Bediüzzaman’ın Kurmaca Şahısları

bediuzzaman Bediüzzaman'ın Kurmaca Şahısları

Bunların başında “Haşir”deki kahraman gelir. Sabit bir kişiliğe sahip olan kurmaca şahısları gibi değildir, o sürekli değişen önü açık bir kişilik sergiler. Bediüzzamanın kahramanları sürekli değişmeye endeksli kişilerdir. Onlar bilgi ve gözlemleri arttıkça gelişir ve geliştikleri oranda eski kişiliklerini terk ettiklerinden memnun olurlar. Onlardaki değişimi izleyelim. Anlatıcı iki şahsa da aynı uzaklıkta durur. İkinci adamı anlatır:

“O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp, ya çalıyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyyet edip her nev i zulmü, sefaheti irtikab ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar.” (Sözler, s. 48)

Anlatıcı Bediüzzaman, ikisi arasındaki çatışmayı anlatır.

“Diğer arkadaşı ona dedi ki: Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belaya sokacaksın. Bu mallar miri malıdır. Bu ahali çoluk çocuğu ile asker ol- muşlar veya memur olmuşlar. Şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. Padişahın her yerde telefonu ve memurları bulunur. Çabuk git dehalet et, dedi.’ (Sözler, s. 49)

Anlatıcı diyalogları idare eder. Şimdi olumsuz kişi “opposite man” konuşur.”

“Yok miri malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men edecek hiçbir sebeb gör­müyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım” dedi. Hem feylesofane çok safsatiyatı söyledi, ikisi arasında ciddi bir münazara başladı.” (Sözler, s. 49)

Bediüzzaman gerçeklik yanılsamasını kullanır. Gerçeklik yanılsamaları hakikati bulmak için yapılan estetik kurmacalardır. Bunu ünlü edebiyat eleştirmeni Wellek söyler. “Haşir” boyunca bu gerçekle gerçeklik yanılsa­ması arasındaki mesafeden hakikat ortaya çıkar. Birinci şahıs, emin arkadaş Bediüzzaman’ın maskesidir, onun adına konuşur. Ama Bediüzzaman kurma­ca gereği maskeyi büsbütün yırtmaz. O konuşmaları idare eder, emin arkadaş demesi onu perde olarak kullandığını gösterir. Emin arkadaş ona der:               *

“Madem bu derece inad ve temerrüd edersin. Gel had ve hesabı olma­yan delail içinde On iki Suret ile sana göstereceğim ki: “Bir mahkeme-i kübra var, bir dar-ı mükafat ve ihsan ve bir dar-ı mücazat ve zindan var ve bu mem­leket her gün bir derece boşandığı gibi bir gün gelir ki bütün bütün boşanıp harab edilecek.” (Sözler, s. 50)

Emin arkadaş arkadaşındaki değişimi sürekli ona bakmasını, yorumla­masını telkin ederek başlatır.

“Bak bu gidişata icraata bak! (…) Bak ne kadar ali bir hikmet, bir inti­zamla işler dönüyor” (Sözler, s. 50)

“Bak had ve hesaba gelmiyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz matumat gösteriyorlar ki: Bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehaveti, hesapsız dolu hâzineleri vardır.” (Sözler, s. 51)

“Bak bu işler içinde görünüyor ki o misilsiz Zat’ın pek büyük bir şefka­ti vardır. ” (Sözler, s. 51)

“İşte gel bak, bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizatlar, depo­lar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki perde arkasında pek muhteşem bir sal- . tanat vardır” (Sözler, s. 52)

“Gel bir parça gezelim. Şu medeni ahali içinde ne var ne yok görelim” (Sözler, s. 53)

On iki suretin başları hep “Bak” fiili ile başlar. Suretlerin sonunda ser­sem arkadaş değişir, değiştiğini kabul eder.

“Şimdi ey arkadaş !Söz şenindir, söyle. Ne diyorsan de! -Ben ne diye­ceğim, da ha buna karşı bir şey denebilir mi? Gündüz ortasında güneşe kar­şı söz söylenir mi? Yalnız derim ki: Elhamdülillah. Yüzbin defa şükür olsun ki: Vehim ve hapis ve zindandan halas oldum ve inandım ki: Bu karmakarışık ka­rarsız misafirhaneden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır; biz de ona namzediz…” (Sözler, 58)

On İki Suret ten sonra sersem arkadaş kabullenir, haşrin kapısından içeri girer. Bundan sonra anlatıcı onu küçümseyen bir İfade kullanmaz. Kahraman artık öğrenmek için dinler, arkadaşıyla birlikte gittikçe yükselen bir bakış/ görüş, kabul, yorum zincirine takılır, bakış alanı geliştikçe düşüncesi de değişir- İki kahramanın bakış açıları sanki birleşmiş gibidir. Ama İkinci şahsın varlığı az da olsa hissedilir.

“Evet görünüyor ki şu alemde tasarruf eden Zat, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona burhan mı istersin? Her şeyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir. Görmüyor musun ki: İnsanda bütün aza, kemikler ve damarlarda, hatta bedenin hüceyratinda, her yerinde, her cüzünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hatta bazı azası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki: Nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor. Hem her şeyin sanatında nihayet derecede intizam bulunması gösteriyor ki: Nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor” (Sözler, s. 66)

“Ona burhan mı istersin, görmüyor musun ki?” cümlelerinde ikinci şah­sın varlığının devam ettiği görülür.

Hakikatler bahsinde ise yine anlatıcı ikinci şahsa “Bak” fiili ile yeni vaka­lar, olaylar, nesneler ve insanlar göstermeye başlar.

“Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikaye-i temsiliyede de­miştik. Bir adada bir içtima var… Biryaver-i Ekrem bir nutuk okuyor. Onun işa­ret ettiği hakikat şöyledir ki: “Gel Bu zamamdan tecerrüd edip fikren Asr-ı Sa­adete ve hayalen Ceziretül Araba gidiyoruz. Ta ki Resül -i Ekrem’i (AS M) va­zife başında ve ubudiyet içinde görüp ziyaret ederiz. Bak! O Zat nasıl ki Risa- letiyle hidayetiyle saadet-i ebediyyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusülüdür. Onun gibi ubudiyetiyle ve duasiyle o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennet*in vesile-i icadıdır” (Sözler, s. 70)

Beşinci hakikatte yine muhatabına “bak” diye hitap eder. “İşte bak!… O zat öyle bir salat-ı kübrada (büyük namaz) bir ibadet-i ulyada (yüksek ibadet) saadet-i ebediye için dua ediyor ki…” (Sözler, s. 70) “Bak, hem öyle bir mak- sad, öyle bir gaye için saadet isteyip, dua ediyor ki” (Sözler, s. 71) “Bak, hem öyle yüksek bir fizar-ı istimdadkârâne ile (yardım isteyen bir bağırtı) istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne (rica edercesine yapılan niyaz) ile yalva­rıyor ki” (Sözler, s. 71) “Bak, hem öyle Semi ve Kerim bir Kadir’den, öyle Ba- sir ve Rahim bir Alim’den saadet ve bekayı istiyor ki” (Sözler, s. 71) Bütün bu ” bak”lar ile Peygamberimizin kudsi ahvaline ve davranışlarına dikkat çeker.

Hakikatlerde “bak” fiilinin yerini “anlarsınki”ler almış olur. “Anlarsın ki: Şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-ı Kerim’i, onları Dar’üs Selam’a davet eder. * (Sözler, s. 74) “Hem anlarsın ki* dokuz defa tekrar edi­lir, bu ikinci şahsın değişimi için tekrar ile elde edilen bir “leitmotif” dir. Daha sonra tekrar edilen ise “Hiç mümkün müdür ki “leitmotif”idir. Bundan baş­ka tekrar edilenler “Hiç kabil midir ki”, “Hem zannetme ki”, “Hem hiç akıl ka­bul eder mi ki?”, “Acaba hiç kabil midir ki” Bu tekrarlar aklın etrafında dönen özel olarak seçilmiş vurgu cümleleridir. Bediizzman muhatabını değiştirir, de­ğişim süreci bakmak, görmek, düşünmek, fikretmek, akletmek, yorumlamak gibi kategoriler üzerine kurulmuştur.

“Haşir”de anlatıcı ve iki şahıstan başka bir de okuyucu metne dahil edil­miştir. Bu yenilik olan bir anlatım tarzıdır, postmodern bir anlatı tarzıdır.

“Ey şu risaleyi insaf ile mütalaa eden kardeş! Deme niçin bu Onuncu Söz’ü birden tamamiyle anlayamıyorum ve tamam anlamadığım için sıkıl­ma… Çünkü: ibn-i Sina gibi bir dahi-yi hikmet. Elhaşrüleyse ale mekayls -i ak­liye” “İman ederiz. Fakat “Akıl bu yolda gidemez” diye hükmetmiştir. Hem bü­tün Ülema-i İslâm: “Haşir bir mesele-i nakliyedir. Delili naklidir. Akıl ile ona gi­dilmez “diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçe­mez” (Sözler, s. 93)

Anlatıcının anlatı perdesinden başını çıkararak yorumlar yaptığı yerler de olur. Bahsin sonunda bütün yorumların Kur’ân’dan kaynaklandığını belir­tir.

“Mesele-i Haşrin başıdan buraya kadar temsil suretlerine ve hakikatle­rine dair olan beyanatımız, Kur’ân-ı Hakim’in feyzindendir. Nefsi teslime, kalbi kabule ihzardan (hazırlama) ibarettir. Asıl söz ise Kur’anındır. zira söz odur ve söz onun’dur. Dinleyelim” {Sözler, s. 91)

‘On Birinci Söz”de küçük kurmaca bir kâinat örneği olarak resmedilir. İki boyutlu hikâye vardır. Temsil kısmı, hakikat kısmı. Hikâye anlatıldıktan son­ra ikisi arasındaki bağlam, geçiş kısmında Bediüzzaman şöyle konuşur. “Ey arkadaş, hikaye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa, bak, hakikatin yüzünü de gör.” {Külliyat, s. 45) Sarayın melikini yazar tanıtır. Temsildeki ta­nıtma cümleleri ile hakikattaki tanıtma cümleleri farklıdır. Temsilin sırrı geniş tutulmuştur, hakikat ise bir bakış açısıdır. Temsil sır kelimesi ile karşılanır, sır zengin bir kelimedir. Tek anlamla sınırlanamaz. Bu zenginlik temsilin başın­da görülür.

“Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hâzineleri vardı. Hem o hâzinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli, pek acib defineleri varmış. Hem kemalatça sanayi-i garibede pek çok mehareti vardım. Hem hesapsız fünun-ı acibeye marifeti ihatası varmış. Hem nihayetsiz ulum-u bediaya ilim ve ıttılaı varmış” {Sözler, Külliyat, s. 44)

Bediüzzaman “temsilin sırrını anladıksa” diyerek sır üzerinde düşün­ceye teşvik eder. Açılan temsil ise yalnız yazarın zengin yorumudur.

Temsildeki şahıslar: Sultan, Yâver-i Ekrem (a. s. m.), ahali, birinci guruh, ikinci güruh

Anlatıcı ve okuyucu: “Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş”

Mekanlar: “Cesim ve geniş ve muhteşem bir kasır”/ “her bir taam ve n i- metlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini cami sofralar”/ “ziyafet i âmme”

Hikâyenin temsili kurgusu bu öğeler üzerine kurulmuştur.

“Yirmiikinci Söz”deki anlatım örgüsü ve şahıslar “Onuncu Söz”e benzer, turada bir anlatıcı iki de birbirine zıt şahıs vardır.

-Yirmi İkinci” sözün birinci makamı bir temsili hikâyedir.Kainatı karşılık anlamları ck olan bir temsili hikaye (tiyatro gibi ile temsil eder.

Kâinat bir perdenin arkasından seyredilir ve yorumlanır. Kahramanların biri Bediüzzaman’ın sözcüsü ve evren ve olaylar hakkında mantıklı yorumların sa­hibidir. O arkadaşının olayları anlayamayışına üzülür ve onu fikir ve düşünce anlayış olarak yükseltmek için çabalar. Hikâye bir yükselme sürecine göre he­sap edilmiştir. Teknik ve muhteva olarak yüksek niteliklidir.

Hikâyenin kötü adamı “öteki adam” diye isimlendirilmiştir. Bediüzzaman’ın birinci kişilerinin en önemli sorunları kozmik bilmecenin yorumlanmasıdır. Âyetü’l-Kübrâ’da birinci şahıs ilk defa gökyüzüne bakar, onun anlamını me­rak eder. Semavatın ve dünya memleketinin mahiyetini ne olduğunu anlama­ya gayret eder. O da bu dünya memleketine gelen bir misafirdir. Dünyayı ga­yet keremli bir zatın ziyafet yeri, gayet sanatlı olarak yapılmış sanat eserleri- nin gösterildiği bir galeri, teşhirgah, ordugah, talimgah, hepsi orijinal olan olay-ların bulunduğu hikmetli bir yorum yeri olarak görür. “On Birinci Söz”de yine gaye “hikmet-i alemin tılsımı ve hilkat-ı insanın muammasını çözümlemektir. ‘ “Onuncu Söz”de alemin içindeki sembolik ipuçlarından bir başka alemi zorunlu kılan yorumlar çıkarır birinci şahıs. Anlamayan, kabul etmeyen, düşünmeyen arkadaşını inanca davet eder.

“Ya hu şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir, (sultanın garip, görülmemiş, orijinal sanat­larının teşhir yeri yani galeridir) Hem muvakkat (geçici) temelsiz misafirhane­lerdir. Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider kaybolur. Daima dolar boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek. Bu ahali başka ve daimi bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükafat görecek” (Sözler, s. 49)

Bediüzzaman’ın öğretisinde en önemli sorun kozmik muammadır. Ve bu muammanın karşısında ikinci büyük muamma olan insandır. İnsan o bil­mece olan evrenin sırrını açan anahtara sahiptir, ama anahtarı yani kendisi keşfetmesi gerekir, şayet bulursa sırrı çözecektir.

“Alemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıla­rı zahiren (görünüşte) açık görünürken hakikatte kapalıdır. Cenab-ı Hak emanet cihetinde İnsana ene namında öyle bir miftah (anahtar) vermiş ki, alemin Utun kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallak-ı Kâinatın künuz-ı mahfiyesini (gizli hâzinelerini) onunla keşfeder.” (Sözler, s. 240)

Bediüzzaman kozmolojisi herkese hayret verecek bir genişlikte ve de­rinliktedir. insan benini yorumlayan eğitim bilimciler, sosyologlar ve pisoko- loglar onu böyle çok yönlü bir araç olarak değil, sadece hayatı besleyen bir cinsel motor olarak görürürler.

“Yirminci Mektup”un İkinci Makamı yine kozmik esrarın ayrıntılı tab­lolar zinciridir. Burada daha özel anlamlar gündemdedir: Kâinatın misafirha­ne, temaşagah, seyrangah olduğu anlamlarının arkasında daha derin ve ge­niş mânâlar takib edilir. Temel hareket kâinattaki faaliyeti gittikçe yakınlaştı- rılan bir kamera vasıtasiyle ayırtılar içindeki Esmayı göstermektir. “Şu kâinat yüzünde hususan zeminin sayfasında gayet muntazam bir faaliyet görünü­yor…. Biz gözümüzü açtıkça kâinat yüzüne nazarımızı saldırdıkça en evvel gö­zümüze ilişen, amm ve mükemmel bir nizamdır ve şamil hassas bir mizan- dır…. Ferşten Arşa, seradan Süreyya’ya, zerrattan seyyarata, ezelden ebede kadar her bir mevcut, semavat ve arz, dünya ve ahiret her şey Onun mülkü­dür…

İnceleyin:  İnsan ve Kainat

Yirmi İkinci Sözdeki temsili hikâye fantastik bir girişle başlar” Bir zaman iki adam bir havuzda yıkandılar. Fevkalade bir tesir altında kendilerinden geç­tiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki, acib bir aleme götürülmüşler” (Söz- 279) Havuzun, ne olduğu, niye kendinden geçirici olduğu, gözlerini aç­tıklarında onları başka bir ale me götürenin kim olduğu konusunda bir ipucu 1 yok. Bediüzzaman da bu konuda bir izah yapmış mıdır bilmem.

Asıl temsili hikâye ondan sonra başlar. Burada bir anlatıcı ve iki şahıs 1 görülür. Anlatıcı olarak Bediüzzaman iki kişisine de aynı mesafede durur. Ama I birleri birinci şahsın fikirleridir, İki şahıs arasında bir çatışma kurgulamış ve bu çatışma sayesinde fikirlerine gelişme alanı temin etmiştir. Birinci bölüm temsili hikâyedir.Temsili olması yüzünden çok yönlü anlaşılacak genişliğe sahiptir.Halbuki ikinci kısımda anlatıcı şahıslar perdesi arkasından değil perde­siz kendisi konuşur. Derinlik ve sanat olarak birinci kısım ikinci kısımdan daha zengindir, çünkü çok anlamlılık üretecek ipuçlarına sahiptir.

Haşrin suretler bölümü gibi bu bölümde de ikinci şahsa birinci şahsın telkinlerinin ana ekseni bakmak ve düşünmek üzerine kurulmuştur. Risale-i Nur iç gözlemlerde düşün, dış gözlemlerde bak fiili üzerine kurulmuştur.

Bölümün anahtar kelimesi “gizli el” dir. Bediüzzaman bir perdenin önünden, bir perdenin arkasını izah eder. Birinci perdeyi temsili hikâye ile kendisi kurmuş, ikinci perde ise evrenin metafizik perdesidir. Bu gizli el evre­nin metafizik perdesinin arkasındaki eldir. “Gel her tarafa bak, herşeye dik­kat et! Bütün bu işler içinde gizli bir el işliyor” (Sözler, s. 280) “ Gel bütün bu ovaları, bu meydanları, bu menzilerleri süslendiren şeyler üstünde dikkat et. Herbirisinde o gizli zattan haber veren işler var” (Sözler, s. 281) “Demek bü­tün gözün gördüğü ne kadar antika makineler var, o gizli zatın birer sikke­si hükmündedirler. Belki birer dellal birer ilanname hükmündedirler. ” (Söz­ler, s. 281) “Eğer o gizli zatı kabul etmezsen, bütün bu memleketteki taşında, toprağında, hayvanında, insana benzer mahluklarda, o zatın bütün hünerlerini, sanatlarını, kemalatlarını birer birer o şeylere vereceksin” (Sözler, s. 282)

“Öyle ise herbir nakış, herbir sanat, o gizli zatın bir ilannamesidir, bir hatemidir” (Sözler, s. 283) “Acaba bilir misin ki böyle garib bir gayb perdesin­den böyle acib ihsanatı, hedeyayı (hediyeleri) şu mahluklara uzatan zatı ta­nımamak, ona teşekkür etmemek ne kadar divanece bir harekettir. ” (Söz­ler, s. 286) “Hem de bak ki o gaybi zatın saltanatına, birliğine bütün bu şeyler şehadet ettiği gibi, öyle de kafile kafile arkasından gelip geçen, o hakiki per­de perde arkasından-açılıp kapanan bu inkılablar, bu tahavvüller, o zatın de­vamına, bekasına şehadet eder. Çünkü zeval bulan eşya ile beraber esbabla- rı dahi kayboluyor. ” (Sözler, s. 288) “Demek bu memleket bütün mevcuda- tiyle onun memuriyetini tanıyor. Onu gaybi bir zat-1 muciznümanın en has ve doğru bir tercümanıdır, bir dellal-ı saltanatı ve tılsımının keşşafı ve evamiri- nin tebliğine emin bir elçisi olduğunu biliyor gibi onu dinleyip itaat ediyorlar. ” (Sözler, s. 289)

İkinci şahıs, olumsuz kişilik gittikçe yükselen yorumlar ve deliller zincirinden sonra değişir hem de arınır ve ikisi arasında şu konuşma cereyan eder. İşte ey arkadaş aklın başına gelmiş ise, bu kadar kafi… Eğer bir sözün varsa, ‘ şimdi söyle. O inatçı adam cevaben dedi ki “Ben senin bu bürhanlarına karşı yalnız derim: Elhamdülillah inandım. Hem güneş gibi parlak ve gündüz gibi aydın bir tarzda inandım ki; şu memleketin tek bir Malik-i Zülkemali, su ale- min tek bir Sahib-i Zülcelali, şu sarayın tek bir Sani-I Zülcemali bulunduğunu kabul ettim. Allah senden razı olsun ki, beni eski İnadımdan ve divaneliğim­den kurtardın. Getirdiğin burhanların herbirisi tek başiyle bu hakikati göster­meye kafi idi. Fakat, herbir bürhan geldikçe, daha revnaktar, daha şirin, daha hoş, daha nurani, daha güzel marifet tabakaları, tanımak perdeleri, muhab­bet pencereleri açıldığı için bekledim, dinledim” (Sözler, s. 290)

“YirmiikinciSöz”ün İkinci Makam’ında yine birinci makamdaki şahsa hi­tap edilerek lem’alar başlatılır. Birinci kısımda olduğu gibi burada da “Bak” fi­li hareketi başlatır.

“Bak şu kâinat bostanına, şu zeminin bağına, şu semanın yıldızlarla yaldız­lanmış güzel yüzüne dikkat et!… Bak şu kâinat ı seyyalade, şu mevcudat-ı seyya- rede cevelan eden zihayatlara… Bak şu semavatın denizinde yüzen ve şu zemınin yüzünde serpilen rengarenk mevcudata ve çeşit çeşit masnuata dikkat et!

Bahsin bitiminde Bediüzzaman okuyucuyu da muhatab alarak bahsin Sonuçlarını onunla konuşur.

“Ey aklı hüşyar, (uyanık) kalbi müteyakkız (hassas) arkadaş! Eğer şu Yir- miikinci Söz’ün başından buraya kadar fehmetmişsen. (anlamışsan) On iki te­mayı birden elinde tut. Binler elektirik kuvvetinde bir sirac-ı hakikat (haki­kat güneşi) bularak, arş-ı azamdan uzatılıp gelen Ayat-ı Kur’ân’iyeye yapış, burak-ı tevfike (yardım atına) bin, semavat-ı hakaikte (hakikatların semava- tında) uruc et (yüksel) arş-ı marifetullaha çık…”

«Otuz İkinci Söz”ün Birinci Mevkıf’ında şahıs yine fiktif yani kurmaca bir Bahistir. Onu yazar “şahs-ı farazi” olarak isimlendirir. Yani kurmaca bütün olumsuzlukları kendinde toplayan biridir.

“Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi, umum enva-i ehl-i şir­kin ve küfrün ve dalaletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs far- zediyoruz. * (Sözler, s. 591)

Bu şahıs alemden bir mevcuda hakiki Rab olduğunu iddia etmekte ve onlar ile konuşmaktadır. Bediüzzaman burada karakterizasyonlarla kişinin muhataplarını kişileştirir ve konuşturur. Bir tiyatro eseri gibi temsil nitelikli­dir. Kendisi de bunu belirtir “Temsil libası giydirililmiş bir hakikattir.” (Söz/er, s. 600) Temsil, tiyatro demektir. Yani hakikat insanlar arasındaki konuşmala­ra göre tanzim edilmiştir.

İlk muhatabı zerredir, alyuvar, hücre, insan bedeni, insan nevi, zeminin elbisesi, yeryüzü, güneş, yıldızlar daha sonraki rastladığı kişilerdir. Yıldızlan dan biri ona bir şeytan yumruğu gibi tokat vurur ve şahsı cehennemin dibine atar. Burada anlatıcı, olayları konuşmaları idare eder. Anlatma perdesinin kul radarına riayet eder.

Bu temsili şahıs, tabiat lisanı ile felsefe diliyle, maddiyunları (materyalistler) dedikleri gibi, tabiat ve felsefe diliyle, felsefe ve tabiat lisaniyle, kör ta­biat ve serseri felsefe lisanı ile tabiiyyunların (natralistler) dedikleri gibi, esi bab namına, (sebebler adına) tabiat lisanıyla ve felsefe diliyle, esbab lisaniy­le, tabiat lisaniyle, şirk namına, şeytanlaşmış felsefe lisaniyle, mecusilerin del dikleri gibi, firavunlaşmış felsefe lisanı ile, esbab namına, şerikleri hesabına ve tuğyan etmiş felsefe lisaniyle, nücum-perest olan tabiiyyunların dedikleri gibi konuşur. Bediüzzaman tarih boyunca, felsefe ve düşünce tarihi boyunca bütün dalalet fikirlerini bilir ve isimlendirmelerde konuşmaların sahiplerini o asırların şaşkınlarının isimleri ile zikreder. Şu isimlendirmeleri yapmak bütün felsefe tarihine bilmeye dayanır.

Muhatab aldıkları kişilerden zerre (atom) hakikat lisanı ve Hikmet-i Rabbani diliyle, alyuvar, ona hakikat lisaniyle ve Hikmet-i İlahiye diliyle, hüc­re, hakikat ve hikmet lisaniyle, insan bedeni, hakikat ve hikmet diliyle, intiza­mının lisan-ı haliyle, insan nevi, hak ve hakikat lisaniyle, hikmet ve intizamın diliyle, gömlek ve haliçe hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle, küre-i arz hak namına hakikat diliyle, güneş hak namına hakikat lisaniyle, hlkmet-i ila- diliyle, hak ve hakikat namına ubudiyet lisanıyla konuşurlar.

Sözün diğer bölümlerinde şahıs değişik şekillerde varlığını devam ettirir.Bu sefer sorularla şüpheler doğurmaya çalışır.

“Bir yıldızın tokatiyle yere sukut eden elh-i şirk ve dalaletin vekili, zerre­lerden yıldızlara kadar hiçbir yerde zerre miktar şirke yer bulamadığımdan, o tarzdaki davadan vaz geçip, fakat şeytan gibi, vahdete dair teşkikat (şüpheler) yapmak için üç mühim sual ile ehadiyete ve vahdete dair ehl-i tevhide vesve­se yapmak istedi. ” (Sözler, s. 605)

Sorulardan da bir sonuç alamayınca işi itikad ve uygulama zemininden çıkararak mukaddes şeyleri düşünmemeyi öylece yaşamayı ister.

“Ben saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyat-ı medeniyyeti ve kemal-i sanatı kendimce ahireti düşünmemekte ve Allah’ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için, insa­nın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle şevkettim ve ediyorum. ” (Sözler, s. 632)

Bu yeni şahıs hayatta daha çok rastlanan bir şahıstır, çünkü insanların Çoğu küfrün, materyalizmin, tabiatperestliğin mahiyetini bilmez, onları dü­şünmeden bazlarının peşinde gitmeyi gaye edinir.

Bu iddiasına karşı da bir cevap alır.

“Biz dahi Kur’ân namına diyoruz ki “Ey biçare insan! aklını başına al! ehl-i dalaletin vekilini dinleme ! eğer onu dinlersen hasaretin o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir.” (Sözler, s. 632)

Şahısların tesbiti, konuşmaları, konuşmaların ilmi muhtevası, olay ör­güsü ile bir tasarım harikasıdır eser.

Bediüzzamanın eserlerinin şahıs örgüsü bir büyük tez olacak genişliktedir.

Bediüzzamanın tip veya karakterlerinin ana özelliği onların değişmekte oldukları, sabit kişilikler olmadığıdır. Onun kişileri anlatma metinlerinde durağan ancak gelişmeye adım atmış şekilde görünürler. “Otuzikinci Söz”ün birinci bölümündeki örnek şahıs, yeni bilgi ve gözlemlerle değişir, eserin sonunda artık başlangıçtaki adam değildir. “Onuncu Söz”deki şahıs da sürekli yeni sorularla bilgi dünyasını genişletir ve bahsin sonuda çok gelişmiş bir in- ‘ sandır. Âyetü’l-Kübrâ’da “Otuz Üçüncü” basamakta kişi en ideal boyutta bir sayyahtır, gözlemcidir. Modern tiyatro (Bediüzzaman tiyatrodaki gibi şahısla­rı konuştura konuştura geliştirir) da kişinin değişimini esas alır.

“İnsanın doğası hakkında bildiğimiz tek şey, onun değişkenliğidir. Bu üzerinde durmamız gereken bir niteliktir. İnsan doğasının değişmezliği, geliş- mezliği anlayışına dayalı sistemler başarıya başarıya ulaşamaz.” (Lajos, Eğri, Piyes. Yazma Sanatı, s. 90)

Bediüzzaman’ın eserlerindeki şahıs dokusq birkaç kitap olacak kadir ‘geniştir. O konuların gereğine göre kişiler üretmiştir.

O eserlerinin teknik kurgusunu Kur’ân’dan almıştır. Kur’ân’ın teknik kurgusu,

Şahıslar, olaylar, mekanlar, tasvir, yorum ve konuşmalardan oluşur.

Bediüzzaman’ın eserlerinde şahıslar

a- hakiki şahıslar

b- kurmaca şahıslar

diye iki kısma ayrılabilir. Onun eserinin canlı, devingen oluşu vaka ve şa­hıs üretmedeki uzmanlığından ileri gelir.

Bediüzzaman’ın eserlerindeki şahıslar şunlardan ibarettir. Hakiki şahıs­lar, Allah, Peygamberimiz ve peygamberler, ashab, büyük veliler ve asfiyalar- dır. İslâm tarihinin önemli şahısları, Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet, Mü­tareke Yılları, Cumhuriyet dönemi, Demokrat Parti dönemi yöneticileri, tale­beleri, kendisine zulmeden şahıslardır.

Gerçek şahıslardan biri de Şeytan’dır. Eserlerin vazgeçilmez kötü ada­mıdır, şeytan. İnsanlann itikadlarını genişletmek için bir muhalefet partisi gibi kurgulanır ve çalışır. Her şeye itiraz eder, ama cevap alınca da susmasını ve teslim olmasını bilir. “Onuncu Söz”de, “Otuzikinci Söz”ün birinci kısmında, ’Otuzbirinci Söz”de şeytan uslanır ve tevbe eder. “Kemal-i acz ve inkıyad ile vazife-i ubudiyetini takındı.” (Otuz İkinci Söz)

Kurmaca şahıslar, Bediüzzaman’ın eserlerinde en çok kullanılan şahıs­lardır. Eserlerini çarpıcı kılan onun eserlerindeki fiktif yani kurmaca olan kişi­lerdir. Bütün eserleri özellikle Sözler böyle onlarca şahıs ile doludur.

Kurmaca şahısların ikinci ve zengin kısmı, alemi oluşturan varlıklar, can­lılar, nesnelerdir. Âyetü’l-Kübrâ’nm başındaki gökyüzü, yeryüzü, bulutlar, dağ­lar, denizler, yıldızlar gibi coğrafya ilminin münasebetlerine dayandıkları can­sız diye bize öğretilen tabiatın azalandır. “Pencereler”, “Haşir”, Âyetü’l-Kübrâ ve daha birçok eserinde alemdeki kevniyat denilen varlıklar konuşturulur.

Onun eserlerinde marifet bahsinde hayvanlarda kullanılır. Kediler, ba­lıklar, kuşlar, kuşcuklar, tovuklar daha birçok hayvan güçleri oranında marifet pencereleri açarlar insanlara.

O bizim alıştığımız pesneleri ve aletleri de anlatımda kullanır, ayna, pencere, gözlük gibi. Ancak o nesneler bizim bildiğimiz anlamları ile sınırlı kullanılmazlar.

Prf.Dr.Himmet Uç – Bediüzzaman’ın Fikir ve Sanat Dünyasi,syf.149-161

Özetleme

Bediüzzamanın özetleme faaliyeti onun mukaddes dehasının en önem­li yönüdür. Bütün Risale-i Nur İhata edilmesi imkânsız bir İcmal faaliyetinin sonucudur. Filozofların ve ilim adamlarının hakkında yüzlerce kitap yazdığı zerrenin atomun hareketlerini Uluhiyyetin denetiminden kaçırması karşısın­da “Yirmi İkinci Söz”ün bir kısmı ile “Otuzuncu Söz”ün yine bir kısmında otuz sayfayı aşkın bir kısımda yüzlerce filozofun birbirini tekrar ettiği bu dalalet fikrini otuz sayfada darmadağın edip, şöhretlerini yıkar. Bu sapık fikre kili­seden yetişmiş papaz felsefeci olan Ray, Paley, Malthus, VVallace, Chalmers, Böyle ve Newton gibi alimler eğer bu otuz sahifeyi okumuş olsalardı Bediüz- zamanın Batı teoloji tarihinde baş köşeye yerleştirir ve onun heykelini kilise­nin Uluhiyyetinin onurunu koruduğu için mukaddes olarak saklarlardı.

“On Dokuzuncu Söz”de Peygamberimizin hayatını, davasını, psikoloji­sine devrini yüzlerce tarih kitabı ile anlatılamayacak bir bir icmal (özetleme) içinde anlatır. Her cümlesi yüzlerce tarihi olayla desteklenecek olsa koca bir dit tutar. Kişiliği konusundaki şu cümleler siyerlerin yüzlerce sahifede anlat­tıktan bahislerin anası olan cümlelerdir.

“Zatında gayet kemaldeki ahlak-ı hamidesi ve vazifesinde nihayet hüs­nündeki seceya-yı galiyesi ve kemal-i emniyeti ve kuwet-i imanını ve gayet it- ı minanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalade takvası, fevkalade ubudi­yeti, fevkalade ciddiyeti, fevkalade metaneti; davasında nihayet derecede sa­ldık olduğunu güneş gibi aşikare gösteriyor.” (Sözler, s. 308)

Hareket, çeşitlilik, neviler, değişme, başkalaşma gibi fiillerin mânâlarını izah etmek düşünce tarihinin ve bilimlerin en zor meselesi olmuştur. Genel anlamda dinin emirleri herkes tarafından kabul edilen kompirmeler türün- dendir. Ama fiillerin anlamları ve sonuçlan konusu çok az düşünürün içinden çıkabildiği konulardır. Peygamberimiz bu fillerin mânâlarını beşere ilk izah l edendir. Bunu Bediüzzaman ifade eder:

İnceleyin:  İslam Düşünce Geleneğinde Tabiat Tasavvuru; Bediüzzaman Örneği

 

“Hem o nur İle; kâinattaki hareket, tenevvüat, tebeddülat, tagayyurat; mânâsızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer mektubat-ı rabbaniye, birer sahife-i ayat-ı tekviniye (vücudi delillerin sahifesi), birer meraya-yı esma-yi ilahiye (Allah’ın isimlerinin aynaları) ve alem dahi, bir kitab-ı hikmet-i samedaniye (samedi bir hikmet kitabı) mertebesine çıktı­lar. (Sözler, s. 309)

Kâinat bir perdedir, arkasında çok acaib gerçekleri saklamaktadır. Bize gelen her şey bir perdenin arkasından gelmektedir. Meselâ Bediüzzaman “Bahar mahzen-i erzak bir vagondur gaibden gelir.” der. Bu kâinatın perde­si arkasındaki hakikatlerin ne olduğunu ancak perdenin arkasının sahibi ola­nın bir elçisi vasıtasiyle anlatılabilir. Bediüzaman Peygamberimizin bu mis­yonunu anlatır.

“Böyle acib ve muamma alud (sırlar ve gizlilikler ile karışık) şu kâinatın perde-i zahiriyesi (görünen perdesi) altında elbette ve elbette böyle acaib bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek böyle harika ve fevkalade müciznü- ma bir Zat lâzımdır. Hem bu Zat’ın gidişatından görünüyor ki: O görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor. Hem “Bizi nimetleriyle perverde eden şu se- mavat ve arzın ilahı bizden ne istiyor, marziyyatı nedir?” Pek sağlam olarak bize ders veriyor. Hem bunlar gibi daha pek çok merakaver lüzumlu hakaiki ders veren bu Zat’a karşı her şeyi bırakıp O’na koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken ekser insanlara ne olmuş ki; sağır olup kör olmuşlar, belki divane ol­muşlar ki, bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar.” (Söz- ler, s. 313)

“Yirmi Beşinci Söz”de Kur’ân’ın muhtelif yönlerini yirmi beş cümle ile tarif eder. Özetlemeler yapar. Bu özetlemeler hem Kur’ân’ın özeti, hem de kendi içinde veciz özetlenmiş cümlelerdir. Her cümle yüzlerce örneklerle an­latılabilecek mücmel ve veciz cümlelerdir.

“Kur’ân Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi. ” (Sözler, s. 478) idealist felsefe ve dinler kâinatı okunması gereken bir kitap olarak gö­rür. Allah’ın cisimleşmiş kitabı olan bu kâinatı okuma konusunda düşünen insanlar farklı, birbiri İle çelişen okumalar yapmışlardır. Yanlış okumalar yan- dünya görüşlerine neden olmuştur. Mitoloji, beşeri dinler, materyalist fel­sefe, edebiyat, sanat ve fenler, İlimler her biri kendine göre bir kitap yorumu yapmıştır. Bir de kitabın sahibinin kendi kitabının mânâlarını anlatması gere­kir ki o kitap ta Kur’ân’dır. öyle bir okumadır kİ bütün zamanların ihtiyaçları­na kafi gelecektir, ezelidir.

“Ve ayat-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedi­si”{Sözler, s. 478) Ayet, delil demektir. Allahın yaratmış olduğu bir cisme sa- hib olan ayetlere “ayat-ı tekviniye” denir. Evrendeki bütün canlı ve cansızlar ayat-ı tekviniyedir. Kur’ân bu delilleri, ayetleri farklı dillerle okumaktadır, in­sanlar topyekün anlamda kâinatın mânâsını merak ettikleri gibi onu meyda­na getiren kâinatın üyeleri durumundaki şeyleri de mânâlandırmak istemiş­lerdir. Güneş nedir, ay nedir, ağaç nedir, toprak nedir gibi.. . Varlıklar kadar olaylar ve hareketler de okunması gereken delillerdir. Kur’ân işte bu tekvini ayetleri okuyan ebedi bir tercümandır. Bediüzzaman da Âyetü l-Kübrâ isimli eserinde bu tekvini ayetlerin Kur’ân ışığında tercümelerini yapar. Meselâ bu­lutun izahı gibi.

“Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kene» kendine der ki: “Atılmış pamuk gibi bu camid, şuursuz bulut elbette bizleri ililmez ve bize acıyıp imda- dımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez; belki gayet kadir ve rahim bir kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakma­dan gözlenir ve defaten meydana çıkar, iş başına geçer ve gayet faal ve müteal ve gayet cilveli ve haşmetli bir sultanın fermaniyle ve kuvvetiyle vakit be- vakit cevri alemini doldurup boşaltır ve mütemadiyen hikmetle yazar ve pay- dos ile bozar tahtasına ve mahv ve isbat levhasına ve haşir ve kıyamet sure- I tine çevirir ve gayet lütufkar ve ihsanperver ve gayet keremkar ve rububiyetperver bir hakim-i müdebbirin tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlaya-rak gözyaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlen- diri ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yıkar,temizler.(Ayetül Kübra,s.24)

“Ve şu alem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri…” (Sözler, s. 478) Şu görünen ve görünmeyen alemlerden oluşan kitabın yorumlayıcısı. Burada kitabın bir başka bölümüne gayb şehadet ilişkilerine dayanan kısmı nazara ve­rilir. Kitabın o ikili ilişkilere bakan kısmı da onun yorumları ile açıklık kazanır.

“Ve zeminde ve gökte gizil Esma-yı ilahiye’nin manevî hâzinelerinin keşşafı” (Sözler, s. 478) Zemin ve gökyüzü Allah’ın İsimleri ile inşa edilmişler­dir. O isimlerin zemin ve gökte işleyişinin, görüntülerinin sırlarını, hâzineleri­ni de Kur’ân açığa çıkarmaktadır.

“Ve sutur-ı hadisatın altında muzmer hakaikin miftahı” (Sözler, s. 478) Olay tabiatı itibariyle bir maksadı gizler, her olayın bir oluş nedeni ve gayesi vardır. Alemde de sayısız olaylar cereyan etmektedir. Bu olaylar evrenin diz­leri olan canlı cansızlar arasındaki olaylar, bir de insan topluluklarının olay­larıdır. Kur’ân bu olayların satırları altında gizli olan hakikatlerin anahtarıdır.

“Ve alem-i şehadette alem-i gaybın lisanı” (Sözler, s. 478) İnsanlar şu görünen, şahit olduğumuz alemde yaşamaktadır. Bu alemden görmediği­miz alemdeki olayları merak ederiz, buradan orasının nasıl göründüğünü dü­şünürüz. Bütün bunları burada yaşayanların anlayışına göre açan açıklayan Kur’ân’ın lisanıdır.

“Ve şu alem-i şehadet perdesi arkasında olan alem-i gayb cihetinden gelen iltifat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniye’nin hâzi­nesi…” (Sözler, s. 478) İnsan daima yükselen bir iltifatlar zincirine bağlıdır. Küçük bir tohumken ana rahminde imkânları geniş bir dünyaya geçer, ora­da kendine evrenin bütün imkânları sunulur, dünyaya göre hazırlanır. Ordan dünyaya doğunca iltifatlar dünya kadar genişler, ölünceye kadar devam eder. Dünyada da bu alemin arkasındaki görünmeyen gayb aleminden insana ebe­di iltifatların haberleri, ezeli hitaplar gelir. Bütün bu iltifatların, hitapların hâ­zinesi Kur’ân’dır.

“Ve şu İslâmiyet alem-i manevisinin güneşi, temeli, hendesesi” (Söz- ler, s. 478) Güneş, temel ve hendese kelimeleri karakterleri itibariyle birbir­lerine benzerler. Güneş alemin varlığında en önemli role sahiptir. Temel bir evin en esaslı unsurudur. Geometri İse eşyanın ayakta durmasının tasarıml­arı anasıdır, temelidir. Bu kelimelerin fonksiyonları İle parelel olarak Kur’ân da İslâmiyet manevî aleminin güneşi temeli ve geometrisidir, planıdır. İslami­yet Kur’ân’a göre tasarlanmıştır. Onun ölçüleriyle vücut bulmuştur, onun te­melidir, dinin hayatını sağlayan onun manevî ışıklarıdır.

*Ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası” (Sözler, s. 478) İnsanlar uhrevi alemlerde ne olduğunu merak etmişlerdir. Kur’ân bu alemlerin mu­kaddes haritasıdır, nerede ne olacağı onun beyanı ile anlaşılır.

Ve zat ve sıfat ve esma ve şuun-ı ilahiyenin kavl-i şarihi, tefsir-i vazıhı, bühan-ı katı, tercüman-ı satıı…” (Sözler, s. 478) İnsanlar Allah’ın İsimlerini, sı­fatlarını, zatını ve işlerini merak etmişlerdir. Allah ise ona ait bu keyfiyetle­ri kendisi Kur’ân’ında izah etmiştir. Kur’ân açıklayıcı ve çözümleyici sözleriy­le, çok açık yorumlarıyla, kesin delilleriyle, parlak tercümanlığıyla Allah’ın bu keyfiyetlerini ifade eder. Beşeri dinler, bozulmuş ilahi dinler, mitoloji bu ko­nuda çok yanlış yorumlar yaparlar. Kendi keyfiyetini ancak Allah izah ede­bilir. Kimse Allah’ı ihata edecek bir ışılda bakamaz ki bu konuda konuşsun. Mutlak’ın eserlerini ihata edemeyen beşerin nazarı, nerede kaldı ki onun ke­fiyelerini işlerini, esma, sıfat ve zatını anlatsın, izah etsin.

*Ve şu alem-i İslâmiyetin mürebbisi” (Sözler, s. 478) Mürebbi, büyüten, geliştiren, terbiye eden, kemale olgunluğa getiren anlamındadır. Kur’ân da İslâm aleminin mürebbisidir.

“Ve İnsaniyet-i kübra olan İslâmiyetin ma ve ziyası.” (Sözler, s. 478) İnsanı, felsefe ekolleri, dinler, sanat, mitoloji çeşitli şekillerde keyifleri ve görmek istedikleri doğrultuda yorumlamışlardır. On binlerce sahife tutar bu yo-rumlar. Allah insanı kendi yarattığına göre onun ideal insan boyutunu ve portresini kendi çizmiştir. Bu çizilen maddi manevî portrenin yeri Kur’ân’dır. An-cak bu çizilen portrenin ve karakterin suyu ve ışığı yani onu ayakta ve hayatta  tutan su ve ışık niteliğindeki tesirler ve kurallar yine Kur’ân’dadır.

Ve nevi beşerin hikmeti hakikiyesi”(Sözler,478) Hikmet burada felsefe anlamında kullanılmıştır. Felsefe Allah insan ve yaratılış, kâinatın ahvali ve hareketleriyle ilgilidir. Filozofların bu konularda binlerce yüz binlerce beyanları yorumları vardır. Ama bunlar hakikata uygun yorumlar değillerdir, onunla çelişirler. Kur’ân bu konularda gerçeği, hakikati söyler. Hakiki bir hik­mettir.

“İnsaniyeti saadete sevkeden hakiki mürşidi ve hadisi…” (Sözler, s. 478) Tarih insana saadet vadeden yalancı reçetelerle, yalancı yol göstericilerle do­ludur. Bunlar insanlığa saadet yerine elem getirmişlerdir. Yine tarih bu yanlış reçetelerin sonucu bozulan toplumsal yapıların, savaşların, çatışmaların are­nasıdır. 20. yüzyıl bu yanlış teşhisler yüzünden Avrupa’yı, Asya’yı mezbahaya çevirmiştir. İnsanı saadete sevkeden gerçek mürşit ve hidayet edici Kur’ân’dır.

“Ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir…” (Sözler, s. 478) Kur’ân insan hayatını kuşa­tan kurallar manzumesi, hem dua kitabı, hem eşyanın ve varlığın en ideal iza­hı, hem nasıl kulluk yapılacağını beyan eden bir kitap, hem davet ve emir ki­tabı, hem zikir kitabı, hem fikir kitabıdır.

“Hem bütün insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci olacak çok ki­tapları tazammun eden tek, cami bir kitab-ı mukaddestir.” (Sözler, s. 479) İn­sanın bütün manevî ihtiyaçlarına cevap verecek çok kitapları içine alan bir, çok anlamlı, çok yönlü mukaddes bir kitaptır.

“Hem bütün evliya ve sıddıkin ve urefa ve muhakkikinin muhtelif meş- reblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezakına layık ve o meşrebi tenvir edecek ve her bir mesleğin mesakına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semavidir” (Sözler, s. 479)

Bu cümle çok yönlü ve çok anlamlıdır. Evliya kaib ayağı ile Allah’a giden şahıstır. Sıddıkin, İslâmi emirleri olduğu gibi kabul eden, tereddüd gösterme­den emirlere itaat eden kimseleri temsil eden bir sıfattır. Başlarında Hz. Ebu- bekir bulunur. Urefa Allah’ı bilmek konusunda uzmanlaşmış kalp sahiplerine denir. Muhakkikin tahkiki, delillere dayanarak dini kabullenen ve başkalarını kabule hazırlayan araştırıcı kimselere verilen ünvandır. Bütün bu dört yolun ‘mesleklerine, meşreblerine, zevklerine uygun eserler tasvir eden, ortaya ko­yan mukaddes bir kütüphane hükmünde semavi bir kitaptır Kur’ân.

Kur’ân’ın yirmi beş özetleyici cümle ile tarifinin son sekizi ise Allah’a yö­nelik bir perspektiften izah edilir.

“Kur’ân, Arş-ı a’zam’dan, ism-i a’zam’dan, her ismin mertebe-i a’zamından geldiği için, On İkinci Söz’de beyan ve isbat edildiği gibi;

Kur’ân; bütün alemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelamıdır.

Hem bütün mevcudatın İlah’ı unvaniyle Allah’ın fermanıdır.

Hem bütün semavat ve arzın Halık’ı namına bir hitaptır.

Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükalemedir (Varlıkları eğitip her birini olgunluk noktasına getiren Rububiyetyani terbiye faaliyetini yapan Zat terbiye ettiği canlılarla her birinin durumuna göre onlarla konuşacaktır).

Hem saltanat-ı amme-i sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. (Her saltanat idaresi altındakilere hitap eder. Allah kâinattaki umumi saltanatı ge­reği bu Sultanın raiyetine hitap etmesi, hutbe söylemesi zorunludur. Her rai- yet idaresi altındaki idarenin isteklerini bilmek ister.)

Hem rahmet-i vasia-yi muhita nokta-yı nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniye’dir. (Allah’ın rahmeti bütün kâinatı kuşatmıştır, bu kuşatmış mer­hamet gereği her canlıya gelecekte de rahmeti ile iltifatlarda bulunacaktır. Kur’ân bu iltifatların kitabıdır)

Hem Uluhiyet’in azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazen şifre bulunan bir muharebe mecmuasıdır (Kur’ân bütün insanlık ile ilahi bir haber-leşme metnidir. Bazı metinlerin başında da özel şifreler vardır).

Hem ism-i A’zam’ın muhitinden nüzul ile Arş-ı A’zam’ın bütün muhataba bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. ” (Sözler, s. 479) Kur’an Allah’ın büyük isminin çevresinden Arş-ı Azam’ın bütün çevresine bakar. Ve oraları teftiş eden denetleyen bir kitaptır.

 

Prof.Dr.Himmet Uç – Bediüzzaman’ın Fikir ve Sanat Dünyası,syf:177-183

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir