İman ve Kaygı:Allah’a Yakınlığın Uzaklığı

imanveinkar İman ve Kaygı:Allah'a Yakınlığın Uzaklığı

Kaygıların hasıyım ad oldu insan bana

Niyâzî Mısrî

Ünlü âlim İbn Hazm Ahlâk ve Davranış Tarzları başlığıyla Türkçeye çevrilen eserinde der ki; “İstisnasız bütün insanla­rın peşinden koştuğu tek hedefin ne olduğunu araştırdım ve bunun tek bir şey olduğunu gördüm: Kaygıdan kurtulmak.”[26] İbn Hazm bu hükmü doğrulamak için çeşitli gözlemlerini ak­tarır ve peygamberler gibi insanlığın yüksek şahsiyetlerinden bütün hayatını süfli amaçlar uğrunda tüketen sefih kişilikle­re varıncaya dek çeşitli yaratılış, arzu, eğilim ve uğraşlarına rağmen bütün insanların bir kaygıdan kurtulma noktasında birleştiğini söyler. Kiminin kaygısı maddi zenginlikten mah­rum kalmak, kiminin kaygısı şehvetini tatminden geri kal­mak, kiminin kaygısı iktidardan mahrum kalmak, kiminin kaygısı ahirette kötü sonla karşılaşmaktır. Bu tespiti şu soruyu sormak için aktardım: Müslümanın kaygısı nedir?

Müslüman kimliğine sahip insanlar olarak fiilen hayatımızı kuşatan şeyler sayısınca kaygılarımızın çeşitlendiği açıktır. Mal, mülk, aile, kadın, çocuk, iktidar, refah ve daha sayama­yacağımız kadar çok sayıda kaygıyla çevrilmiş durumdayız. Dolayısıyla soruyu şöyle değiştirmekte yarar var: Müslümanın kaygısı ne olmalıdır? Öncelikle soruyu iyice açıklığa ka­vuşturayım: Belirli bir dönemde yahut belirli şartlar altında bir Müslüman ne hususta kaygılanması gerekir demek istemi­yorum. Meseleyi tarihselleştirmeden yahut şartların oluştur­duğu sisli ortamda kaybetmeden, dolayısıyla sorunun içerdiği kelimelerin ötesine taşımadan sormak istiyorum: Dönemi, şartları, dili, mesleği, toplumsal konumu vs. ne olursa olsun salt Müslüman olmak bir insanı hangi hususta kaygıya iter?

Kuşkusuz bu soruya çeşitli kavramlardan hareketle cevap ver­mek mümkün olmakla birlikte bizzat insanın yaratılışından söz eden ayetler, bize iki kavram sunar: Hilafet ve şeytan. Bi­lindiği üzere Kur’ân’da insanın yaratılış kıssası, Allah’a halife olmak ile şeytana uymak arasındaki gerilim üzerine kurulur. Allah, Âdem’i halife yaparak ona bütün isimleri öğretmiş ve şeytana uymamasını emretmiştir. Halife kelimesi birinin ar­dından gelmeyi ifade ederken şeytan kelimesi uzaklık anlamı­nı ifade eder. Buna göre insan Allah’ın ardında olmak ile O’ndan uzaklaşmak arasındaki gerilimle yoğrulmuş bir varlıktır. İnsana bahşedilen İlâhî isimler de aslına bakılırsa bir yönüyle Allah’ın ardında olmaya diğer yönüyle de O’ndan uzaklaşma­ya imkân verir. Zira İlâhî zâtın özel ismi olan “Allah” lafza-i celâli dışındaki bütün isimler, doğrudan doğruya bir anlama ve dolaylı olarak da İlâhî zâta delalet eder. Dahası bizzat insa­nın İlâhî isimlerin tamamıyla nitelenmesi, bir ismin Allah’a delalet cihetini kavramayı zorlaştırır. Mesela “veli” ismi hem dostluğu hem de dostluğu taşıyan belirsiz bir zâtı yani belirsiz bir öznenin dostluk anlamıyla nitelenmesini ifade eder. Bu be­lirsiz özne, insan hayatında bizzat yüce Allah olabileceği gibi dostlukla nitelenmeye elverişli başka herhangi biri de olabilir.

İnsanın etrafını çevreleyen bütün ilişkiler ağı, onu Allah’ın dostluğundan perdeleyebilir. İşte insan, Hakka delaleti do­laylı olan bu isimler içinde Hakk’ın ardında olmak ve Hakk’ın kendisini bulmakla sınanma ayrıcalığına sahiptir. Bu, talihsiz bir ayrıcalık da değildir. Zira insan, bütün isimlerin nihaî sa­hibi olan Allah’a ilişkin marifetin yüksek ifadesi olan vahiy­le desteklenmiştir. Yani insan idraki, nitelendiğimiz isim ve sıfatların, zihnimizdeki anlamları ve hayatımızdaki somut karşılıklarının gizlediği gerçek Zât’ı hatırlatan (zikr) ayetlerle süslenmiştir. Müslüman olmanın insana yüklediği kaygı tam da bu noktada gösterir kendini: Hakk’ın hemen ardında ola­rak isimlerin yüceliğine ulaşma kabiliyetine sahip olan insa­nın, Ondan uzaklaşarak bu kabiliyetini heder etmesi.

İnceleyin:  Hoca Ahmed Yesevî, Hüküm ve Hikmet"

Aslına bakılırsa Kur’ân bize bu durumun, Müslüman’ı değil, insanı nitelediğini öğretir. Çünkü Kur’ân’da pek çok yerde anlatılan Âdem kıssası insan üzerine bir anlatıdır ve halife­lik kabiliyetini insana atfeder. Dolayısıyla insanı gerçek an­lamda insan yapan şey, aynı zamanda onun halife olmasını sağlayan şeydir. Dilciler “insan” kelimesinin kök anlamının, ünsiyet yahut unutmak olduğunu söylerler. İnsan neye ün- siyet peyda etmişse onun ardında ve ona yakındır. Fakat bir şeye ünsiyet başka şeyleri unutmaya sebep olur. Bu bağlam­da insan ünsiyet kazanmadığı şeyden yüz çevirir, uzaklaşır ve nihayet onu unutur.

Nitekim bir ayette “Allah’ı unutan, bu sebeple de Allah’ın onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın (Haşr 59/19) denilmiştir. Peki, Allah’a ünsiyet kurmak veya Allah’a yaklaşmak insana neyi unutturur? Sorunun cevabı açıktır: İn­sanın ilahlaştırdığı yahut Allah yerine koyduğu sahte tanrı­ları. Yani Allah’a yaklaşmanın unutturduğu şey, yine Allah’a ait olan isim ve sıfatlar değildir, tam tersine insanın herhangi bir gerçekliği olmayan vehim ve kuruntularıdır. Kulluk (ubudiyet) kelimesinin hiçbir şeye sahip olmamak anlamını ifa­de etmesinin bir nedeni de bodur. Şu halde salt Müslüman olmanın insanda oluşturması gereken kaygı, Allah’tan uzak­laşma veya tersinden ifadesiyle Allah’a yaklaşma kaygısıdır.

Kur’ân bize Allah dışındaki her şeyin Allah’a ulaşmak için bir edat olduğunu öğütler. Aslında ulaşılması gereken bir şey vardır da ona ulaşılıyor değildir. Sadece bizi çevreleyen her şeyin varlık ve anlam bakımından Allah’tan, Allah ile Allah’a doğru ve Allah’ta olduğunu idrak etmemiz ve bu idrak doğ­rultusunda eylememiz talep edilmektedir. Yani Müslüman olmak demek, Allah’ın hakiki ve yakın fâil olduğunu idrak et­mek demektir. Bu durum, Allah anlamının bütün aklı ve kal­bi kuşatması ve kişinin Allah’a ilişkin idrakinin başlangıçta, ortada ve sonda hem kendisi hem de başka şeylerin varlığını ve eylemlerini öncelemesi demektir. Dolayısıyla İslam, Allah anlamı kaldırıldığında her şeyin anlamsız kalacağı ve varlığını yitireceği bir idrak ve ahlâk talep eder. Sanırım bunun en özlü ifadelerinden biri, İmâm Gazzâlî’nin Mizânu’l-amel adlı ese­rinde anlattığı şu hikâyedir:

“Bu yola girmeye azmettiğim sıralarda sûfîlerden kendisine tabi olunan ve öncü konumda bulunan biriyle istişare ettim. Bana şöyle dedi: Dünyadan bütünüyle ilgilerini keseceksin, öyle ki kalbin aile, çocuk, mal, yurt, ilim ve veliliğe yönel­meyecek. Aksine senin için bunların varlığı ve yokluğu eşit olacak. Sonra kendinle baş başa kalacaksın, yalnızca farz ve nafile ibadetlerle meşgul olacaksın, kalbini bütün tasalardan boşaltarak oturacaksın ve yüce Allah’ı zikretmeye başlaya­caksın. Bu işin başında şöyle olur: Dilinle yüce Allah’ı zikret­meye devam edersin. Dilin ve kalbin paralel bir şekilde Allah Allah demeyi sürdürürsün, öyle bir hale varırsın ki dilini oynatmayı bıraksan adeta Allah kelimesinin dilinde aktığı­nı görürsün. Sonra dilin etkisi silininceye dek buna devam edersin. Nefsin ve kalbin dilin hareketi olmaksızın bu zikre devam etmekte birleşir. Sonra kalbinde yalnızca Allah anlamı kalıncaya dek zikre devam edersin. Bu noktaya kadar senin iraden vardı. Bundan sonra engel teşkil edecek vesveseleri gidermek için zikre devam etmekten başka hiçbir iraden kal­maz. Sonra iraden de kesilir ve yalnızca sana gelecek fetihleri beklemek kalır.”[27]

İnceleyin:  Süleymân b. Abdülmelik ile Ebû Hâzım Sohbeti

Gazzâlî bu hikâyeyi sûfîlerin Allaha ulaşmada izlediği yön­temi açıklamak için aktarır. Fakat Allah’ın müminin kalbini kuşatması ve bütün eylemlerini önceler hale gelmesi tasav­vufa mahsus bir durum değildir. Dahası, her ne kadar sûfî- ler zikir telkini yoluyla bu amaca ulaşmayı bir yöntem haline getirmişlerse de ne Allah’ı zikrin ne de Allah’ı bilmenin adı tasavvuftur. Kaygının Allah olması ve insanın bütün benliği ve fiilleriyle kendisini Allah’a teslim ederek değerini Allah’tan türetmesi İslam dininin ta kendisidir. Nitekim Gazzâlî’nin kalpte Allah lafzının silinip Allah anlamının kalmasıyla kas­tettiği şey, Allah’a ilişkin fiziksel varlığın ötesine geçen ve onu önceleyen metafizik bir idraktir. Zira İslam adı üstünde Al­lah’a teslim olmaktır ve ancak böylesi bir idrak Allah a tesli­miyeti bütün mecazlardan kurtarabilir.

Diğer deyişle Allah’a teslim olmak kişinin arzu ve hevesle­rinin Allah oluşuyla değil, Allah’ın kişinin arzu ve hevesleri olmasıyla gerçekleşir. Bu amaç, Müslüman olmanın insana kattığı en asil değerdir ve bir Müslümanın bütün hayatını ku­şatması gereken dert ve kaygıdır. İşte kişinin sadece Müslü­man olmasında değil, aynı zamanda insan olmasında içerilen bu kaygı, farksızlığa, umarsızlığa ve boş umuda yabancıdır, sürekli bir farkındalık, teyakkuz ve yöneliş halini gerektirir. Kişi bir şeye bağlandığı ve teslim olduğunda o şeyin bağım­sızlığı ölçüşünce onun dışındaki her şeyden bağımsızlaşır. İslam insanın âlemlerin rabbine teslim olduğunda bütün mahlûkattan bağımsızlaşacağını taahhüt eder ki Allah’a ya­kınlığın anlamı da budur.

Ömer Türker – Anlamı Tamamlamak,syf:107,111

[26] İbn Hazm, Ahlâk ve Davranış Tarzları, çev. Mustafa Çağrıcı, Ankara: TDV Yayınları, 2015, s. 5.

[27] Gazzâlî,Mizânul-amel. nşr. Sülevman Dünya,Darül Maarif: Kahire’ 1964,s.222-223. (Metin biraz uzun olduğundan kısmen özetleyerek aktardım. Ö. T.)

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir