
Başka bir görüşe göre ise miladi yedinci yüzyılın son çeyreğinden, sekizinci yüzyılın ilk yarışma kadar karşılıklı tartışma işini yürütenlere mütekellim adı veriliyordu. Nazzam, zihinde gaybî hususların yerleşmesi için çokça konuşması gerektiği için bu ilimle uğraşan kimselere mütekellim dendiğinden söz eder (Güdekli, 2015:238).
Kelam bu anlamda İslam’da, felsefeyi önceleyen ve dinî meseleleri ele almanın belli bir tarzı olarak kabul edilmektedir. Kelam bu durumda, Kindî (ö. 873) ile başlayan felsefî gelenekle karşıtlık içerisinde kabul edilir. Ancak kelam sadece felsefî gelenekten değil aynı zamanda fakihlerin izlediği yoldan da farklı bir yol izler. Hicri 200 yılma kadar fıkıh deyiminin kısmen kelamı da içeren inanç öğretisi anlamına geldiğini akıldan çıkarmamamız gerekir (Horovitz, 2014:11).
Konular tartışılırken, özellikle ilk dönemlerde yazılan eserlerde, her zaman karşıda hayali bir muhalifin olduğu düşünülür; meseleler bir soru-cevap kalıbı içinde ya da bundan çok farklı olmayan bir üslup içerisinde ele alınırdı. İçerisinde her zaman karşıt olanın kaybetmeye mahkûm olduğu bir yazı ya da konuşma ortamı vardı. “Eğer dersen ki…” ya da “eğer sorarsan…” diye başlayan cümlelerde hayalî bir rakibin gölgesi vardı. Ancak burada rakip her zaman kişinin kendisinden daha az entelektüel donanıma sahip, neticede yenilmeye mahkûm bir kimse olarak kurgulanırdı. Rakibin bir iki itirazdan sonra takati kesilir, çaresiz yenilgiyi kabul ederdi ve kazanan her zaman müellifin savunduğu düşünce olurdu. Bu türden eserleri okurken yazarın bir cevap verme ve ne yapıp edip rakibi yenme psikolojisi içerisinde olduğu akla gelir. Rakip ya da muhalif sadece farklı düşünen biri değil, aynı zamanda yok edilmesi ya da etkisiz hale getirilmesi gereken bir düşmandır. Kurgunun tümü, yazar/müellif, belli bir mezhebin düşüncelerini savunduğu için kendisinin tartışmada galip gelmesi ve karşıt düşünceye mensup rakibin mağlup olmasına yöneliktir. Ancak zaman zaman bunun dışına çıkıldığı ve kendisiyle aynı mezhebe mensup kimselerin düşüncelerine yönelik eleştirilerin varlığını da kabul etmek gerekir. Burada da aslında müellifin kendisini emsalsiz bir kelamcı olarak meydan okuma psikolojisi içinde hareket ettiği görülmektedir. Neticede bu, ce- del/diyalektik olarak adlandırılan şeye karşılık gelmektedir.
Her halükarda bu türden yazım üslubunun aslında bizatihi metin yazarını da verimsiz hale getirdiği söylenebilir. Çünkü gerçek dünyanın rakipleri, siyaseten olmasa bile entelektüel bakımdan bazen hayal dünyasının rakiplerinden daha güçlü olabiliyorlardı. Bu durumda evdeki hesabın çarşıdakine uymayacağı açıktır. Buna rağmen kelam eserleri arasında daha objektif bakış açısının hâkim olduğu ve bazen de gerçek sorularını kendine yönelterek cevaplar veren eserler de mevcuttur.
Soru-cevap usûlünü bir anlatım tekniği olarak görmek de mümkündür. Bu, Platon’un diyaloglarının bir başka biçimidir. Hıristiyan teolog/filozofu Aziz Anselmus Cur deus homo (Tanrı Niçin İnsan Oldu?) adlı eserini soru-cevap biçiminde yazmasının gerekçesini açıklarken, soru-cevap yönteminin birçok akla, özellikle ağır, yavaş hareket eden akıllara zor meseleleri açık kıldığını söyler (Hopkins, 1998). Batılı bazı araştırmacıların bu gibi örneklerden yola çıkarak kelam ilmini gayri İslami bir kökene dayandırma çabası içerisinde oldukları görülse de bunlar ciddiyetten uzak iddialardır. Çünkü henüz yabancı kültürlerle karşılaşmanın olmadığı bir dönemde, îbn Abbas ile Hz. Ali’ye isyan eden Hâricîlerden bazıları arasında geçen bir diyalogun da yaklaşık aynı formatta olduğu görülmektedir. Bununla ilgili başka örnekler göstermek de zor değildir.
Bu ilim dalı için kelam’dan başka, Arapçada kullanılan altı isim şunlardır: Fıkh-ı ekber (2./8. asırda İmam Ebû Hanîfe’nin kullandığı bu terimin içerdiği “ekber” tabiri, inançla ilgili konuların amelle ilgili konulardan öncelenmesi anlamına gelir), Usûlü’d-dîn, ilmirt-akâid, ilmün-nazar vel-istidlâl, ilmü’t-tevhîd ve’s-sıfât, ilmü’t-tevhîd (Abdülhalim, 2007:102-103).
Hem Yunan düşüncesinde hem de İslam düşüncesinde teoloji, merkezi bir yer işgal etmiştir. Aristoteles’in ve İbn Sina’nın ilimler tasnifinde, ilimler üçe ayrılır. Konusu araştırmacıyı etkilemeyen spekülâtif ilimler, konusu araştırmacıyı etkileyen pratik ilimler ve son olarak faydalı şeyler yapmakla ilgili olan üretici ilimler. Spekülatif bilimler fizik, matematik, metafiziktir. Metafizik ise kendi içerisinde üçe ayrılır. Varlık olması bakımından varlığın ele almdığı ontoloji, olgulardaki sebeplerle ilgilenen etiyoloji ve Tanrı ile ilgili konuları ele alan teoloji. Aristoteles’in Metafiziği (Lambda) ve Platon’un Ti- maeus’u ve îbn Sina’nın İlâhiyat’ı teolojinin meselelerini de ele alan eserlerdir.
Monoteist (muvahhid) kelamcılar, kutsal metinlerdeki teorik problemleri bu anlamda metafiziğe başvurarak çözmeye çalışıyorlardı. Mesela Yahudi filozof Musa İbn Meymun (Moses Maimonides) (ö. 1204) ve Saint Thomas Aquinas (ö. 1274) bunun iki önemli örneğidir. Felsefî kelam döneminin, Gazalî (ö, 1111) ve Fahreddin Râzî (ö. 1210) gibi kelamcıları da İslam düşünce tarihinde bu yola başvuran kelamcılar arasında yer alır.
Her ne kadar daha önce, kelâmın sınırlarına dâhil edilebilecek tartışmalar yaşanmışsa da gerçek bir disiplin olarak kelam ilminin ilk kez Mutezile tarafından teşekkül ettirildiğine dair bir ortak görüş oluşmuştur. Şehristanî, ilk defa kelam teriminin, Yunan felsefesi ile tanışan Mutezile tarafından kullanıldığına işaret eder. Ne var ki yine de bu konuda dikkatli olmak gerekir. Şehristânî ve İbn Haldun, yukarıda değindiğimiz gibi bize Mutezile’den önce de önemli spekülâtif tartışmaların yaşandığını haber vermektedir (Şehristânî, 1320:1,19).
İbn Haldun, ilk dönem Müslümanlarının yaklaşımlarını genel olarak ele almak suretiyle kelam ilmine bir başlangıç tayin etmeye çalışır. İslam’ın ilk dönemlerinde Müslümanlar imanın ilkelerini sadece Kur’an ve hadise dayalı olarak açıklamaya çalışıyor iken daha sonra geleneksel delillerin yanında akla dayalı delillere de başvurulmaya başlandı. Ona göre kelam ilmi, bu şekilde Kur’an ve hadislerdeki kapalı, anlaşılması zor olan akide ile ilgili bazı hususların anlamak için aklî delillere müracaat edilmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır (Mukaddime, 1986: II, 529). Hz. Muhammed’in, Necran Hıristiyanlarıyla Hz. îsa konusunda tartışması ilk dönem kelamî tartışmaları için en Önemli örnek olarak kabul edilmektedir. Kader, Allah’ın sıfatları, iman ve küfrün mâhiyeti, meâd ve günahkârların durumu gibi meseleler, sahâbe ve tâbiûn döneminde tartışılmaya devam etti ve bunlar sonraki ilmü’l-kelam meselelerinin temelini teşkil etti.
2/8. asrın ilk yıllarını kapsayan başlangıç devrindeki tar- tışmalar, bireysel, belli bir ekolün görüşlerini temsil etmekten uzak, birbirleriyle ilişkisi olmayan bağımsız tartışmalar şeklinde cereyan ediyordu. 2/8. asrın başlarından 5/12. asrın sonlarına kadar devam eden dönem ise muhtelif kelam okullarının kendilerine özgü düşüncelerinin teşekkül ettiği dönemdir. Kelam ilmi ancak bu dönemde gerçek bir ilim haline geldi. 6/12. asırdan 9/15. asra kadarki dönem ise kelam ilminin tekâmül ettiği ve felsefe ile mezcedilmiş bir halde bulunduğu dönemdir. Yaygın olan tasnif, 15. asırdan sonra gelen üç asrın kelam ilmini gerileme içerisinde gösterir. Bundan sonraki dönemler artık modem meselelerin ele alındığı ve Batı’daki gelişmelere tepkilerin ortaya çıktığı dönemlerdir. Müteahhirîn dönemi kelam anlayışı, ileride daha ayrıntılı biçimde ele alınacaktır.
Mutezile’ye izafe edilen başlangıç, sadece Vâsıl b. Ata’nın (ö. 748) Selefî düşüncenin temsilcilerinden Haşan Basrî’nin meclisini terk etmesiyle ilgili olarak tarihçiler tarafindan anlatılan olayla alakalı değildir. Mutezile’nin ilk defa inançla ilgili meseleleri izah ederken Kur’an ve hadis metinleri yanında rasyonel ilkelere başvurmaya başlamasıyla alakalıdır. Mutezile, insan aklıyla tenakuz halinde olduğunu düşündükleri nas- ları tevil etme yoluna gitmiştir. Mutezile’nin bu metodu, özellikle de akaidle ilgili konularda aklî yorumlar getirmek, o dönemin hâkim din anlayışının belirleyici unsuru olan ve ancak aktarım yoluyla gelen dini anlayışı sahih olarak kabul eden Ehl-i Hadis mensuplarının kabul edebileceği bir şey değildi. Mutezile’nin bu anlayışı bu yüzden belli bir özgünlük kazanarak ‘kelamî yaklaşım’ olarak anıldı.
Selefin İslam hakkındaki yorumları, otorite olarak kabul edildiği için hicri ikinci asırda bu disiplininin kuruluşunun Mutezile ile başlatılmasının ve aynı zamanda ilk dönemde yaşayan âlimlerin, aralarında İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin de(ö. 767) bulunduğu Sünnî İslam anlayışında meşruiyeti onaylanmış olan dört mezhep imamının, kelâma karşı tavır almalarının ve kelamcıları “ehl-i bid’at ve delâlet” olarak görmelerinin sebebi bu olmalıdır. Elbette Mutezile kelamcılarının Yunan felsefesinden ve diğer yabancı kültürlerden etkilenmiş olmalarının da bu tavır alışta payı vardır. Mesela Mutezilî görüşleriyle bilinen Nazzam (ö. 845), Yunan filozoflarının eserlerini okumuş hatta Aristoteles’e reddiyeler yazmıştı. Hatta Ho- rovitz’e göre bazıları Nazzam’ı Stoacı olarak kabul eder (Horo- vitz,2014: 22-23). Mutezile kelamcılarının tercümeler aracılığıyla Yunan felsefesinden beslenmiş olmaları, aslında kelam ilminin doğuşunda felsefenin etkisini ortaya koymaktadır.
Diğer yandan Mutezile âlimlerinin felsefeye ve rasyonel ilkelere karşı ilgilerini salt merakla açıklamak doğru olmaz. Mutezile yabancı dinlere ve kültürlere karşı İslam dinini savunurken bir savunma stratejisi geliştirmeye çalışmış ve bu bağlamda naklî delilleri yeterli görmediği için rasyonel ilkelere müracaat etmiştir. Mutezilî düşünürlerin o dönemdeki İslam dışı akımlarla mücadele ettiklerini ve bu konuda eserler kaleme aldıklarını biliyoruz. Vasıl b. Ata gibi âlimlere nispet edilen bazı eserler, onun inanmayanlara karşı bir iman savunması içinde olduğunu göstermektedir (Van Esse, 2000:400).
Özellikle Helenistik dönemin ürünü olan bu akımların felsefî mantıksal yöntemler kullanması, Mutezile’nin de İslam’ı savunurken felsefeye müracaat etmesini zaruri kılmaktaydı (Aydınlı, 2007: 17). Mutezile âlimlerinden Ebu’l-Huzeyl Allaf (ö. 841), Nazzam (ö. 835) ve Câhız (ö. 868) Yunan felsefesinden en çok etkilenen kimselerdir. Bunlar özellikle de De- mokritos, Epiküros, Zenon gibi filozofların yanında, Aristoteles gibi Yunanlı sistem filozoflarından da etkilenmişlerdir. Allaf gibi Mutezilî âlimlerin eserlerinde Yunan felsefesine ait cevher, a’raz, atom, boşluk, hareket, sükûn ve insanın mâhiyeti gibi konuları tartıştığı ve bu şekilde meseleleri o güne kadar bilinenden farklı bir üslupla ele aldığı bilinmektedir (Aydınlı, 2007: 22). Felâsife ile Mu’tezile’nin bazı konularda görüş birliği içerisinde olması da bu konuda bize önemli ipuçları vermektedir. Mutezile- felsefe ilişkisin boyutlarını gösterecek bir başka husus da ilk filozof kabul edilen el-Kindî’nin aslında Mute- zilî gelenekten gelmiş olmasıdır. Şüphesiz bu felsefecilere karşı oluşan husumetin temelinde Mutezile’ye kaşı hali hazırda mevcut olan düşmanlık olduğu söylenebilirse de, bunun başka nedenleri de vardır.
Mutezile âlimlerinin felsefî düşünceden etkilenmiş olmasını ya da diğer bazı tartışmaları ve benimsenen görüşleri öne sürerek kelamî kaynağının İslam dışı bir kültüre ait olduğuna dair iddia sahiplerinin ellerindeki kanıtlar, bu görüşlerini ispat etme gücünden yoksundur. Çünkü Gazalî’nin defalarca vurguladığı gibi kelâm konularında çoğu kez tartışmayı başlatan bizzat Kur’an’ın kendisi olmuştur. Dolayısıyla, kelâm tamamen İslâmî bir muhitte ortaya çıkmıştır; yabancı unsurlarla ancak, diğer kavimlerle karışmanın ve bazı Mutezile âlimleri örneğinde olduğu gibi, Yunanca ve Süryanice metinlerin Arapça’ya tercümesinin bir neticesi olarak daha sonra devreye girmiştir (Abdulhalim, 2007:108).
Buna rağmen, dinî ilimler arasında sayılan kelam ilmi de çoğu kez felsefe gibi kadim ilimler arasında sayılarak aşağılanıp muteber ilimlerden sayılmamıştır. Ancak buradaki durum, bir laik bilim karşıtlığı ya da yerli-yabancı çatışmasından ziyade, hadis ve sünnette olduğu gibi bilginin geleneksel yoldan tahsil edilmesi ve öğretilmesi ile aklın bağımsız çalışma biçimleri arasındaki karşıtlıktır. Bu durum ayrıca İslam tarihinde, Yunan bilimi ve felsefesine karşı oluşan muhalefetin oldukça karmaşık bir yapı sergilediğine ve Ortaçağlarda ve sonrasında rasyonel bilimlerin gerilemesine dini muhalefetin yol açtığı görüşünün sorgulanabilirliğine işaret etmektedir.
Şafii mezhebinin kurucusu durumunda olan ve Hadis ehli ile re’y ehlinin görüşlerinin sentezini yapan İmam Şafii (ö. 820) ise hayatının ilk dönemlerinde kelamla ilgilenmesine rağmen daha sonra muhtemelen re’y ehlinin alamet-i farikalarından biri olması ve Mutezili düşünceyi çağrıştırması sebebiyle bundan vazgeçerek fıkha yönelmiştir. İmam Şafii, kelamla ilgili muhaliflerini görüşlerine reddiye yazabilecek seviyede bilgi sahibi olduğu halde, kelamcı olarak anılmak istemediği için bundan vaz geçmiş ve kendi talebelerini de kelamla uğraşmaktan men etmiştir. İmam Şafi’ye göre gözün bir görme sınırı olduğu gibi aklında bir akletme ve düşünme sınır vardır ve her şeyi anlayabilme kapasitesine sahip değildir. Bütün iti- kadi meseleler vahyin çizmiş olduğu çizgide anlaşılmalı ve öylece inanılmalıdır. Kelamcılarm hatası itikadi meseleleri Kur’an ve Sünnetten bağımsız olarak rasyonel bir tarzda ele almış olmalarıdır. İman esaslarının nasslarda geçtiği biçimiyle kabul edilmesini savunan Şafii bunlara felsefî izahlar getirilmesinin yanlış ve faydasız bir tutum olduğunu savunur (Ayba- kan, 2020).
Mutezîlî kelamcı Vasıl b. Ata’dan (ö. 748) yaklaşık iki asır sonra İmam Eş’arî (ö. 936) ve İmam Maturîdî (ö. 944) ile birlikte Ehli Sünnet kelamı ortaya çıkmıştır. İmam Eş’arî ve İmam Maturîdî (ö. 944) tarafindan geliştirilen Sünnî kelam anlayışı, metot bakımından kelamî metodu devam ettirmiş, bir başka deyişle inançların savunulmasında aklın rolünü kabul etmiş ve bir bakıma Mutezile’nin açtığı yolu sürdürmüştür.
Eş’arî’nin eserlerinde Mutezile, Râvendiye ve Seneviy- ye’nin görüşleri şiddetle eleştirilmektedir. İmam Eş’arî, Eİ- İskafî ve Belhî adlı iki filozofa karşı da reddiye kaleme almıştır. Felsefecileri Aristotelesçi, Eflatuncu ve Dehrîler olmak üzere üçe ayıran Eş’arî’nin, felsefecilerden haberdar olsa da onların görüşlerine tamamen vâkıf olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü o günlerde felsefî düşünce henüz oluşma aşamasındaydı. Dolayısıyla Eş’arî, Yunan felsefe geleneğinin İslam kelamının epis- (.etnolojik dokusu için bir tehdit teşkil ettiğinin farkına varmasına rağmen, felâsifenin eserlerini ciddi anlamda okuyup eleştirme fırsatı bulamamıştır.
Daha önce Mutezilece mensup olan İmam Eş’arinin kendi zamanında, Eş’ari’nin Mutezile okulundan Ehli Sünnet’e taşıdığı bu yeni kelamı metoda karşı bazı önemli itirazlar olmuştur. Eş’arî bu türden itirazlara, Risâle fi istihsâru’l-havz fi ilmil- kelâm adlı eserinde cevap verir. Cehaleti sermaye edinen bazı insanların tembellikleri yüzünden dini tefekkür ve araştırmadan vazgeçip işin kolayına ve taklide yöneldiklerini, bununla beraber kelamî konularda araştırma yapanlara dil uzatarak onları sapık olarak nitelediklerini söyleyen Eş’arî, kelâmın is- tidlâl tarzının aslında Kur’an’da ve Sünnet’te mevcut olduğunu söyler (Eş’arî, 1952: 87-89). Eş’arî buradaki ifadelerinde, Sünnî kelamın gelecekte nasıl şekillenmesi gerektiğine dair de ipuçları vermektedir. Bu durumda Eş’arînin Cüveynî ile başlayıp devam eden sürecin müjdecisi olduğu söylenebilir.
Cüveynî (ö. 1085) ile başlayarak, Gazalî ve Fahreddin Râzî ile devam eden çizgi, Eş’arî’nin bu sözlerine istinden felsefî kelamı teşekkül ettirmişler ve kelamın bütünlükçü tümel bir ilim olmasını sağlamıştır.
Bundan sonra Ehl-i Sünnet kelamının özellikle Eş’arî Okulu güçlenmiş ve Ebu Bekr el-Bakıllânî (ö. 1013) ve Gazalî’nin hocası olan Cüveynî gibi önemli kelamcılar yetiştirmiştir. Cüveynî, felsefi bilginin özellikle seçkinler arasında yaygınlaşmasının kelamî ve dinî ilimler bakımından oluşturacağı tehdi- tin boyutlarını fark ederek, İbn Sina’nın felsefesine dair okumalar yapmıştır. Çünkü İslam düşüncesindeki felsefe geleneği onun zamanında kurucu metinler aşamasından -Aristoteles’in eserleri ve bunlara yazılan şerhlerinin Arapçaya tercümesi- İbn Sina’nın eserlerinin etkili olduğu aşamaya evirilmiş bulunuyordu (Griffel, 2009:29).
Cüveynî bir yandan, tbn Sina’nın eserlerine diğer yandan da Mutezile kelamcısı Ebu’l-Hüseyin Basri’nin (ö. 1044) düşüncelerine aşina idi. Cüveynî’nin görüşlerini bu iki düşünürün düşüncelerinin tesiri hesaba katılarak okunmalıdır (Madelung, 2007: 1619). Cüveynî’nin bu okumaları yaptığının en önemli göstergelerinden birisi kitaplarında kullanmış olduğu istidlal yöntemidir. Cüveyni el-lrşad adlı eserinde, istidlâlî yöntemi eleştirenlere karşı filozofların eserlerinde gördüğümüz cinsten bir delillendirme yoluna gider. Bu, karşı taraftakinin itirazının da esasında, itiraz konusu yapılan şeyi içermiş olmasıdır, Cüveynî şöyle der:
“Istidlâl ve nazar yolunun gerçek ilimle sonuçlanmayacağı yargısı, sizin için kesin bir şey mi yoksa şüpheli bir görüş mü? Eğer kesin, şüphesiz bir şey olduğunu söylerseniz çelişkiye düşmüş olursunuz. Çünkü istidlâlin yakîn ilimle sonuçlanmayacağı bilgisine, his/duyu ile ulaşılamaz ve açık bir gereklilik de ifade etmez. Öyleyse bunu delil getirme yoluyla, yani istidlal yoluyla ispatlamak gerekir. Böyle olunca da istidlâl ve nazarın yararı nasıl inkâr edilebilir?” (Cüveynî, 2002:3-5).
Cüveyni, diğer yandan zorunlu mümkün ve imkânsız kavramlarının aklî kavramlar olduğu ve dış dünyada bir karşılıklarının bulunmadığını söyler. Cüveynî filozofların eserlerinde yer vermiş oldukları, şey, ma’dûmun şey’liği, cevher, araz, cevherü’l-ferd, arazların arazlarla kaim olması, âlemin ezelili- ği, bir’in hakikati, cisim, boşluk ve doluluk gibi konulara eserlerinde yer vererek tartışır. Gazalî de filozoflara, imkanın izafi bir nitelik olmasından ötürü bir maddenin onu öncelemesi gerektiği dolayısıyla ezelî bir maddenin gerekliliğine ve bu yüzden âlemin ezeli olduğuna ilişkin iddialarına cevap verirken aynı şeyleri söyler (Griffel,2015: 278).
Cüveynî, îbn Sina’nın eserlerinde kullandığı Aristotelesçi ispat yönteminin metodolojik bir meydan okuma anlamına geldiğinin farkındaydı. Mesela filozoflar birtakım ikna edici delillerle âlemin ezeli olduğunun ispat edilebileceğini ve ke- lamcılarm âlemin zamanda varlığa geldiğine ilişkin delillerinin çürütülebileceğini ileri sürüyorlardı. Cüveynî’yi, felâsifeyi ciddiye almaya sevk eden sebeplerden birisi de, Eş’arî kelamcı- larını çözüm bulmada zorlandıkları bir takım kelamî problemlere filozofların çözüm önermiş olmalarıdır. Gazalî’nin, hocasının izinde ancak ondan daha çok felsefeyle ilgilenmesinde hocasının etkisini göz ardı etmemek gerekir. Tüm bu olgulardan yola çıkarak Eş’arîliğin kurucusu Ebu’l-Hasen El-Eş’arî’den itibaren kendi bünyesinde giderek güçlenen bir felsefeleşme potansiyeli taşıdığını söylemek gerekir. İbrahim Madkour’un, daha sonra ele alınacak olan müteahhirîn kelam evresini, Eş’arî ile başlatmasının sebebi de bu olsa gerektir (Arslan, 1987:12).
Eş’arîler, kavramsal, mantıksal ve eleştirel olduğuna inandıkları kelamî yöntemlerinin sonuçta vahye dayanmış olmasına rağmen, en azından biçimsel olarak, doğrudan dinî inançlardaki öncüllere dayanmadıklarını iddia ediyorlardı. Bu konuda en çok başvurulan örnek, Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğinin ispat edilmesiyle birlikte, vahiy yoluyla kendisine gelen şeylerin doğruluğunun da kabul edilmiş sayılması gerektiğini dile getirir (Frank, 1994:5).
Eş’arî kelamcılar heteredoks saydıkları kimselere karşı olduğu kadar, birçok konuda kendileri gibi düşünen ancak Ehl- i Hadis ya da Hanbelîler gibi kelamî yöntemin dinde kullanılmasını bütünüyle reddeden kimselere karşı da kelam yöntemini savunmak zorunda kalmışlardır. Onlara göre, başka konularda olsa bile imanda taklit hoş görülen bir şey olmadığı için İslam’ın temel inançlarının bağımsız akılla incelenmesi ve doğruluklarına dair ikna edici deliller bulunması gerekir. Bir kimsenin sahih bir imana sahip olabilmesi için temel dini inançlarla ilgili asgari düzeyde de olsa akla uygun düşünmesinin zarureti vardır. Allah’ın varlığının ispatı gibi hususlarda bir kimsenin nazarî usûle başvurmaktan başka çaresi yoktur (Frank, 1994: 6).
Her ne kadar Mutezile kelamcılarının ortaya çıkışı, felâsi- fenin ortaya çıkışına takaddüm etse de kelamcı ekollerin tekâmülü ile filozofların kendi sitemlerini kurmaları aynı döneme rastlar. Buradan yola çıkarak aklî ilimlerin gelişmesinin ve revaç bulmasının, felsefenin olduğu kadar kelamın da gelişmesine önemli katkılarda bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu ilimlerin gelişmesi birbirini beslemiştir. Hicri dördüncü ve beşinci asırlar hem felsefî düşüncenin hem de kelamî düşüncenin gelişip çiçeklendigi dönemdir. Başka bir deyişle “ulûm-i evâil” bu dönemde bilinip yayılmaya başlamıştır. Aklî ilimler bu dönemde kendisini yerlileştirmiş ve Müslümanların kendi öz malı haline gelmiştir. Diğer yandan yine bu asırlarda, dinî düşüncenin kaynaklarını nakilde, sünnet ve selef-i salihde görenlerle, naklîn yanında aklı da ilmin kaynağı olarak gören kimseler arasında nisbî bir barış tesis edilmiştir (Ensari, 2016: 41). İşte bu sebeplerden dolayı felâsife ve kelamcılar ortak bazı meseleleri eserlerinde ele alıyorlardı. Bunun ilk örneklerini hicri üçüncü asra kadar geri götürmek mümkündür. Bilindiği üzere bu Gazalî’nin Tehafufü yazmasından sonra daha da hızlanarak devam etti.
Hicri ikinci asırdan dördüncü asra kadar devam eden tercüme faaliyetlerine dinin naklî yolla gelen kaynaklarına bağlanarak din anlayışını oluşturan ve bundan asla taviz vermeyen Müslümanlar yanında bazı kelamcılar, hatta Mutezilî ke- lamcılar da bulunuyordu. Bunun en önemli sebeplerinden birisi felâsifenin İslam’ın inanç sistemiyle alakalı olan bazı meseleleri farklı bir metotla ele almasıydı (Ensari 2016:42). Mesela İbn Teymiyye’nin (ö. 1328) de dikkat çektiği gibi (İbn Tey- miyye, 1949:144), İbn Sina nübüvvetin mahiyeti, ölüm sonrası hayat (meâd) ve benzeri konuları felsefî sistemine yerleştirmişti. Başka bir deyişle o, İslam düşüncesinin, kelam ilminin entelektüel ilgisine konu olan meselelerini, felsefenin kavramlarıyla ele almaktaydı (Gutas, 2004: 139). Bu sebeple kelamla felsefe arasındaki alışverişin tarihini, İbn Sina hatta Farabî’ye kadar geri götürmek mümkündür.
Dimitri Gutas birçok eserinde felsefe ile kelam arasındaki sınırların çok belirgin olduğunu iddia eder ve hem îbn Sina döneminde hem de ondan sonraki dönemlerde Kelam ile felsefenin farklı alanlarda faaliyet gösterdiklerini söyler ve bunu tarihsel olarak iki ilmin doğasının ve konularının birbirinden tamamen farklı oluşuna bağlar. Gutas’a göre kelamın felsefeden, bazı kavramları ve bazı görüşleri ödünç almış olması; aynı şekilde “Arap felsefesinin de İslam kelamında merkezi yer işgal eden bazı nübüvvet ve Allah’ın sıfatları gibi bazı fikirlere dikkat çekmiş olmasının bu iki alanın sınırlarını belirsiz kılmayacağını söylemektedir (Gutas, 2002: 18) Gutas’mınaslında ispatlamaya çalıştığı şey, İslami entelektüel gelenek içinde yer alan felsefi çalışmaların ‘Arap felsefesi’ olarak adlandırmanın gerekliliğidir. Bu sebeple kelamla-felsefe arasındaki belirsizlik ortadan kalktığında, bu etkinliğin İslam felsefesi olarak adlandırmanın önünde de hiçbir engel kalmayacaktır. Bu iki alan birbirinden kaim çizgilerle ayrıldığında ise, İslam felsefesi dediğimiz şeyin tarihte tahakkuk etmediği ya da Arap Felsefesi olarak tahakkuk ettiği anlaşılacaktır (Wisnovsky,2004:155).
Wisnovsky, Gutas’m felsefe ile teoloji arasındaki bu kaim çizgilerle yapmış olduğu ayrımın, İslami entelektüel geleneğin tarihsel gerçekliğini yansıtmadığı ve daha çok Ortaçağlardaki üniversite müfredatı ile ilgili olduğunu söyler. Çünkü daha önce de değindiğimiz üzere, ortaçağlarda felsefe Paris Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesindeki lisans öğrencilerine öğretilirken, aynı üniversitenin teoloji fakültesi öğrencilerine yüksek lisans dersi olarak teoloji öğretiliyordu. Wisnovsky’e göre Gutas ‘m Ortaçağlardaki ünivesrite müfredatı ile ilgili bir ayrımdan yola çıkarak bunu Avrupa dışı bir medeniyetteki disip-linler arasındaki bir ayrım yapmada kullanması pek uygun görünmemektedir ve beraberinde birçok sorunu getirmektedir (Wisnovsky,2004:155).
Wisnovsky, Gazali’nin Tehafüt’ünde ortaya koyduğu gibi, filozofların kullandığı burhan metodunun, kelamcıların kullanmış olduğu cedel metoduna üstünlüğünün ya da burhan metodunun, matematik dışındaki alanlarda kesin sonuçlar ürettiğinin ispatlanabilir bir şey olmadığını söyler. Ayrıca bizzat Aristoteles’in kendisinin de sadece Fizik’te, De Anima’da ve Nicomachean Etik’te değil, Metafizik’te de diyalektik yönteme başvurduğunu, Farabi ve îbn Sina’nın bu yüzden diyalektik yöntemin öneminin farkında olduklarını söyler. Wisnovsky’e göre diyalektiğin birçok biçimi vardır; iyi yanıyla burhana, kötü yanıyla da retoriğe yakın olabilir. Gutas’ın teoloji ayrımının, aslında aydınlanmanın bir bakış açısının ürünü olduğunu ileri süren Wisnovsky, aydınlamanın bakış açısına göre, felsefe mutlak anlamda Batı’nın pozitif bilim anlayışının yanında onun bir destekçisi, dolayısıyla dinin ve vahyin karşındaymış gibi gösterildi. Bu bakış açısının bir gereği olarak felsefî bilgi ile vahyî bilgi birbirinin karşısına konularak aralarında hiçbir ortak nokta yokmuş gibi gösterilir (Wisnowsky,2004: 55-56). Oysa, İslam felsefesi ile ilgili çalışmalarda ortada konulduğu üzere bu yanlış bir anlayıştır ve felsefe ile kelamın müşterek çalışma alanları vardır.
Wisnovsky’nin kelam ve felsfenin birbirinden mutlaka farklılığı ile ilgili Gutas’a yönelttiği bir başka eleştiri de her iki disiplinin konuları ile alakalıdır. Wisnovsky, Gutas’ın her iki disiplinin farklı konuları ele almasının tarihin belli dönemlerindeki okul müfredatıyla ilgili olduğunu ve bunları mutlak- laştırmanın doğru olmadığını düşünür (Wisnovsky, 2004:156).
Günümüzde bazı araştırmacılar kelam ilminin çok erken dönemlerden itibaren Mutezilî kelamcıların çabalarıyla, salt teoloji olmaktan çıkarak hakikatin araştırılıp ortaya çıkarılma-sini hedefleyen tümel bir ilme dönüştüğünü ileri sürerek farklı bir yaklaşım ortaya koymaktadır (Güdekli, 2015:8).
Söz konusu araştırmaya göre kelam ilmi sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren şeylerin hakikatini soruşturan tümel bir disiplin olarak inşa edilmiş ve yoluna bu şekilde devam etmiştir. Hayrettin Nebi Güdekli tarafından yapılan bu araştırmada, kelamın entelektüel tarihini ele almanın barındırdığı bazı zorluklar yüzünden onun çok erken dönemden itibaren tümel, bütüncül bir displin olarak inşa edilmesinin yeteri kadar vurgulanmadığını ve kelamı teoloji sınırlan içinde savunmacı bir ilim olarak bırakıldığı görürüşü savunulmaktadır. Çünkü kelamcılar daha erken dönemden itibaren mevcut olması bakımından mevcudu araştırma konusu yaparak kelamı daha üst düzey bir araştırma alanı haline getirmişlerdir (Güdekli, 2015:8-9).
Şamil Öçal – İslam Düşüncesinde Hikmet Kelam ve İrfan,syf:55-73