Sizin de bir “Popstar Vaiz”iniz var mı?
Son yıllarda akademik alanda medyada dinin temsil biçimleriyle ilgili çalışmalar görmeye başladık. Bu çalışmalar görsel, işitsel, basılı ya da dijital medyadaki yayınlar üzerinden “medya-din” ilişkisini sorguluyor. Medya, dinin tebliğ görevini mi üstlenmeye başladı? Televizyonun ticari yapısı, dinin maneviyatıyla birleştiğinde ortaya çıkan “medyatik söylem” dine mi zarar veriyor, topluma mı? Ülkemizde TRT’den günümüze dinî içerikli programlar özellikle işin içine “reyting kaygısı” girince nasıl bir değişime uğradı? Bu sorulardan yola çıkarak İlahiyat mezunu bir medya çalışanı olan İsmihan Şimşek ile yakın zamanda savunduğu “Televizyon Vaizliği” tezini konuştuk.
Tezinizde neden “televizyon vaizliği” çalışmak istediniz, bu fikir nasıl ortaya çıktı?
Babam imam, ilkokuldan itibaren “Sen imam kızısın, şunu yapamazsın” gibi ifadelerle büyüdüm. 28 Şubat döneminde ise imam hatip lisesinde öğrenciydim. O günlerde okula alınmadık, eylem yaptık, derken sürekli bir ötekileştirmeyle karşılaştım. Liseyi zar zor bitirebildim ve başörtü sorunu yüzünden 10 yıl boyunca üniversiteye gidemedim. Bu sürede farklı alanlarda kendimi yetiştirmeye çalıştım.
Dergilere yazılar gönderiyordum. Sonra bir dergide yazı yazmam istendi, ardından röportaj yapmaya başladım. Böylece medya sektöründe çalışmaya başlamış oldum. Bu arada üniversitede -sadece ilahiyatlarda- başörtü sorunu çözüldü ve ilahiyat okudum.
Mesleğe medyayla başlamış olduğum ve lisedeyken de hep iletişim okumak istediğimden iki alanı birleştirmeye karar verdim. Dini öteleyen uzunca bir dönemden sonra özel ve tematik televizyonlarda ilahiyatçı akademisyenlerin yer almaya başlaması, bunun reyting aldığının keşfedilmesiyle merkez medyanın olayı sahiplenmesi, özellikle gündüz kuşağı kadın programlarında dinî konulara yer verilmesi, daha derinlikli konuların ise gece programlarındaki oturumlarda karşıt görüşlü akademisyenlerin bir araya getirilerek tartışmaya açılması dikkatimi çekmeye başladı.
Dinle ilgili her şeyin itibarsızlaştırıldığı ve konuşulmadığı bir dönemden rahatça konuşabilir bir döneme gelmiştik. Dinin magazinel ve popüler yönünün ekranda nasıl işlendiğine dikkat etmeye ve bazı programları özellikle takip etmeye başladım.
Alanla ilgili çok az kaynak var. Derleyip toparlayan, makale, tez, kitap çalışan pek yok. Ben de -ülkemiz için söylüyorum- sınırlı bir alanda dolaştım.
Televizyon vaizi kavramıyla başlayalım, böyle bir tanım var mıydı?
Medya vaizi kavramı epeydir var aslında, yurt dışında daha yoğun kullanılıyor.
Televangelizm, televizyon ve evangelizm kelimesinden türeyen bir terim. Dinsel kuruluşların faaliyetlerini halka ulaştırmak için arabuluculuk ediyorlar.
Fakat ben kavramı sadece televizyon bazında ele almak istedim. Bunun başka ayakları da var tabii ki, hocalara gazetelerde bir köşe ayrılıyor, birtakım cemaatler ve tarikatlar video ve teyp kasetleri çıkartıyor. Günümüzde ise dijital platforma evrildi iş. Özellikle yurt dışında YouTuber vaizler var. O kısım da ayrıca işlenmeli. Ülkemiz için “televizyon vaizliği” kavramı bu tezle ortaya çıkmış olabilir.
Kimleri kastediyorsunuz bu kavramla, TRT’den başlayıp örneklerle günümüze kadar gelsek?
1975 yılı televizyonda dinî yayınlar açısından bir milat. O dönem TRT’nin başında Nevzat Yalçıntaş var. İlk kez İftara Doğru adlı bir program ile dinî yayınlara yer verilmeye başlanıyor. Yarım saatliğine de olsa ilk kez televizyondan ilahiler, sohbetler, Kur’an ve ezan sesleri duyuluyor.
Sonrasında perşembeyi cumaya bağlayan gece Asaf Demirbaş-Agâh Çubukçu tarafından sunulan İnanç Dünyası programı var. Çok kısıtlı bir sürede halkın din ihtiyacına karşılık gelecek mevzulardan ziyade resmî ideolojinin izin verdiği kadar bir yayın yapılıyor.
Ekrandaki yansıması “Din vicdanda, Allah ile insan arasındadır ve başka bir alana geçmez, başka bir alana müdahale etmez” şeklinde oluyor.
Konular vergi ödemenin önemi, kâinat sevgisi gibi başlıklardan öteye gitmiyor. Biz şu anda hep ilmihal bilgisi veriliyor diye eleştiriyoruz ama o zaman o da yok. Tamamen, sevelim sevilelim modunda ilerleyen bir program.
Peki bu dönemde vaiz ön planda mı?
Aslında o günden bugüne medyanın dili de değişti. TRT’nin tek kanallı döneminde ne kadar cafcaflı bir program yapabilirsiniz ki!
Zaten ne koysanız izleniyor ve başka bir rakibiniz yok. O nedenle vaiz çok da ön planda değil.İnteraktif bir durum da yok, anlatılıyor ve bitiyor. Şu an programlar sunucunun ve konukların iç içe olduğu hatta farklı materyallerin de kullanıldığı bir hâl aldı.
Televizyon rekabet gerektiriyor ve daha fazla dikkat çekmek için farklı şeyler deneniyor. Böyle olunca da vaiz rakiplerinden sıyrılmak için bir şekilde kendini ön plana atıyor.
Yani her şey 90’lı yıllarda özel televizyonların açılmasıyla başlıyor diyebilir miyiz?
TRT tekelinin ortadan kalkmasından sonra birçok farklı televizyon açıldı. TGRT, Kanal 7, Samanyolu TV, Mehtap TV, TV5 vb. dinî yönelimli ve muhafazakâr kanallar da kuruldu. Bu durum dinî kesimlerin medya araçlarına olan olumsuz ve çekimser yaklaşımlarının yıkılışını da ifade ediyor.
Muhafazakârlar kendi televizyonlarına sahip çıktı, hatta her eve televizyon girmiş oldu.
Burası çok önemli aslında. O zamanlar mütedeyyin kesimden evlerine televizyon almayan insanlar vardı. Ben yılbaşı gecesi televizyonun misafir odasına kilitlendiği bir aileden geliyorum mesela. Eskiden böyleydi, şu anda öyle bir şey yok. Televizyona olan mesafe o dönem kırılıyor.
Video ve teyp kasetleriyle ulaşılan vaazlar bir anda daha çok kitleye ulaşabilen, daha çok konuşulan ve çok daha kolay ve hızlı ulaşılabilir bir mecraya geçiş yapılmış oldu. Medyanın yalnızca haber, eğlence, bilgi edinme amaçlı değil, aynı zamanda dinî tebliğ amaçlı da kullanılabileceğinin önü açılmış oldu.
TGRT’de Orhan Karmış’ın başlattığı “tefsir” dersleri daha sonraları merkez medyanın keşfettiği Yaşar Nuri Öztürk ve Zekeriya Beyaz’ın popüler/magazinel vaazları ile farklı bir forma bürünerek devam etti.
Çalışmanızda “popstar vaiz” kavramıyla da karşılaşıyoruz. Her televizyon vaizi aynı zamanda popstar vaiz mi?
Reytingi yüksek hocalara popstar diyorum aslında. Böyle bir ayrım yapmak gerekiyor çünkü televizyona çıkan her hoca popstar değil.
Konukluktan sunuculuğa geçmiş, artık kendi programlarını yapar hâle gelmiş, televizyonda ona özel bir zaman dilimi ayrılmış, fanları olan, konferanslar ve seminerler veren, belediyelere çağrılan, oralara özel takipçileri gelen hocalar var.
Tezi hazırlarken yaptığım röportajlarda Nihat Hatipoğlu’nun Anadolu’da ve yurt dışında hava alanlarında nasıl karşılandığını anlattığı bölümler var. Tarkan nasıl karşılanıyorsa o da öyle karşılanıyor.
Dolayısıyla star.
Onunla fotoğraf çektirmek, ondan imza almak için bekleyen, onu görünce ağlayanlar var. Tüm bunlardan sonra star diyebiliriz.
Stara örnek sadece Nihat Hatipoğlu’nu mu verebiliriz? Mesela Mustafa Karataş Hoca?
Onu da sayabiliriz. Fakat üslubu, dili, bilgiyi aktarım biçimi, insanlarla ilişki kurma biçimi Hatipoğlu’ndan oldukça farklıdır.
Peki ortak yanları neler televizyon vaizlerinin?
Sadece bu iki hocanın değil, hepsinin en önemli ortak yanı medyanın dilini çözmüş olmalarıdır. İnsanlar ne ister, ekran ne ister, ben ne vermeliyim, benim buradaki devamlılığımı ne sağlar… Bunların hepsini çok iyi biliyor ve kullanıyorlar.
Gündüz kuşağındaki kadın programlarına katılmaları ve sonra kendileri program yapmaları da ortak özellikleri değil mi?
Aslında ilk olarak kendi programlarıyla başlıyorlar. Ama çok göz önünde değiller. Mesela Mustafa Karataş Kanal 7’de Hadislerle Peygamberimiz diye bir program yapmış.
Fakat Mustafa Hoca’nın asıl çıkışı Nur Ertürk ile Her Sabah programı. Burada o kadar çok seviliyor, rağbet görüyor ve reyting alıyor ki başka kanallara transfer oluyor.
Karataş’ın güzel yönlerinden birisi de uçlarda dolaşmayan bir hoca olması. Herhangi bir taraftan aşırı tepki almayan, daha orta yoldan ilerleyen, üslup olarak da uç bir dili tercih etmeyen biri.
Nihat Hatipoğlu da Star kanalında yaptığı bir programdan sonra reyting aldığı için kendi programlarını yapmaya başlıyor.
Her ikisi de bir başka akademisyen ya da hocayla karşı karşıya getirilmeyi asla kabul etmiyor. Çünkü bunun insanlara bir faydası olmadığını, seyircilerin kafalarını karıştırmaktan başka işe yaramadığını söylüyorlar.
Ülkemizdeki dinî televizyon yayıncılığını kaça ayırırsınız?
1970-1980’lerde TRT ile birlikte bir süreç başladı, ardından özel televizyon kanalları kuruldu, daha sonra tematik yayın yapan kanallarla devam etti. Mütedeyyin kesim diyebileceğimiz kişiler de kendilerine kanallar açtılar ve bunlarla birlikte dinî yayınlar kendine yeni bir alan buldu.
Bunun ilki Mehmet Görmez’in Kanal 7’de yaptığı Huzur Sohbetleri isimli konuklu programı. Aynı dönem TGRT Orhan Karmış ile Tefsir Dersi başlıyor, ardından da Huzura Doğru’yu yapıyorlar.
Bu programda hem tefsir bölümü var hem de İslam’ın diğer alanlarıyla ilgili küçük bölümler. Bazı hocaların tematik kanallardan merkez medyaya geçişiyle birlikte bu programların arttığı noktada asıl soruyu sormaya başlıyoruz.
Dinin de medyanın da bir dili var. İkisinin birleştiği noktada dinsel söylem nasıl medyatikleşiyor?
Dinin dili dediğimiz şey nebevi tebliğ metodudur. Efendimizin tebliğ metodu neyse bizim insanlara dini anlatmadaki metodumuz da bu şekilde olmalı. O, popüler bir dil kullanmadı.
Örneğin Arap Yarımadası’nda o dönem şiir çok popüler. “Ben daha çok insana ulaşmak için bu yöntemi kullanmalıyım” demedi. Fakat siz nebevi metotla ilerlediğinizde akla ve kalbe hitap etmek ve daha derinlikli bir şey sunmak zorundasınız. İnsanların zihin dünyasını ve yaşam biçimini değiştirmeye yönelik bir söylemle ortaya çıkmanız gerekiyor. Bu, medyada olduğu zaman böyle bir derinliği kaldıramıyor.
Televizyon bir eğlence aracı. Aldığı her mesajı daha basitleştirerek, onu kendi anlamından kopararak, silikleştirerek sunmaya başlıyor. Ve daha dikkat çekici duygulara ve içgüdülere hitap eden bir tarza dönüştürüyor. Televizyonda güldürürseniz, ağlatırsanız, korkutursanız, daha çok dikkat çeker ve izlenirsiniz. Bu hemen hemen her yerde böyle. Bir konferansta da birisi size bunları yaptığında dikkatleri üzerine çeker. Medyanın dili popüler bir dil ve bu içgüdülerden besleniyor.
Dinin anlamını basitleştiriyor, geriye sadece semboller kalıyor. Semboller, ilmihal bilgisi ve dinî ritüeller üzerinden din anlatılmaya başlanıyor.
Ekranda anlatılan din aslında bireysel bir dindarlık. Yani insanlar “Ben şunu giyersem, tırnağımı böyle kesersem günah olur mu? Kaynanam bana şunu yaptı, ben ona şunu dedim, günah olur mu?” gibi sorular soracak, cevaplayacaksınız, ya ilmihal bilgileri vereceksiniz ya da metafiziksel konular üzerinden ilerleyeceksiniz. Yani büyü, cin, melekler, ahiret vs.
Bu gibi bilinmeyen alanlarla da dikkat çekebilirsiniz. Bu programlara bakın; faizin, toplumsal konuların ya da siyasetle ilgili bir şeyin hiç konuşulmadığını görürsünüz. İslam bir bütün aslında, hayatın her alanıyla ilgili bir mesajı var. Fakat biz ekranlarda bireysel dindarlığı görüyoruz.
Diğer konular konuşulmuyor çünkü onlar konuşulmaya başlandığında size büyük sorumluluk yükler. Bu sorumluluğun altına da kimse girmek istemiyor.
Peki diyelim ki bunlar konuşulmaya başlandı, izlenir mi?
Televizyon izleyicisi bunları seyretmez tabii. Onlar ne istiyorsa televizyonda o veriliyor.
Anadolu’daki bir teyzeyi toplumsal meselelerden çok, orucunu neyin bozacağı ilgilendiriyor.
Burada şunu görmek lazım, acaba İslam bunu mu istiyor? Yani isteneni ver mi diyor, yoksa başka bir yaşam biçimi mi sunuyor? Sen televizyondan bunu anlatıyorsun, sadece lokal yaralara çözüm olabiliyorsun ama İslam’ın istediği bu değil. İslam’ın istediği başka bir zihin, başka bir yaşam biçimi ve ideal insan aslında. İnsan-ı kâmil dediğimiz o yolda insanın ilerleyişi. Tebliğ metodu da böyle ilerliyor.
Efendimiz döneminde de kimse gelip bir soru sorup ayrılmıyor. Çünkü hayatımız birkaç sorunun cevabından ibaret değil. Efendimizin dizinin dibinde sahabeler yetişiyor. Bedevilerle olan iletişimi de var hadislerde Efendimizin. Müslüman olmuş, “Ben ne yapayım?” diye soruyor, “Sen namazını kıl, orucunu tut, annene iyi davran” diye de cevaplar alıyor. Böyle bir yaklaşım da var tabii. Aslında herkesin kendi potansiyeline göre bir tebliğ metodu var. Ama İslam “Senin potansiyelin bu, burada kal” demiyor. O potansiyeli geliştirmek üzere bir metodu var.
Fakat televizyon vaizliğinde biz bunu göremiyoruz, orada sadece sorulan sorulara cevap veriliyor ve kişi orada bırakılıyor. Programlarda görmüşsünüzdür, programa telefonla bağlandığı için heyecandan konuşamayan insanlar var. Vaiz oradaki cevabın ya da anlatılanın önüne geçiyor.
Neil Postman’ın bunu Tanrı’nın değil, vaizin putlaştırılması ve vaizlerin mesajın önüne geçiyor olması diye ifade ettiği güzel bir yaklaşımı vardır.
Bu yurt dışındaki programlar için de geçerli değil mi, sonuçta onlar da reyting esaslı?
Yurt dışında daha da abartılı. Orada misyonerlik faaliyetleri için sabahtan akşama kadar vaaz verilen misyoner kanalları var. Bu televizyon kanallarında ritüeller, kendi dinlerine ait törenler yapıyorlar ve sürekli olarak bir vaaz hâlindeler. Onların bizden farkı tüm dünyaya karşı bir çağrılarının olması ve diğer dinlere karşı nefret söylemleri çok baskın.
Hocalarla yaptığınız söyleşilerde dikkatimizi çeken önemli bir nokta da onların ekranda konuşmayı bir hizmet olarak görüyor olmalarıydı.
Mustafa Karataş ve Nihat Hatipoğlu ekrana çıkmayı hizmet olarak görüyorlar. Hatta Caner Taslaman daha da ileri giderek, “Hiçbir televizyon programından, konferanstan vs. para talep etmem, bu benim kendimce tebliğ metodum. Ahirette bir şey kazanacaksam, ne kadar çok konuşursam o kadar iyi” diye düşünüyor.
Sadece hocalar değil, medyaya konuk olan herkes kendinden taviz veriyor ve bu tavizi verdikçe de ekranda kalabiliyor. Hocalar ise dinî bilgiden taviz veriyor, diyebilir miyiz?
Hocalara sorsak bunu, onlar kendilerinden ve dinden taviz vermediklerini söyleyeceklerdir. “Bana sorulan ne varsa onu cevaplıyorum ve verdiğim cevaplarda İslam’a aykırı bir şey yok” diyorlar. Birçok konu diyelim ki bir kadının kaynanasıyla olan ilişkisi üzerinden bir soruyla birlikte anlatılmaya çalışılıyor ve bu mahrem bilgilere şahit oluyoruz.
Birden kendimizi bir günah çıkarma ritüelinin içinde buluyoruz. İnsanlar her şeylerini herkesin önünde paylaşabiliyorlar. Buna programa gelen diğer konuklar da dâhil. Yöntem bu mu olmalı? Bunu tartışmamız gerekiyor.
O zaman televizyon vaizlerinin bu tutumu, dinî bilgiyi tehdit altına alıyor.
Ekranlarda görünmesi, bu kadar çok tartışılması ve konuşulması gösterişçi bir dindarlık ortaya çıkardı. Sadece semboller, ritüeller üzerinden ilerleyen bir din anlayışı gittikçe yayılmaya başladı. Din aslında o kadar da sorumluluk yüklemiyormuş düşüncesi ortaya çıktı. Evet, İslam kolay bir din, sadece abdest alıp namaz kılmaktan ibaret de değil. Onun dışında din dili çok fazla magazinel bir dile evrildi.
Mesela bazı dinî programlara ünlü kişiler de konuk olup sohbete dâhil oluyor ve soru sorarak bilgi almak istiyor. Şarkıcı Mustafa Ceceli’nin TRT’de ramazan programına katılıp ezan okuması, Hatipoğlu’nun televizyon programına oyuncu Sibel Turnagöl’ün telefonla bağlanıp “Oruçluyken denize girilir mi?” sorusunu sorması, şarkıcı Yusuf Güney’in yine Nihat Hatipoğlu’nun programına katılıp nazarla ilgili bir sorudan sonra nazara inandığını ve nazardan dolayı bazen rahatsızlandığını anlatması popüler din dilinin magazinel boyutuna örnek olarak verilebilir.
Bunun topluma ne gibi zararları olduğunu söyleyebiliriz?
İnsanlar artık dinî bilgiyi kitaplardan, mahallesindeki hocadan ya da Diyanet’ten almayıp, televizyonu açıp ona bir telefonla ulaşıyor. Dinî bilginin bu kadar hızlı ve kolay ulaşılabilir olması o derinliği yok ediyor. Dinin yüzeyde kalması en büyük tehlike ve topluma büyük zarar.
Dinî bilgi magazinleşiyor, ticarileşiyor, enformasyona dönüşüyor, bilgi yerine bilgi veren kutsallaşıyor, farklı görüşler kafa karışıklığı yaratıyor, gösterişçi dindarlık artıyor. Yani dinin hakikati insanlara ulaştırma hedefi medyanın ticari kaygısı ile çatışıyor.
Bu, televizyonla mı alakalı? Bireyler neden kendilerini geliştirmiyor da televizyondan öğrenmek istiyorlar?
Yine aslında insanların ne istediğiyle ilgili. Bir insanın ontolojik dertleri varsa, “Ben neden yaşıyorum, bu dünyaya neden geldim, ne yapıyorum?” gibi soruları soruyorsa zaten bunun peşinde koşmuyor. Bunları doğru anlamaya yönelik okumalar yapıyor, başka şeylerin peşine düşüyor.
Yüzeysel dindarlık sadece vicdan rahatlatmaya dönük bir dindarlık. Bunlar yapılması gerekenler ve ben bu kurallara uydum diye düşünüyor. Bunları yaparsam cennete, yapmazsam cehenneme gideceğim diye izliyor. Hiçbir programda ontolojik sorunlar konuşulmuyor. Araştırmalara baktığımızda da liseyi imam hatipte okumuş, ilahiyat okumuş, ailesinden dinî eğitimler almış, dinî hassasiyetlere sahip kişilerin bu hocalara rağbet etmediklerini ve onları güvenilir bulmadıklarını görüyoruz.
Yapılan RTÜK araştırmalarında da çıkan sonuçlar böyle. Televizyon vaizlerinin hitap ettiği kitle, televizyonun hitap ettiği kitle. Din o sektörün, o pazarın metası. Metalaştırmak dini mahiyetinden koparıyor.
Peki hem dine zarar vermeyen hem de insanların nasiplenebileceği nasıl bir format olmalı?
Bunu yapacak cesur yürekli bir medya sahibi var mı, ben ondan emin değilim. Çünkü reyting olmadan medya kurumu ayakta kalamaz. Siz televizyona ne koyarsanız koyun reyting almak için koyarsınız ve bu, para demektir.
Bir babayiğit çıkacak ve ben bunlara itibar etmiyorum, ben insanlara faydalı olabilecek bir program yapıyorum dese onun izleyicisi az önce anlattığım soruları soran kişiler olur. O kitle de zaten üçü beşi geçmiyor. Yani hayatla ve kendisiyle ilgili bir derdi olan insanlar çok az.
Diyanet TV bu formatı yakalayabildi mi sizce? Reyting kaygısı yok ve popüler hocaları değil, alanında uzman hocaları çıkardıkları çok sayıda program da yapılıyor?
Diyanet TV’de çok güzel programlar var, yok değil. Ama şöyle bir mantık hatasına düşmemeliyiz. Televizyon bir tebliğ aracı değil. Buradan çıkarsak eğer televizyonun başka alanlarda faydalı kullanılabileceği kanallar bulunabilir. Diyanet TV de belki böyle bir misyonu tamamlıyordur.
Orayı izleyip de hayatım değişti, “Şununla ilgili böyle bir yaklaşımım vardı ve tamamen başka bir şey düşünüyorum artık” gibi şeyler olacağını pek zannetmiyorum. Baştan beri söylediğim şey: İslam insanların hayatını değiştirir. Ama bu televizyon yoluyla olmaz. Nasiplendiğimiz şeyler de olabilir. Mesela kader konusu tartışılıyordur, oradan bir şey duyarsınız, bununla ilgili bir kitap okursunuz, derken öğrenilen bir şey olur. İlla ki faydalananlar olmuştur.
Dinî alan söz konusu olduğunda medyayla ilgili beklentilerimizi normal bir yere çekmemiz gerekiyor. Dinî pratikleri insanların oradan öğrendiklerini düşünebiliriz belki de…
Ama bu dinin sulandırılmasına neden oluyor. Bazen öyle şeyler yapıldı ki reyting kaygısıyla, iş başka bir yere, şova doğru gitti. İsim vermemize gerek yok, takip ettiyseniz siz de tahmin edersiniz.
Son olarak bu programların hedef kitlesini konuşalım?
Dinî programları izleyenlerin büyük çoğunluğu 45 yaş üstü, bunların yarısından çoğu kadın. 09.00-18.00 arasındaki saat diliminde daha çok kadınların, reytinglere baktığımızda da ev hanımlarının izlediğini görüyoruz.
Eğitim durumu arttıkça bu programlar pek izlenmiyor. Genç nesil de izlemiyor. Burada önemli bir soru da gençlere dinin nasıl anlatılacağı! Şu an en çok internetten ulaşabiliyoruz onlara, peki bu dijital alanda yapılan işler onları ne kadar yakalıyor?
Aldığım yer:https://www.gzt.com/nihayet/sizin-de-bir-popstar-vaiziniz-var-mi-3533099