Kemal Sayar, Sadettin Ökten – Aşk İle Anı Seyretmek

EXqmd3oXkAEGX63-300x169 Kemal Sayar, Sadettin Ökten - Aşk İle Anı Seyretmek
Allah ne istiyor kullarından? Çok açık: Hiçbir şey’ı Rab yerıne koyma. Bilim, akıl, imkân, sağlık, her ne varsa. Yanı onlara fazla güvenme, bunların hepsinin üzerinde senin Rabbin var. O yarattı seni ve sana doğru yolu O gösterdi. Yedirdi ve içirdi. Diğer her şey vesile veya vasıta olur. Ama esas başlangıçtaki sebep, her şey ondan geliyor. Esas kaynak veya esas fail Cenâb-ı Rabbu’lâlemîn’dir. Şifa da O’ndan, hekimler bir vesiledir, ilaç da vesiledir.
—————————————-
Ökten: İslam medeniyeti insanı semavata ve arza bakmaya, üzerine tefekkür etmeye davet ederler. Bu da insanın duygu ve ruh âlemini harekete geçirir. İslamî nokta-i nazardan ve insani nokta-i nazardan bakarsak eğer sanatın başlangıç noktası da işte bu ruhsal ve duygusal dünyamızdır. Şimdi “ruhu muazzeb oldu” diyoruz değil mi? Aslında ruh acı çekmiyor. Mesela bir tarafımıza fiziksel bir baskı gelse, tokat yesek, iş yaparken elimizi ayağımızı acıtsak, canım acıdı deriz. Esasında acıyan can değil, beden. Böyle bir etki yok. Ruh acı çekmez ama daralır. Neden? Çünkü onun da iyiliğe, güzelliğe ihtiyacı var. Ruhun ihtiyaç duyduğu şey, Hüsn-ü Mutlak’ın ona çizdiği çerçeve. Bazen Hüsn-ü Mutlak’ı bu âlemde göremeyebilir; işte o zamanlar bu görme ihtiyacını bi’l vesile temin etmek gerekiyor. Bunun yolu da yaratılıştan ilham almaktan, yaratılışın güzelliğini görmekten, hilkatin sihrine vâkıf olmaktan geçiyor. Sanat bence buradan başlıyor. Müslüman sanatkâr hiçbir zaman yaratılmışla yarışmaya kalkmaz. Müslüman sanatkârın özelliği odur. Hüsn-ü Mutlak’ın bu dünyadaki lütufları bazen açık bazen gizlidir. Açık olan lütufları her ruh görmüyor, sanatkâr o açık olanları göstermek noktasında insanlara işaret ediyor. Bazen de gizli olan güzelliği göstermek noktasında onlara rehberlik ediyor.
—————————————-
Sayar:..Aslında kâinata, insana, ibret nazarıyla baktığımızda Cenab-ı Hakk’ın o muhteşem kudretini görebiliyoruz.

Ökten: İşte bu bakışla birlikte duyulan şey; büyük hayranlık, hayret, teslimiyet ve büyük bir acz ifadesidir. Aynı tabiata biyolog da bakıyor. böcekleri inceliyor ama onun nazarında hikmet yok. 0 hadiseye mekanik olarak, sebep-sonuç ilişkisi açısından bakiyor. Hem Batı’da hem de Doğu’da mehtapla ilgili şiirler ve müzikler var ama bir astronom aya öyle bakmıyor; çapını, hareketini, hızını ölçüyor, kitabına yazıyor. Bir Müslüman ise aya farklı bir nazarla bakıyor. Tabii bir astronomun bakışını reddetmiyoruz ama biz ayla beraber yatıyoruz, ayla beraber kalkıyoruz. Ramazan hilali göründü ise o gece sahura kalkıyoruz. Hilal bize çok şey söylüyor. Hilalin hem bir romantizmi hem de realizmi var. Onlar iç içe geçmiş. Gece, Müslümanlar için tefekkür, ibadet ve dinlenmeye ayrılmıştır. Gece üzerine şiirler, şarkılar yazılmıştır.

Gece, her yerdeki efsunlu sükânundan iyi Avutur gamlıyı, teskin eder endîşeliyi;

Ne ledünni gecedir! Ta ağaran vakte kadar, Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın ruhu yanar. Ne saadet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak, Vatanın fatihi cedlerle beraber yaşamak!

Böyle diyor Yahya Kemal. Koca Mustâpaşa şiirinde. Gece üzerine Batı’da tam tersi bir anlayış da vardır. Memâtın remzidir gece, unutulmak, menhiyatla geçiştirilmek istenir çünkü insan geceyle baş başa kalamaz, korkar geceden.

—————————————-
Sayar: Bir insan sürekli çirkinliği görüyorsa, bakışı çirkinliğe ayarlıysa, onun iç dünyası bir süre sonra kararmaya başlıyor. Kendini ve dünyayı hep kötü kelimelerle tasvir ediyor. Kendisi de buna inanıyor ve ağır bir depresyonun koynuna giriyor. Sonra da bunu etrafına yayıyor. Bir hoca derdi ki, “Ben depresif danışanlarıma önce depresyondan evvelki zamanlarını anlattırırım. Birdenbire danışanlarımın gözleri ışıldar. 0 bitkin, hayattan bıkmış insanların neşeli ve güzel zamanlarını anlatırken gözünde hafif bir ışık yalımı olur, sanki hayata döner gibi olurlar. Şunu hatırlasinlar diye yaparım bunu: Geçmişte böyle bir zamanın var, bunu unutma. Bunu yeniden yakalayabilirsin.” Yani ruh en güzelden neşet ediyor zaten. Kal-u belada hepimiz güzel ruhlardık. İnsan güzel fıtrat üzere yaratılmış bir varlık. Aynı bu depresif hasta gibi, sadece hatırlaması lazım. Nereden geldim, hangi güzellikleri gördüm, hangi güzelliklere meftun idim. Şimdi bu çirkinliklerden nasıl çıkabilirim, ona bakması lazım. Platon, “Bütün mesele hatırlamaktır.” diyor.
—————————————-
Ökten: Türkiye ciddi bir medeniyet krizi yaşıyor; bir tarafta modernite var, bir tarafta İslam var. Biz Müslüman kalarak, İslamî değerleri muhafaza ederek yeni bir medeniyet yorumuna gitmek mecburiyetindeyiz ama bu çok kolay bir şey değil. Avrupa bunu yapamadı. Hıristiyan kalarak moderniteyi kuramadı çünkü Hıristiyanlığı çok tahrif ve suistimal etmişlerdi. Ama bizdeki ehlisünnet itikadı hâlâ çok sağlam bir şekilde devam ediyor.

Biraz evvel bahsettiğiniz nakîsalar hepimizde var. Duamız odur ki, Allah bizi hak sözü işitir hâle getirsin. Söz söyleyen kişinin kusurunu görmeyelim, sözü hak ise o sözün üzerimizde ıslah edici bir etkisi olsun. Her insanın bir boşluğu vardır, insan o boşluğu araştırır; hak sözü görmez de o boşluğu görür. Hâlbuki Allah, hak sözlü birisine söyletir. Hani hep deniyor ya:

Ehl-i irfânım diye kimseye ta’n eyleme sen Defter-i dîvâna sığmaz söz gelir dîvâneden

—————————————-
Modern insanla ilgili şöyle bir problem var: Hatıra oluşturamıyoruz. Hayat o kadar hızlanmış durumda ki, olaylar o kadar peşi sıra depar atar gibi geliyor ki, hiçbir yaşantı kökleşip bizde hatıraya dönüşemiyor. Bir üstadın dizinin dibinde otururken oraya ruhumuzu veremiyoruz. Ilahiyat fakültesinde hoca olan bir arkadaşımız anlatıyordu. “Ben öğrencilerde şevk göremiyorum. Ders anlatıyorum ama herkesin gözünde donuk bakışlar var, cep telefonuyla meşgul oluyorlar ders sırasında, dinlemiyorlar,” diyor. Bir yazar, “Yaşayanlar mezarlığı” diyor günümüz toplumunu anlatırken. İnsan, hatırası varsa canlıdır. Hatıraya girebiliyorsa, hatıraların kutsi saatinde yaşayabiliyorsa, orada soluk alıp verebiliyorsa, ölmüşlerini şimdi yanındaymış gibi yâd edebiliyorsa canlıdır. Biz hatıra oluşturamıyoruz, deneyim oluşturamıyoruz, bir şeyi tam manasıyla, ruhumuzu onun içine gömerek tecrübe edemiyoruz. Bu da bizi köksüz ve öksüz, ve hayata karşı ümitsiz bırakıyor.
—————————————-
Sayar: Albert Camus’nün Düşüş diye bir kitabı vardır. Orada yıllar önce okuduğum bir cümle hiç aklımdan çıkmaz. ‘Geleceğin tarihçileri, modern insanı tarif etmek için iki kelime kullansalar kâfidir: Çiftleşirdi ve gazete okurdu.” Bir insiyakımız cinsi yönelimimizse diğer insiyakımız da enteresan bir şekilde içimizdeki enformasyon boşluğunu doldurmak. Onu da günümüz insanı gazeteden, internetten, televizyondan elde etmeye çalışıyor; fakat bu aldığımız bilgi aslında mahumat, yani bilgi bile değil. Hepimiz malumat obezi oluyoruz. Malumatla şişiyoruz ve çözüm üretemediğimiz bir sürü dertle karşı karşıya kalıyoruz. Bu da bizi hayata karşı yeis içinde, yılgın insanlar hâline getiriyor.
—————————————-
Ökten: Allah’ın halife olarak yarattığı ve dünyaya yolladığı bir ‘ınsana yeis yakışmaz. Zor sualler karşısında insanın yeise düşme ihtimali vardır. zaman zaman da düşebilir; ama Rabb’ı Teâlâ mutlaka ona çıkış yolu göstermiştir.

Sayar: Mutluluğun formülü olarak çok basit bir şey söylenir ruh biliminde: “Anları biriktirin, şeyleri değil. Yaşantıları biriktirin; çünkü yaşantılar size her zaman mihmandarlık eder. Fakat nesneler eskir, bozulur, çürür, demode olur.”

Ökten: Yine bir metaforik yaklaşım olarak söyleyeyim. Güneş semada neşe veriyor ama bazen bulutlarla da kaplanabilir. Fakat o zaman biz biliyoruz ki bulutların arkasında bir güneş var ve bulutlar rüzgârla süpürülecek. Bu metaforik bir yaklaşım, insan önce mecazlarla anlar hayatı, maddesel olarak anlar, sonra soyuta geçer. Bu bana çok büyük bir düstur olmuştur. Bulutlar var evet. şu anda hava kapalı sıkıntı var ama biliyorum ki güneş arkada.

—————————————-
Sayar: Hocam maarif sistemimizde şöyle bir eksiklik olduğunu gözlemliyorum: Mesela bir metni anlamak üzerine bir eğitim vermiyoruz. Çok sayıda öğrencimiz olduğu için maalesef bir eleme yapması gerekiyor devletin; bu elemeyi de test sınavlarıyla yapıyor. Test sınavı ise muhakemeyi öldüren bir şey. İnsanların okudukları metni anlamalarını, anlama kabiliyetlerini, oradan muhakeme yürütme kabiliyetlerini ölçmeyen bir sınavımız var. Hap şeklinde bilgi yahut matematikte işlem soruyoruz. Bu da gençlerin dille ünsiyetini biraz kırıyor gibi geliyor bana. Bir metnin labirentlerinde kaybolmayı, o metni müteradif manalarıyla anlamayı, dil lezzeti içinde kaybolmayı veya bedii sanatlarla uğraşmayı, bir resme bakarak o resimden ne anlamaları gerektiğini, bir hatta bakarak hat sanatından ne anlamaları gerektiğini unutuyorlar. Daha çok yarışmacı, herkesin birbirine dirsek attığı. öbürünü rakip olarak gördüğü bir sistem içinde büyüyorlar. Bu da gençliğin neşesini öldüren bir şey.
—————————————-
Sayar: Pek çok aile evlatlarına değer aktarımı konusunda problem yaşadıklarını ifade ediyorlar. Bizim kendimizi ait hissettiğimiz değerler sistemiyle çocukların içinde bulundukları, onların kafalarını karıştıran, onlarda bir yönelim kaybına yol açan sistem ve değerler dizisi farklı.

Ökten: Bu endişeyi hisseden insanlar önce kendilerine baksınlar. Siz söylediklerinizi kendiniz yapamıyorsanız kimseden bir şey beklememelisiniz. Önce kendinize bakmalısınız. Bir Allah dostu buyurmuş ki, “Evladım, sen ne kadar gayret etsen Hâdî-i hakiki Allah’tır. Eğer o kalplere bir nur, bir hidayet indirmezse senin gayretin nafiledir.” Benim gördüğüm, ebeveynler olarak bizler zaaflarımızı saklıyoruz, saklayacağız da. Hiçbir itirazım yok. Ama kendimizden saklamayacağız. Bu benim zaafımdır, ben bunu yapamıyorum diyeceğiz. Hayatımızda o noktaya gitmemeye çalışacağız. Dua ve iltica edeceğiz, “Aman Ya Rabbi beni bundan muhafaza buyur.”

Benim gördüğüm o. Yapabildim mi? Kendi şartlarımda yapabildim kanaatindeyim. Yapamadıklarım da şüphesiz var. Onları da insanlara söylemem. Çünkü zaaf bize ait. Çok yakınlarımla paylaşırım. Allah’a iltica ederim her zaman. İnsanlara da niyazım, ya söylemesinler ya söylediklerini yapsınlar. Çünkü ufacık çocuk bile akılsız değil, görüyor. Ve çok saf olduğu bir başka gözle görüyor, sizi pat diye bir yere yerleştiriyor. Dua ile ve iltica ile, gayretle birçok şey çözülür çünkü insanların hepsinin iyiliğe meyli var. Hele bu çağda merhameti, şefkati, rikkati, dikkati arıyor insanlar. Bu bir enerji. Bu gücü dilerse size Allah veriyor.

—————————————-
Sayar:.. Zihnimizin prizmaları bize her şeyi kötü gösteriyorsa arıza bizdedir. İyi nazarla bakmayı bilmek gerek. Bir insanı hep iyilikle çağırırsanız. onun iyi taraflarıyla, iyi yönüyle yüceltip bunu kendisine hissettirirseniz o da iyileşmeye başlar.

Ökten: Telkin çok önemli bir şey bizde. Bu yüzden kötülüğü söylemezler, onu çağırmamak için; daima iyiyi dile getirirlerdi. Nefisleri okşamayacağız ama kötüyü de setredeceğiz. Çocuk büyütürken de yapmayacağımız şeyi söylemiyorduk, ama söylediğimiz şeyi de yapıyorduk. Burada anne babanın çok önemli bir rolü var, her ikisi de birbirine tutarlı davranış sergilemeliler. Babanın onaylamadığı bir duruma anne onay veriyorsa ya da annenin onaylamadığı bir şeyi baba onaylıyor ve anne yokken çocuğun o şeyi yapmasına izin veriyorsa bu, ciddi bir hasar bırakır çocuk üzerinde. Böyle şahsiyet yetişmez. En başta idare edilir ama çocuk 15-20 yaşına gelince artık idare edilemez bir hâl alır. Hele 40 yaşına gelince problemi hepten çözemez bir hâle gelirsiniz. O zaman çocuk, “Niye beni dünyaya getirdiniz?” diye isyan eder. Çünkü ona, sizi dünyaya biz getirdik diye anlatıldı. Takdir-i Hüda anlatılmadı. Ona çocukken, kader diye bir şeyin olduğu ve anne babanın, o çocuğun dünyaya gelmesinde sadece bir vesile olduğu anlatılsaydı, çocuk da bunu söylemeyecekti.

İnceleyin:  İbnü'l-Cevzi - Bir Alimin Günlüğü ''Alıntılar''

Sayar: Anne ve babanın aynı safta durabilmesi, aynı idealleri paylaşması lazım. Çocuğun radar sistemi o kadar hassastır ki, görüş ayrılıklarını hemen sezer ve oradan kendisine bir alan açar.

—————————————-
’Sayar:..Aslında bir evi var kılan şey, orayı yuva hâline getirmek. Ev insanı, dış dünyanın tekinsizliğinden koruyor. Ev, sığındığımız. iltica ettiğimiz, yakınlık hissini alabildiğine yoğun yaşadığımız ve bizi dış dünyaya bırakmadan önce yeniden şarj eden, bizi onaran, tamir eden yer demek. Evde aynı sofranın nimetlerini paylaşıyorsunuz, duanızı yapıyorsunuz. Bütün bunlar apayrı, ruhani bir iklim yaratıyor bir evin içinde.

Ökten: Biz dini hayatın içinde öğrendik. Yemek yerken, sohbet ederken, büyüklere hizmet ederken… Bize din ayrıca öğretilmedi. Sohbet içinde çok yumuşak bir geçişle güncele bağlayarak Siyer-i Nebi anlatılır yemek esnasında ve bir anda kendimizi Medine-i Münevvere’de yahut Mekke-i Mükerreme’de bulurduk. Sofra adabı erkânı aslında Osmanlı’nın edebi; ama sonra gördük ki, bu ehl-i sünnet ve Cenab-ı Resulullah’ın edebi. Adım adım gelmiş, bir biçime bürünmüş burada. Bu hizmeti biz severek, isteyerek, benimseyerek yapıyorduk çünkü bizden hizmeti alan insanlar da bize merhamet ve şefkatle bakıyorlardı. Mesela eve bir misafir gelmiş abdest alacak ben ona havlu tutuyorum. 8-10 yaşında bir çocuğum o zamanlar ama o zat bana öyle bir iltifat ve dua ediyor ki, ben öyle bir iltifatı hayatım boyunca duymamışım.

—————————————-
‘ Sayar: Nurettin Topçu’nun bir sözüyle devam edelim, diyor ki: “Insanlığın imdadına koşmamdaki sebep zekâ ve mantık yollarıyla halledilemez. Bu, ilahi bir harekettir ve koşan insan bunu Allah’ın emriyle yaptığını hisseder gibidir. Böyle bir merhametin hamlesiyle koşmada ise Allah’a doğru koşmanın zevki duyulur.” Elimde Ayhan Yücel’in, Sevincini Bulmak adlı kitabı var oradan bir alıntı yapacağım, beni çok etkiledi: “Eğer bir insanın hayatından daha kıymetli bir şeyi yoksa, onun hayatının da bir kıymeti yoktur.” Bu da çok sert bir söz. Yani hayatın ışığı, sadece bu dünyada yapıp ettiklerimizden ibaret değil, ötelerden bir ışık düşmesi lazım ömrümüze, ruhumuza…
—————————————-
Ruhun ebediyete temas ettiği ve kendini sonsuzun bir parçası olarak algıladığı anlarda manevi bir haz yaşarız. Varlık insanla mukayyet değil, beden çürüyecek, ölecek ama ruh sonsuza kadar kalacak ve akıp daha büyük bir bütünün parçası olacak. Dolayısıyla ruh. ancak oraya akmakla anlam bulacak bir hayatı 0 vecd anında yeniden tecrübe ediyor. Manevi haz, ruhun ölümsüzlüğünü yeniden tattığı andır bir nevi.
—————————————-
‘Ökten: Biliyorsunuz her varlık zıddıyla kaim. Kalbin zıttı akıldır. Aklı da iyi kötü konuşmaya çalıştık; onu bir de “kalp medeniyeti” bağlamında tekrar ele alalım. Akıl sadece egonun emrinde olmakla kalmaz. Akılla şöyle lojik bir dünya çizebilirsiniz: Bu dünyada birtakım kurallar var; mesela hukuk kuralları soyut kurallardır ve her kural bir bağlayıcılık ifade eder ama her hadise kendi başına somut bir hadisedir. Bağlayıcı olan o soyut kuralı, somut hadiseye akıl vasıtasıyla uyguladığınız zaman o somut hadisenin insani boyutunu göz ardı etmiş olursunuz. Hâlbuki kuralı koyan rasyodur. Kural sabittir, değişmez; somut hadise ise insani bir hadisedir.

Ben bunun da ötesine de geçmek istiyorum. Bir Müslüman olarak düşündüğümüz zaman insan ilişkilerinin dışındaki olaylar, mesela en basitinden tabiat hadiseleri, fiziki boyutla algıladığımız ‘ zaman çok soğuktur ama manevi boyutuyla düşündüğünüz zaman çok güzel ve hoştur. Yağmur yağıyor bunun fiziksel bir izahı var; ama aynı yağmura bir Müslüman rahmet nazarıyla bakıyor. Neden? Çünkü dirilticidir, Allah’ın koyduğu kanunlar neticesinde yağmur, ölü bir toprağı diriltir. Dolayısıyla akıl, sadece egonun emrinde değil, egonun emrinin dışında, onun daha üstünde bir rasyonel, bir başka akıl bu. Akıl kendi dar bünyesine uygun davrandığı zaman, etrafımızdaki gerek insani gerek insan dışı tabiat hadiselerini yorumlarken, bir manada onların içindeki manevi ve duygusal boyutu göz ardı etmek mecburiyetindedir. Çünkü ona, manevi olana karşı kendi başına bir yeteneği yoktur. Bu noktadan baktığımızda insan dediğimiz varlığı, bir Müslüman olarak söylersek Allah’ın lütfu olarak; seküler olarak söylersek bir varoluşsal realite olarak görürüz.İnsanın bir başka niteliği de, kalbinin hükümran olduğu duygusal alan.

—————————————-
’Cenab-ı Rabbü’l âlemin’in var ettiği insan, O’nu kemaliyle bilmekle mükelleftir. Bildiği anda insan olarak varlık sahnesine çıkar. Elbette tam manasıyla O’nu bilmemiz mümkün değil çünkü O, bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh.
—————————————-
’Sayar: İnsan için hep “homo religiosus” denir: Tapınan varlık. İnsan anlam arayan bir varlıktır ve o anlamı bulamadığında yeise düşer.

Ökten: İnsanların aklın çizdiğinin ötesinde bir şeye ihtiyacı var. Hayat bize bunu fısıldıyor zaten. Bu bir fantezi değil. Hayat rasyonalitenin sınırları içine girmeyecek kadar zengin ve güzel.Akla çok saygı duyuyorum, büyük nimet ama hayat çok daha başka bir şey.

—————————————-
Ökten:..
Ne kâhrı dest-i a’dâdan’, ne lütfu âşinâdan bil.
Umûrun Hakk ‘a tefvîz et,Cenab-ı Kibriyâ’dan bil.

Yani diyor ki: “Ne kötülüğü düşman elinden ne de iyiliği dosttan bil, işlerini Allah”a havale et, hepsini Cenab-ı Hakk’tan bil.” İşte bu beyitler iyi bir hayatın reçeteleri. Yüzyılların bilgeliği. Resul-i Kibriya Efendimize dayanıyor, hayat oradan aşağı doğru akıyor. Her toplum bu bilgeliği, bu irfanı kendi diline, kendi yaşadığı örfe göre biçimlendiriyor; ama hikmet aynı. Bilgelerimiz de gönül sultanlarımız da o menbadan besleniyorlar. Bu irfanın bizdeki karşılığı ise gönül ferahlığı. Ecnebiler bizdeki gönül ferahlığının nereden geldiğini merak ediyor, “Bu nasıl bir psikoloji? Bu adam fakir bir memleketin çocuğu ama nasıl mutlu olabiliyor?” diye soruyorlar. İşte bu mutluluk pınarı, o kutlu menbadan çağlıyor. Hayat bir savaşsa eğer, biz türkü söylemeliyiz. Esbabına tevessül edeceğiz. Veba’yı okumuştum ben, çok mühim bir romandır. Vebanın nasıl geldiğini ve nasıl gittiğini adam anlamıyor. Anlamaz tabii çünkü o bir kader. Büyük şair Necip Fazıl diyor ki:

Akıl, olmazların zoru içinde
Üst üste sorular soru içinde.

—————————————-
’ Sayar: İyi hayat, yetinmeyi, iktifa etmeyi bilmektir diyebiliriz belki. Modern insan, kendini kamçılayan bir varlık, iyi hayatın başka yerde, kendisinin olmadığı yerlerde olduğuna inanıyor. Hep bir hâlden şikâyet durumu var. Geçtiğimiz günlerde, yaşı artık 70’e ulaşmış bir beyefendiyle konuşuyordum, bana bir Allah dostunu anlattı ve dedi ki: “Bir defa bile şikâyet ettiğini görmedim, hep kulluk hâli ve bilinci içinde yaşıyordu.” Bu hâl bana çok uzak bir hedef gibi geliyor fakat bunu ne kadar yakalayabilirsek galiba o kadar şâdî olacağız dünyada. Resulullah Efendimiz de hiç müşteki olmamış. İnsanın bulunduğu hâlden şikâyetçi olması aslında insanı zehirliyor.

Ökten: “Allah’ın kuldan razı olması kolaydır evladım, kulun Allah’tan razı olması daha zordur,” buyrulmuştu. Sana verilen şeyden razı olmayıp şu şöyle olsaydı dediğin zaman rıza maksudu kaybolur. Bazıları kendi için dua edemez, sadece ümmet için dua ederlerdi.

—————————————-
’Sayar: Hocam psikolojik sıkıntıların önemli bir kısmı insanın değiştiremeyeceği şeyi değiştirmeye çalışmasından kaynaklanıyor. Karı koca kavgalarına bakıyorsunuz, kadın kocasının istedığı gıbi olmamasından, erkek de karısının kendi istediği gibi olmamasından şikâyetçi. Onu kendiliği içinde, kendi biricikliğiyle kabullenip sevemiyor. Eldekini sev, onun sevilecek taraflarını keşfet, kafanda bir hayal büyütme, şöyle olsaydı onu daha çok severdim deme.
—————————————-
’Sayar: Katı seküler hayatta gayb âlemi diye bir şey yok hocam.

Şafak vakti henüz sökmeden, bir insanın uykusunun en tatlı yerinden uyanıp soğuk suyla abdest alıp sabah namazına durması pek rasyonel bir edim gibi gözükmüyor. Yahut sıcak bir günün çoğunu ekmeksiz, susuz geçirmesi pek rasyonel bir edim değil; çünkü insanın zihnî ve fiziki verimliliğini düşürebilir. Cenab-ı Allah bir alışverişten bahsediyor, bir şeyleri vererek daha yüksek şeyleri aldığımız bir alışveriş bu. İnanmış bir insan, kısa vadeli çıkarlardan feragat ederek aslında daha büyük bir şeye talip oluyor. Uykusundan feragat ettiği zaman, Allah’ın rızasına talip oluyor. Modern insanın anlayamayacağı, daha büyük bir alışveriş yapmış oluyor sanki. Postmodernist Çağ’ın temel sloganı ise, “Anything goes.” Her şey mübah görülüyor, kimse kimseyi kınamıyor, hakikat diye bir şey yok. herkes kendi hakikatini üretmekle memur. Böyle korkunç bir görecelik buhranı içinde bırakıyor bizi.

—————————————-
Ökten:..İnsan kötülüğe meyletmesin diye Cenab-ı Allah iyiliğin neşrini, kötülüğün de setredilmesini emreder çünkü insanın kötülüğe de meyli vardır. Dolayısıyla iyiliğe meyletmek için iyiliğin neşrolması, kötülüğe meyletmemek için de kötülüğün setredilmesi lazım.

Sayar: Hocam hep söylenir ya, insan etrafındaki beş kişinin ortalamasıdır diye. İnsan etrafında bulundurduğu, seçtiği dostlarının bir ortalamasıdır gibi bir varsayım var. Kendi etrafımıza iyi insanları seçmemiz lazım ki bizim ortalamamız iyi olsun. Zaten bizim geleneğimizde hep iyi dost üzerinde durulmuştur. İyilik yapmak, iyiliği görmek, başkasında iyilik yönünde hareketi görmek bızdeki iyiliği de kamçılıyor. Bununla ilgili psikoloji deneyleri var. Mesela bir insan bir başkasının merhametli, erdemli davranışını gördüğü ve duyduğu zaman hemen içinde erdemli davranma iştiyakı beliriyor. Bizse bugün hep kötü haberleri görüyoruz. Bunlar bazen de öyle arka arkaya veriliyor ki bütün ülkenin morali bozuluyor. Sanki her şey çok kötüye gidiyormuş, hiç iyilik kalmamış, bir barbarlar topluluğuna düşmüşüz gibi bir algı yaratılıyor. Benim naçizane fikrim hep iyilik haberlerini ön plana çıkarmamız gerektiği hususunda.

—————————————-
Ökten:..İnsanın mutlaka bir kutsala ihtiyacı var. Hümaniteyi okuduğum zaman şunu gördüm; hümanite insan sevgisi falan değil, doğrudan doğruya insanın tanrılaştırılması. İnsan, Tanrı’yla eşdeğer, zaman zaman da deist anlayışa göre dünyada Tanrı’nın yerine geçiyor. Bir kitap çeviriyorum, filozofların kendi dillerinden alıntılar var. Şöyle diyor: “Tanrı mükemmel bir dünya yarattı, kuralları koydu ve bu dünya bir saat gibi işliyor. O zaman şu anda Tanrı’ya gerek yok. Yerine insanı bıraktı.” Hümanizm işte bu. Dolayısıyla bu resim üzerinden Batı’yı okuduğum zaman, bir sonraki aşamanın vahşi kapitalizm olduğunu öngörebiliyorum. Ben eski zamanda dostlarla konuşurken şunu söylerdim: Sanayi Devrimini biz yapamazdık, bunu Garaudy de söylüyor. Biz kalp devrimini yaptık. Kalp devrimi devam ediyor. Kalpleri dirilten, kalplere ruh üflenen zamanı hatırlatan o devrimi yaptık.
—————————————-
Ökten:Bencillik artınca, egoizm artınca iyilik azaldı. Hodbin insanlar, kendilerini sevmeye başladılar. Bu en kolayıdır ve içgüdüseldir aslında; her insan kendisini beğenir ve sever ama herkes ben deyince ötekine olan yaklaşım azaldı. Hâlbuki kalbin kendisinden başkasını sevmeye ihtiyacı var. Oysa zenginlik kalp içindir. İnsanın sevilmeye ihtiyacı var. Hani şarkıda geçiyor ya, “Sevmek mi güzel sevilmek mi?” diye. Kendinizi severseniz o size sadece bir ihtiras olarak dönüyor. Etrafınızdaki dost halkası, size yakın insanlar, sizi düşünen insanlar, size hoş nazarla bakan insanlar azalıyor. sonra hiç kalmıyor.

İnceleyin:  Soren Kierkegaard - Evliliğin Estetik Geçerliliği (Notlarım)

Biz küçükken nazarın ehemmiyetini, hoş nazarla etrafa bakmamız gerektiğini bize söylemişlerdi. Belki başlangıçta kendinizi sevdiğiniz için birtakım maddi imkânlara kavuşuyorsunuz. bunu reddedemeyiz. Daha rahat yaşıyorsunuz, istediğiniz şeyleri yapabiliyorsunuz ama giderek içinizde manevi bir boşluk, sevgi boşluğu oluşuyor. Bunu, iyiliğin size karşı dönmemesinden anlıyorsunuz. Bencillik beşerin tabiatında var ve olması lazım ama bir yere kadar. Onun kontrol altında tutulması gerekiyor.

—————————————-
Ökten: Ruh bir teselli arıyor ama dost bulamıyorlar. Oysa ne diyor Niyazi Mısrî:

Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu
Ben taşrada arar idim ol can içinde can imiş.

Huzur azalmaz çünkü huzurun kaynağı biz değiliz. İçimizdeki o dinginliği, o rahatlığı, o stabiliteyi, istikrarı Allah veriyor bize. 0 yine gelir, hiç endişe etmeyelim, yeter ki kendi içimizdekiyle dost olalım…

—————————————-
Ökten: Büyüklerimden şunu öğrendim: Her nesneye ve her insana ayrı bir hilmiyetle bakacaksın,talebeye bakarken hilmiyet içinde, ciddiyet yüzünde olacak. Talebe biraz sıkıştığı zaman o hilmiyeti fark edecek, bunu baştan gösterirsen talebe hocayı ciddiye almaz. Peder ciddi bir muallimdi ve bunun çok üzerinde dururdu, derdi ki: “Talebeye karşı ciddiyet ve vakar dışında ama hilmiyet içinde olacak.”

Bizim medeniyetimizde nezaketin temeli Peygamber Efendimizdir. Onun insanlara bakışını, insanlara yaklaşımını, çocuklarıyla, eşleriyle, ashabıyla olan münasebetini kendimize örnek alacağız. Biz, toplum olarak kapitalist şehir hayatını yeni deniyoruz, daha evvel biz kapitalist bir hayat yaşamıyorduk, devletçiydik. Şimdi Batı’nın ürettiği ve kurallarını koyduğu, o kuralları işler hâlde tuttuğu şehir hayatını biz yeni yeni deneyimliyoruz. Hayatta her şeyin bir faydası,bir de maliyeti var. Bu maliyet analizini ekonomistler çok iyi yapıyorlar. Bu hesap hep maddi fayda üzerinedir. peki bunun manevi faydası nedir? Bunu hiç düşünmezler çünkü onlar da kapitalist gözle bakarlar hayata.

—————————————-
Ökten:Her insan fıtrat olarak, güzel bir çift söze, yumuşak baksa,tebessüme, tatlı bir ses tonuna muhtaçtır. Cenab-ı Allah, ilahlık iddiasında bulunan Firavun’u uyarmak için Hz. Musa’yı gönderdiğinde ona şöyle vahyediyor: Ona yumuşak söz so’yleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar. Dolayısıyla peygamberler ve velîler, tatlı dile ve güzel mekânlarda, güzel insanlarla olmaya çok ehemmiyet gösterirler.
—————————————-
Ökten:Size bir ayna tutulduğunda, bilin ki sizin aynanız da karşı tarafa tutulmuş demektir. Ve iki paralel aynanın arasına bir ışık koyarsanız ışık sonsuz defa birbiri içinde aksedecektir. Dolayısıyla insan var olmak için mutlaka bir başka aynaya ihtiyaç duyar. 0 ayna da dosttur.
—————————————-
Sayar: Bir başkasında kendimizi seyredeceğimiz, kâinata baktığımız zaman yaratılıştaki güzelliği seyredeceğimiz aynalar görmek yerine, sadece kendi suretimizi gösteren mücessem aynalara ihtiyaç duyuyoruz. Günümüzde her yere aynalar koyuyoruz. Böyle bir edep, erkân var mıydı hocam?

Ökten: Gece aynaya bakılmaz idi. Kendi hayalinizden korkarsınız diye. Tabii önceden ayna bu kadar yaygın değildi, esas hadise gönül aynasıydı. İnsanlar o aynayı bir başkasının yüzüne tuttukları zaman ondan bir akis, bir yansıma kendi gönlüne düşüyor mu düşmüyor mu ona bakıyorlardı. Çoğu kez de bir yansıma düşüyordu; çünkü insanlar karşısındaki insana kendisine verdiği değer nispetinde bakıyordu. Bu, o insanın dünya üzerinde sahip olduğu statüden bağımsız bir değerdir. Mademki bizi aynı Allah yarattı. aynı ruhtan ruh üfledi, her birimize ayrı bir kader çizdi. o hâlde ben bu insana bu nazarla bakmak mecburiyetindeyim.

—————————————-
Ökten:..İnsana, zihinsel ve mantıksal birtakım kuralların verildiği gibi, hâlden anlama kabiliyeti de verilmiştir. Bu yeteneği geliştirebilirseniz yaşamdan zevk alırsınız; geliştirmezseniz çok müreffeh bir hayat yaşasam da ondan bir zevk almazsınız. Bunun için de biraz yavaşlamalı, daha dikkatli, rakik, yani duygusal düşünmeli, karşınızdaki her insanın, yaşadığınız her vaktin size bir emanet olduğunu unutmamalısınız. Mülaki olduğunuz her insan size bir emanet; babanız, anneniz, eşiniz, evlatlarınız, torunlarınız, dostunuz, mektep arkadaşlarınız, iş arkadaşlarınız, mahalledeki kişiler… Hepsi aynı Allah’ın kulu. Hepsine aynı ruh üflenmiş. Hepsinin kaderini Allah çizmiş. Öyle muhteşem bir resim ki bu… Her gün bugün ne olacak diye kalkıyorsunuz. Bu sabah kahvaltı yaparken bizim evden gökkuşağı göründü, bir anda bütün dünya değişti sanki. Semada muhteşem bir kemer; ama o da her şey gibi bitiyor. Bir nihayeti var…
—————————————-
Sayar: Ben Batı Ataşehir’den bir misal daha vereyim. Restoran işletmecisi bir danışanım vardı. Daha önce geleneksel semtlerde bulunmuş, sonra gelmiş orada dükkân açmış. Dedi ki: “Buradaki insan profili tamamen farklı, insanlar birbirlerine karşı daha sert, göz teması kurmuyorlar. Kolayca birbirlerini tehdit olarak algılıyorlar ve birbirlerine çok kaba davranıyorlar.”

Hocam işte mekân da insanı üretiyor. Desmond Morris, İnsanat Bahçesi diyor ya buna. İnsanları bir yere gereğinden fazla sıkıştırdığınızda, metrekare başına çok sayıda insan düştüğünde bir süre sonra yanımızdaki yöremizdeki insanı bir rahmet, bir esenlik vesilesi değil, bir tehdit olarak görmeye başlıyoruz. Sıkışma, insanın insanı yar ve yaren olarak değil, düşman olarak görmesini beraberinde getiriyor. Onunla beraber de saldırganlık, öfke, tecessüs duygusu, bir başkasının hayatını merak etme hissiyatı artıyor.

—————————————-
Ökten:Sadece kitaba bakarak fikir ortaya çıkmaz. İslamî nokta-i nazardan söyleyeyim: Eğer sadece kitapla bir şey olsaydı. Cenab-ı Allah peygamberleri yollamazdı. Çok mantıksal bir hadise bu. Bizim cinsimizden, bizimle beraber oturan, kalkan, yiyen, içen, ticaret yapan, savaşa giden, ıstırap çeken insanlar yolluyor Cenab-ı Rabbü’l-Alemin. Ve bir de kitap yolluyor onlarla beraber. Uygulamayı bizim görmemiz lazım. Onun için bizim büyüklerimiz hâl ehli olmayı tercih ederlerdi, kâl [söz] ehli değil. Yani ailelerde, mahallelerde, şehirlerde, kıraathanelerde, camilerde, eski zaman tekkelerinde birtakım büyükler vardı; onlar, oturmasını, kalkmasını, selam alıp vermesini bilen hâl ehli insanlardı. Büyükle büyük, küçükte küçük olurlar, nerede nasıl davranması gerektiğini bilirlerdi.
—————————————-
Ökten: Mahir İz Hoca’nın Selam makalesi vardır. Aman Ya Rabbi o kadar güzel ki, herkesin okuması lazım, özellikle de çağımızdaki insanların. Herkese üslubuna, usulüne göre selam veriliyor. “Selam bir emanettir, selamı ziyan etmeyin,” buyuruyor Hoca. İnsan da bir emanettir dolayısıyla emaneti ehline tevdi edeceğiz. “Pazarcı esnafına ‘Pazar ola’, eğer biri balık tutuyorsa ‘Rast gelsin” diyeceksiniz. Selamda iki tane mühim mesaj vardır, birinci mesaj şudur: Müslüman, diğer bir Müslümana selam verdiği zaman, ‘Benden yana sana bir zarar gelmez’ demek ister [başkalarından da sana zarar gelmesin]. İkinci mesaj ise şudur: Müslüman gayrimüslime selam verdiği zaman. ‘Ben senin için hayır niyazda, hayır dilekte bulunuyorum, senin için nötr değilim,’ demek ister; çünkü o da aynı Allah’ın kuludur. Seni yaratan Hâlık tektir. O’ndan gayrısı yok. Gün olur o gayrimüslim de bir kelime-i şahadet getirir, senin önüne geçiverir.” diyordu Hoca. Hiç büyütme diyordu kendini. İşte bunlarla büyüyen bir çocuk böyle oluyor.Saçı sakalı ağrıyor; ama hâlâ bunları söylüyor. Ne desin?
—————————————-
S.Ökten:..Merhum Turgut Cansever bir şehirli, aynı zamanda bir kültür, medeniyet adamı, sanatkâr ve bilge bir düşünür idi. İnsanî bir şehirden bahsederken diyordu ki: “Bir şehir, yürüme mesafesi içerisinde olmalı ki bütün ihtiyaçlarınızı temin edebilesiniz.”

Kuzey Avrupa şehirlerinde gördüğüm için,yürüme mesafesine ben bisikleti de katıyorum. Bir baştan bir başa en çok iki kilometre olan bir kare düşünün. Bunun içerisinde bütün ihtiyaçlar mevcut; daha mübrem ihtiyaçlar için de tramvay veya tren var. Böyle yaptığınız zaman o şehirde yaşama imkânı kolaylaşıyor insanlar için.

Hep söylüyorum, hatırlatmak babında tekrar söyleyeyim: Bizler beşer olarak, Müslümanlar olarak; tabiatla, âlemle, özellikle de toprakla, semayla ve suyla teması kesmemeliyiz. Gökyüzüne, semaya, arza baktığınızda, o yüce sanatçının eşsiz eserini, hayatı ve mematı görebilirsiniz. Suya baktığınızda hayatın kaynağını görebilirsiniz. Batı şehirlerinde de su vardır; ama orada fonksiyoneldir, işlevseldir. Bizde su, işlevsel olmakla beraber simgeseldir; çünkü hayatın kaynağı sudur. Akan çeşme, o çeşmenin kitabesi bizde bir simgedir.

“Akan su ziyan oluyor,” derler. Hayır, 0 su ziyan olmaz. Siz o suyu kirletmezseniz o su deveran eder. İnsan suyu kullanır; ama kirletemez, kirletmemesi de lazım. Eskiler, “Su gibi aziz ol,” derlerdi. Bu çok mühim bir dua. Niye? Çünkü hayatın kaynağı sudur da ondan. Ve cealna mine’l mâ-i külle şey-in Hayy, yani “Her Şey sudan hayat buldu,” diye buyuruyor Cenab-ı Allah.

—————————————-
Sayar: Batı toplumları çok fazla eşitlikçi olma vurgusuyla büyüyor ve varlıklarını bu kavram üzerinden devam ettiriyorlar. Dolayısıyla kimse, bir diğerinden bir şeyler öğrenebileceği, manevi olarak karşısındakinin kendisine bir şeyler verebileceği düşüncesine sahip değil. Bu da toplumun manevi gelişimini çok etkiliyor. Kimse bir başkasının dizinin dibinde oturmaya gönüllü değil; yani bir başkası manevi olarak benden daha üstün olabilir ve bana bazı şeyler öğretebilir, ben ondan bir şeyler öğrenebilirim duygusuna sahip değil. Bizim geleneğimizde ise tam tersine, bir büyüğün dizinin dibinde oturmak. rahle-i tedrisinden geçmek çok mühim değerler olarak karşımıza çıkıyor. Tabii bu durum da manevi ve irfanî olarak yıllarca coğrafyamızı beslemiş.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir