Mehmet Erikli&Davut Bayraklı – Modern Hurafeler Adlı Kitaptan Alıntılar
Paylaş:
56586_sGRyx_1498804550-171x300 Mehmet Erikli&Davut Bayraklı - Modern Hurafeler Adlı Kitaptan Alıntılar
Pusulası olmayan bir gemi, engin denizde gitmek istediği limanı bulamaz. Hayat denen denizde bir gemi olan insanın pusulası ise bu engin denize verdiği anlamdır. Her an yeni bir fırtınaya gebe olan dünyada, “Ben neden buradayım, ben kimim, ölünce beni ne bekliyor ve bu yaşamak da nereden çıktı?” gibi sorulara en yetkin ve doyurucu cevabı, hayatı var eden ve insanlara bahşeden Allah, gönderdiği kitap ve peygamberler aracılığı ile vermiştir ve yüzyıllardır bu cevaplarla insanoğlu gemisini yüzdürmektedir. Kişinin imanının kuvveti oranınca hayata verdiği anlam da kuvvetlenir. Unutmamalıdır ki Nuh’un gemisi her zaman vardır ama insanın o geminin yolcusu olabilmesi için gayret etmesi gerekir.(Sulhi Ceylan)
—————————————————
İnsan, hayata anlam katabilir. Fakat burada katılacak anlamın dayandığı sabitelerin belirlenmesi gerekmektedir. Hayata alacaklı gözle bakan birinin sabiteleriyle ha yata Allah’ın bir lutfu olarak bakan kişinin sabiteleri ara sında dağlar kadar fark vardır. Kâinatta hiçbir şey amaçsız ve başıboş yaratılmamıştır. En küçüğünden en büyüğüne kadar tüm varlıklar bir gayeye hizmet etmekte ve müthiş bir koro olarak varlıkta birliği dinlemek isteyenlere hitap etmektedir. Her bir varlık kendisini yaratana giden bir yol dur ayrıca. Çünkü sanat eseri, sanatçıyı hatırlatır. En büyük sanat eseri ise insanın kendisidir. İnsan, sadece ken dine bakarak bile Allah’a yol bulabilir.(Sulhi Ceylan)
—————————————————
Allah’ın bir ismi de Hay’dır. İmam Gazâlî Allah’ın Hay olmasını şöyle açıklar: “İdrakin en az derecesi, idrak edenin, kendi nefsini bilmesidir. Kendini bilmeyen (tanımayan) cansız, yani ölüdür! Allah mutlak hayat sahibidir. Varlıklar O’nun fiilinin tezahürüdür. İlahî idrak; beşer idrakine konu olabilecek her şeyi kapsar. İşte bu sebepten Allah gerçek ve kayıtsız şartsız Hay’dır. O’ndan başka her canlının hayatı (diri olması), idraki ve fiili kadardır (yani onlarla ölçülebilir) ki bu sınırlıdır…”Kısacası Allah, hayatın kaynağıdır ve hayat verendir. Bu sebeple insanın hayatın anlamına dair bir idrake ulaşması için Allah’ı tanıması ve O’nun marifetine ulaşması gerekir.(Sulhi Ceylan)
—————————————————
Bedîüzzaman, “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır” der. Bu metin tersine çevrilip okunduğu zaman ise şöyle bir mana çıkar: “Çirkin gören çirkin düşünür, çirkin düşünen de hayattan elem ve azap duyar.”

İşte Schopenhauer ve onun gibi düşünen diğer filozofların asıl sorunu budur. Hayata güzel bakamamak! Halbuki var olmak ve varlığı sürdürmek bir lutuf yani hediyedir. Ve bu lutuf gerektiği gibi değerlendirilirse kişi huzura erer. Tüm varlık Allah’ın yaratmasıyla oluşmuştur ve bu sebeple güzeldir. Çünkü Allah, Cemil’dir. İyiden iyi, kötüden ise kötü yansır. Her bir varlık Allah’ın isimlerinin tecellisidir ve bu sebeple O’nu hatırlatır. Hayatın güzelliğini ortaya çıkaran sevgidir. Sevgi ile varlığa yaklaşan insan hayata güzel bakar ki böyle bir kişinin pesimist olmasına imkân yoktur.(Sulhi Ceylan)

—————————————————
Hayata, zıtların sahne aldığı müthiş bir tiyatro olarak bakabiliriz. İnsan her an istemediği olaylarla karşılaşmakta, hatta acı çekmektedir. Ve yine bir anda acıdan mutluluğa geçebilmektedir. İşte zıtlık dediğimiz olay da budur zaten. Bu zıtlıklar arasında gidip gelirken insan, istemediği durumlarla karşılaştığı anda kendini hemen şikâyet limanına atar. Halbuki sıkıntı ve bela, kişiyi olgunlaştıran etkenlerdir. Aslında buradaki şikâyet, insanın istediği hayata ulaşamamasının sonucudur. Hayat, her zaman insanın istediği şekilde akmaz. Bazaıı önümüze engeller çıkabilir. Bela ve musibet kapımızı çalabilir. Böyle durumlarda hayatın güzel yönlerine bakmak gerekir. Mesela ölüm ilk bakışta kötü gibi gözükebilir. Ama öldükten sonra ebedî bir hayatın bizi beklediğini ve inananların cennetle ödüllendirileceğini bilmek bize sonsuz bir hazine sağlar. En sevdiğimiz kişilerin birer birer bizi terkettiği bir gerçektir ama ahirette onlarla sonsuza kadar beraber olacağımız gerçeğini bilmek de bizi son derece rahatlatır. Hayat her an başka bir yüzüyle insanın karşısına çıkar. İnsana ise pes etmek değil azimle mücadele etmek düşer.(Sulhi Ceylan)
—————————————————
Alman idealistlerinden ve müzmin bir bekâr olan Kant, gerçek dünyanın gerçekliğini “fenomenal” gerçeklik olarak tanımlar ve insanoğlunun sadece “fenomeni” yani aklın alanlarına giren şeyleri bilebileceğini söyler. Buna karşılık nesnelerin mahiyeti olan “numeni” bilemeyiz der. Kant’a göre numen, aklın alanına girmiyordun Yani insan deneyden uzaklaştıkça bilgiden de uzaklaşır. Çünkü artık metafizik bir alana girmiştir. Yine Kant’a göre, bilgi edinme yolu akıldan ibarettir. Hâlbuki keşif de bilgi edinme yöntemidir ve Kant’ın bundan haberi yoktur.
—————————————————
On yıllık çile dönemi sonucunda vardığı gerçeği İmam Gazâlî şöyle aktarır: “Şüphe götürmeyecek surette anladım ki mutasavvıflar Allah yolunu tutan kimselerdir. Onların gidişi, gidişlerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları, ahlâkların en temizidir. Dünyadaki bütün akıllı insanların aklı, hâkimlerin hikmeti, şeriatın esrarına vâkıf olan âlimlerin ilmi, onların gidişlerinden, ahlâklarından bir kısmını değiştirmek, daha iyi bir hale getirmek için bir araya gelse buna imkân bulamazlar. Onların dışlarındaki ve içlerinde ki bütün hareketleri ve durgunlukları hep nübüvvet kandilinden alınmıştır.”

İmam Gazâlî (rah.), on yıl süren kaçış ve arayış dönemi sonucunda hakikate Allah’ın kalbine attığı bir nur sayesinde çıktığını söyler. On yıl boyunca, “Ancak selim bir kalp ile Allah’ın huzuruna gelen kurtulur” düsturunca nefsini terbiye eden Gazâlî (rah.), bu yalnızlık dönemini kalbinin tüm hastalıklarını tedavi etmekle geçirir.

—————————————————
Kendini ahlâkî olarak sorgulayan İmam Gazâlî geldiği noktayı otobiyografisi olan el-Münkız mine’d-Dalâl’da şöyle anlatır: “Baktım ki dünya alakalarına dalmışım. Bu alakalar her taraftan beni çevrelemiş. Yaptığım işleri düşündüm. En güzeli tedris (ders verme) ve tâlim (öğretme) idi. Bunda da ahirete pek menfaati olmayan, ehemmiyetsiz birtakım ilimlerle meşgul olduğumu gördüm. Medrese derslerindeki niyetimi yokladım. Onun da Allah rızası için olmadığını, mevki sahibi olmak, şan ve şeref kazanmak arzusundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenarında bulunduğuma, vaziyetimi düzeltmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim.”
—————————————————
İnsana yalnızca kendisinin kıymetli olduğunu, kendinden başka herkesin ikinci derece önemli olduğunu tüketimi daha da fazla arttırmak için söyleyen ve buna mecbur bırakan sistem, varlık sebebini sürekli tüketmek olarak görürken aynı zamanda daima insanı başkalarıyla bir yarış içine sokuyor. Karen Horney, “Modern kültür ekonomik olarak bireysel rekabet ilkesine dayanır. Yalıtılmış bir birey, aynı grubun diğer bireyleriyle mücadele etmek, onları geride bırakmak çoğu kez onları kenara itmek zorundadır. Birinin avantajı çoğu zaman diğerinin dezavantajıdır” derken tam da söylemek istenilen şeyi izah eder.
—————————————————
Nihayet modern dünyanın temelleri atılmış; ekonomide, siyasette, politikada, sanatta, kültürde bu temel üzerine inşası bütün hızıyla başlamıştı.

“Karmaşık İktisadî yapının yanı başında, teknolojik güce ve makinenin gücüne tapınma da kolayca belirmiştir. Hatta bu iki put bir diğerini destekleyerek kutsiyetlerini!) korumaktadırlar. (…) İnsanın uzayda rahatça yol alacak teknik güce erişmesi, bilgisayarların günlük hayattaki sonuçları makineyi tanrılar arasına kolayca katmıştır. Ancak bu dinin iki ana mezhebi vardır: Birincisi, teknik gelişmeye, dola- sıyla makineye taparken, ikinci mezhep, bu gelişmeyi sağladığı gerekçesiyle insan aklının işleyişine tapmaktadır” (îsmet Özel, Üç Zor Mesele, İstanbul: Tiyo Yayınları, 2014, s. 80).

—————————————————
Network (1976) filminde, kafayı sıyıran televizyon sunucusu Howard Beale karakterinin, medya eliyle kimlikleri dönüştürülmüş kitlelere nafile olduğunu bile bile çektiği nutuklardan birkaç cümle geldi aklıma:

“Hakikat değildir televizyon! Televizyon Allah’ın belası bir eğlence parkı! Akrobatların, şarkıcıların, dansçıların, hokkabazların, ucubelerin, hayvan terbiyecilerinin, sporcuların olduğu bir sirk, bir karnavaldır… Bizim işimiz can sıkıntınızı gidermek, hepsi bu! Ama eğer hakikati istiyorsanız… Rabb’inize dönün, üstatlarınıza, âlimlerinize dönün, kendinize dönün. Çünkü hakikati bulacağınız tek yer orası!”

—————————————————
Modern dünya algısının oluşturduğu “simülasyon hayat”, bu zaman içinde çırpinan insanlara itibar sahibi olabilmeleri, kıymet görebilmeleri ve vaat ettiği konforlu hayata ulaşabilmeleri için, sadece birer insan olmayı ve isimlerini temsil etmeyi yetersiz göstermektedir. Koyduğu alternatif hakiki olmayan, plastik kıymetler ve mevkiler üretip insanları bunlara sevketmek şeklinde karşımıza çıkmıştır. İnsanlar, bu sahte itibar basamaklarına ulaşabilmek için sahip oldukları bütün zahirî ve bâtmî gerçekliklerini reddetmişlerdir. Kendilerine bu görkemli merdivende büyük bir yük teşkil edecek olan vicdanlarını ilk fırsatta boşluğa fırlatmışlardır.

Söz gelimi bir şirket çalışanısınız ve diğer bütün çalışanlar gibi şirket içindeki mevkiinizi ve kazancınızı arttırmak istiyorsunuz. Bunun için normalde işinizi iyi yapmak, kendinizi mesleğinizde geliştirmek ve halinize şükretmekten başka bir şey yapmazsınız. Fakat bir kişisel gelişim uzmanı bu noktada o çalışana şunları fısıldar: “Sen o şirketin en önemli çalışanısın, mükemmel bir insansın. Şu an bulunduğun mevki, kazandığın para hak ettiğinin çok altında. Dikkatli ol, etrafındaki herkes senin ulaşmak istediğin mevkie varmak istiyor. Bu yüzden onların hepsi senin düşmanlarındır.

İnceleyin:  Modern Dünyanın İmali:Kültür Endüstrisi

Önce her sabah kalktığında aynaya bak ve kendine ne kadar harika biri olduğunu söyle. Kendini, ulaşmak istediğin mevkide olduğuna inandır.” Anlatmaya devam ediyor: “Eğer saçını böyle tararsan şöyle üstünlük kurarsın. Şayet kollarını masaya böyle yaslarsan, onları şöyle alt edersin. Eğer toplantıda söze şöyle başlarsan, herkesi susturursun. Şayet biri kaşını kaldırıyor ise amacı bu, eğer burnuyla oynuyorsa sizin için düşündüğü şu..
..”Sanırsınız ki bir çalışma ortamı değil, bir harp meydanı…

—————————————————
İdeolojinin Sineması

Ulusal bir bilinç oluşturma ve cumhuriyet etrafında bir araya gelme düşüncesiyle çekilen “Boğaziçi Esrarı” gibi başka filmler de vardı. Yine 1938 yılında Musahibzâde Celal’in aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan “Aynaroz Kadısı” ve 1939 yılında çekilen “Bir Kavuk Devrildi” isimli filmler Osmanlı adalet kurumlarını ve bu kurumlari temsil eden din adamlarını hicvediyordu.Bu dönemlerde çekilen tarih filmleri de yine romanlardaki temalardan farklılık göstermez. Din, din adamı, dinî değerler ve dindar insanlara saldırı ve aşağılama filmlerin ortak temasıdır. Bir başka ortak nokta da tarih filmlerinde içerik olarak Millî Mücadele’nin İngiliz, Fransız gibi düşmanlara karşı değil de hilafetçi-dinci olarak yansıtılan kesime karşı verildiği temasıdır.

Filmlerde iyiler cumhuriyetçi, modern, ilerici ve hep güzel insanlar olurken, düşmanla iş birliği yapan, kötü, çıkarcı, menfaati için ülkesini düşmana satan tipler de dindar kişiler olarak gösterildi. Yani filmlerde topluma aşılanan görüş Millî Mücadele’de, vatanı kurtarmak isteyen vatanperver cumhuriyetçilerle, düşman safında yer alan hilafetçi-padişahçılar arasında geçmiş ve neticede de iyi olan cumhuriyetçiler bu savaştan galip çıkmışlardı.Yönetmenliğini yine Muhsin Ertuğrul’un yaptığı ve bir Fransız oyunundan uyarlanan 1928-29 yapımı “Ankara Postası” isimli film bahsettiğimiz bu konuyu işler. Ertuğrul’un, 1932’de çektiği “Bir Millet Uyanıyor” filminde de Kuvâ-yi Milliyeciler ve hilafetçi-padişahçılar yine karşı karşıya gelir.

1959 yılında bu kez Nejat Saydam sahneye çıkar ve “Kalpaklılar” isimli filmiyle aynı temayı işler. Bu zihniyete göre Kurtuluş Savaşı, aslında bir iç savaştır. Osman F. Seden imzalı 1959 yapımı bir başka film “Düşman Yolları Kesti” dir. Film yeni olsa da yaklaşım aynıdır.Millî Mücadele dönemi filmleri içinde en prototip diyebileceğimiz film ise “Vurun Kahpeye” filmidir. Film, Halide Edip Adıvar’ın 1923 yılında Akşam gazetesinde tefrika edip 1926 yılında kitaplaştırdığı romanından beyaz perdeye uyarlanır.

Üç kez çekilen filmi ilk olarak 1949’da Lütfi Akad, 1964’te Orhan Aksoy ve 1973’te Halit Refiğ perdeye yansıtır. Filmde çizilen müslüman tipi, yine gerici, yobaz, düşmanla iş birliği yapan hain bir tiptir ve kendisinden sonra gelen diğer sinema filmlerinde kullanılacak olan din adamı, dindar insan tiplerine de örnek oluşturur.Halide Edip’in manda fikrini şiddetle savunan bir kalem olduğunu da unutmamak lazım gelir. Amerikan mandası fikrini benimsiyordu. Halide Edip kendisi gibi düşünen Refik Halit, Ahmet Emin, Yunus Nadi, Ali Kemal, Celal Nuri gibi isimlerle 14 Ocak 1919’da Wilson Prensipleri Ce- miyeti’nin kurucuları arasında da yer almıştı. Söz konusu Amerikan mandası tezi ise vatanı düşman işgaline karşı savunmayı amaçlıyordu! Bu dilemmayı çözebilen beri gelsin.

—————————————————
Dünya, içinde taşıdıklarıyla yaratıcıya karşı yapılması gereken şeylerin önünde bir engel, bir set durumundadır. Bu anlamda dünya insanı, aslî gayesinden uzaklaştırıcı, meşgul edici, oyalayıcı özelliğe sahiptir. Yani hakikate yapılan yolculukta insanı engelleyen dünya ve içindekiler, insanın kendisine yabancılaşmasını sağlamaya çalışır. Aslında insan; insana, kendisine, çevresine ve tabiata yabancılaştıkça Allah’a yabancılaşmaktadır. Bu nedenle insan Allah’tan başka her şeye yabancılaşırsa, Allah’a yakınlaşmış olur. Bu anlamda negatif olan yabancılaşma, pozitif bir hal alır. Kendisini, hevâ ve heveslerini kontrol altına alan, nefsinin isteklerine set çeken insan bu pozitif yabancılaşmayı yakalamış olur. Dünyaya ve içindeki geçici eşyaya karşı nefsini dizginleyen kişi de maddeyle arasında olması gereken dengeyi kurar.(Davut Bayrakli)
—————————————————
Pratik anlamda modern çağ, insanın ruhuna eğilmesini, yaratılıştaki ana gayesi olan kulluk bilincini ihya etmesini engellemektedir. Sanayi toplumu olan bu yüzyılda insan üretim ve tüketim bantları üzerinde gidip gelen ve ömür tüketen bir meta olarak görülmektedir. Özellikle reklam sektörü insanı, “Nasıl daha fazla tüketir?” durumuna getirmeye çalışmaktadır. Tüketim hastalığına yakalandığı için devamlı bir şeyler almak zorunda kalan insan, bir zaman sonra maddeyle arasında var olması gereken uyumu, dengeyi kaybediyor.

İstediği şeyleri tüketemeyen ya da ona sahip olamayan kişi, sosyal planda bir boşluğa düşüyor ve öncelikle kendisiyle yabancılaşıyor.İnsana sunulan her tüketim malzemesi onun gerçekte ihtiyaç duyacağı şeyler değil aslında. Kendisine dayatılan, bilinçaltına işlenen ve istem dışı yapılan telkinlerle insan olamayacağı, yapamayacağı, alamayacağı şeyleri istemeye başlıyor. Hayatı boyunca sahip olamayacağı şeylerin peşinden koşan, hiçbir zaman elde edemeyeceği iş ya da kariyer için mücadele eden bir kişi, bir zaman sonra boşa kürek çektiğini anlayınca yaşadığı kırgınlıkları, yabancılaşmaya dönüştürüyor.

Oysa gerçek başkadır. Hayata bakışımızı yeniden değerlendirip yerli yerine oturtursak bizi diğer insanlara, çevreye ve yaşadığımız şehre, kültüre yabancılaştıran birçok lüks ihtiyacımızı bir kenara atabiliriz. Sinoplu Di- ogenes örneğinde olduğu gibi. Diogenes bir gün avucuyla su içen bir çoban görünce, “Ne çok sahip olduğum eşya varmış!” diyerek su kabını atar.(Davut Bayrakli)

—————————————————
Günümüz insanının açmazlarından biri hiç kuşkusuz okumadan “biliyorum” demesi ve hiçbir fikri yokken “çözümleme” yapmaya kalkışması. Bu enteresan bir dilemma. Aslında hepimizin kanıksadığı bir durum. Hemen her gün televizyon ekranlarında, gazete sütunlarında rastlıyoruz böylelerine. Halbuki bu dilemmayı televizyon, gazete veyahut mecmua alanında değil de yanı başımızdaki insanlarla irtibatlı haldeyken yaşamalıydık. Çünkü bu saydığım alanlarda seçilmiş, seçkin, alanlarında yetkin insanların bulunduğunu düşünürüz. Öyledir de. Fakat bayatlaşma o kadar hızla yayılıyor ki fikrin iki paralık edildiği ve adına “piyasa” dendiği; bilginin, sanatın, politikanın üç kuruşa beş köfte hesabıyla döndüğü popkültür bizleri okumuş görünen cahillere çevirdi. Bunu asla rutinlerimizi bozan “kabuk değiş- tirten” konserve anlayışından bağımsız düşünüyor değilim.
—————————————————
Giddens, Modernliğin Sonuçlan adlı kitabında, “Soyut sistemlerin gelişimiyle, kişilikdışı ilkelere ve kişinin tanımadığı insanlara duyulan güven, toplumsal varoluş için vazgeçilmez bir şey haline gelir. Soyut sistemler tarafından yapılandırılan rutinler içeriksiz, ahlâk dışı bir yapıya sahiptirler; kişilik dişiliğin giderek artan bir biçimde kişiselliği yutması fikri de geçerli bir fikirdir” diyerek insanı tehdit eden asıl canavarın oluşturulmuş “rutinler” olduğunu açık ediyor bize. Kullandığı bazı anahtar kavramlar var. Onlardan biri soyut sistemler. Bu soyut sistem anladığımız kadarıyla hâkim olan. Yasa koyucu.

Şöyle dikkatlice baktığımızda görürüz ki bizi rutinlere boğan bir dünyanın içinde çırpınıp duruyoruz. Televizyon, oyun, eğlence gibi rutini inşa eden yapılar aklımızı da bedenimizi de kendi seçeneklerine mahkûm ediyor. Bu gerçekten korkunç bir şey. Söz gelimi bugün televizyon dizileri sayesinde kafeslenen insan aklı, üretimden çok tüketimin bir parçası olarak varlığından ödün vererek, yok oluşa yamanıyor. Bilinç burada yarı uyur vaziyette.

Soyut sistem, insanın doğrudan kişiliğini hedef alırken, onun yapısını da çok iyi tahlil ediyor elbette.Giddens’ın dediği gibi kişilik dışı ilkelere ve kişinin tanımadığı insanlara duyduğu güven ürkütücü derecede bizi istediği yöne çekebilecek kadar güçlü. Bu güvenle birlikte popüler kültürün önümüze altın tepside sunduğu karakterler sahihleşiyor. Oysa perdenin ardında gayri sahih duran ve yapay bir karakterden söz ediyoruz. Çarpıcı olan şu ki, o ya da bu biçimde kendimizi bu sahte karakterler dünyasında birinin tarzını seçmeye mecbur bırakılmamız.

—————————————————
İnsan kendi mağarasında yaşar diye bir laf vardır ya hani. Mağara metaforunu kırıp dökmüş olan postmodern düzen, insanı kendi içinden çıkartıp farklı boyutlardaki kafeslere tıkmış durumda. Keşke halen kendi mağaramızda yaşıyor olsaydık. “Kendimizi bilmeyi” model alıp en sahih kaynaklardan beslenmeyi sürdürsek fena mı? Bu “keşke”- ler temenniden sıyrılıp gerçekliğe varırsa ne iyi. İnsanın mağarasını kırmaya namzet sistemin karanlığı ise işte o ilkin el yordamıyla arandığımız çağlarımızda kendi karanlığımızdan ürkmekten beter bir şey. Aristo, “İnsan hayatta en çok taklitten haz alır” derken başkalarının ağzıyla konuşan ve çağın getirdiklerini olduğu gibi giyinen bir “eylem”- den bahsetmiyordu.(Mehmet Erikli)
—————————————————
Modern çağda hiçbir üstün niteliğin, politik ya da düşünsel alanda, eylemde olsun, düşünceyle olsun, dile getirilmesi mümkün değildir” diyen Pessoa’nın “dil ve ifade” sorununa işaret ettiğini kavramaya çalışırken, gelinen “şu içinden çıkılmaz bir hal alan çağın” ne kadar da basitleştiğini ve modernlik kaygısı içinde insanların kendini pazarlama işine nasıl da giriştiğini acı ki görüyoruz.

İnceleyin:  Performans Düzeni ve Yeni İtaat Kültürü

Sosyal medya işte tam da buna çanak tutuyor. Fikir serdetmek şöyle dursun, şimdilerde çok beğeni alan ve hap gibi yutulan, meydana çıkma furyasının neticesi olan sosyal medya fenomenleri ise Pessoa’ya inat güya üstün nitelik üretmeye ve yepyeni bir dil oluşturmaya namzet. Şu fenomen diye parlatılan insanlara ve o payeye aday olarak gösterilenlere yazık edildiğine kanaat getirmek zor değil. Bu mecrada ünlü olmak için binlerce takipçi satın alarak kendini paralayanlar önümüzdeki beş on yıl içinde hiçbir şey olamadıklarını gördüklerinde psikiyatri klinikleri hasta yoğunluğundan dolayı mantar gibi çoğalırsa şaşırmayacağım.

İş buraya varmadan insanlar, niteliği bu alanlar üzerinden üretme yanılgısından kurtulmalı, çünkü durdukları yer sadece nicelik için varolan ve asla nitel olanı önce- lemeyecek bir ideolojiye sahip. Neden mi? Çünkü nitelik, modern anlayışın içinde para etmiyor. İnternetin kesilmesiyle veya elektiriklerin gitmesiyle kendini pazarlayama- dığı için krize girecek bir yığın insan var. Birçoğu da acınacak halde.(Mehmet Erikli)

—————————————————
Tabiatımızın dış tesirlere açık hali bizi daha karmaşık bir hayatın içinde bocalatmıyor mu? Hermann Hesse’nin önemli eserlerinden biri olan Bozkırkurdu’uda şu paragraf insanın bu etkiye nasıl karşı koyamadığının örneği olması bakımından değerli: “İnsan neleri yutup sineye çekebiliyor, şaşılacak şey! Sanırım on dakika kadar bir gazeteye göz attım, başkalarının sözlerini ağzında uzun uzadıya çiğneyip tükürükle yoğurduktan sonra yutan, ama sindirmeksizin yine kusup çıkaran sorumsuz bir insanın düşüncelerinin gözlerimden geçip varlığımdan içeri girmesine göz yumdum.”(Mehmet Erikli)
—————————————————
İmâm-ı Rabbânî hazretleri (k.s) bundan dört asır önce, Avrupalılar yeni yeni palazlanırken, devrin sultanına, “Sünnet-i Resûlullah’tan uzaklaştığımız için bu kâfirler bize diş geçirir oldu” manasında ikazlarda bulunmuştu.Biz müslümanlar, genel olarak, maalesef o gün bugündür bu ikazı tam anlayamadık. Bir anlamaya başlarsak fethimiz işte o zaman başlayacaktır. Anlayamazsak da Allah Teâlâ anlayacak nesilleri zaten yaratacaktır. Dolayısıyla fethetmek, fethedememek biz müslümanlarin meselesidir. İslâm düşmanlarının fetihten endişesi olmasın.(Mukerrem Mert)
—————————————————
Asırlar boyunca müslümanlar çocuklarını edeple yetiştirdiler. Onlara daha minicik yaşlardan itibaren iyilikleri, güzellikleri aşıladılar. Nasıl yaptılar bunu? Kâğıda, kaleme hürmet etmeyi öğrettiler mesela. İlmin huzurunda diz çökmeyi bellettiler. Anneye babaya saygılı olmayı, bir büyük gelince ayağa kalkmayı gösterdiler. Her işe sağdan başlattılar, her sonu hamdle bağladılar. Böyle böyle ayak uçlarına bakan ama gökyüzünü gören nesiller büyüttüler. “Sen de Mevlânâ olacaksın, senin yaşındayken Şah-ı Nak- şibend de (k.s) senin gibiydi. Bu devrin Akşemseddin’i (k.s) de sen olmalısın” demediler, diyemezdiler. Çünkü kendini büyük görmeye, büyük birinin yerine koymaya yabancıydılar.

Dedelerimiz çocukken hayal kurmadılar mı? Elbette kurdular. Ama neyin hayalini kurdular biliyor musunuz? İslâm ordusunun sıradan bir neferi olmanın, bir Allah dostunun gül simasını görmenin, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) rüyalarına teşrif etmesinin hayalini kurdular. Ellerine, oku, Sa’d b. Ebû Vakkâs hazretleri gibi olmak için değil Sa’d b. Ebû Vakkâs’in (r.a) yolundan gitmek için aldılar. Kalemi mürekkebe devrin İmâm-ı Azam’ı (rah.) olmak için değil İmâm-ı Âzam’in ilminden bir nebze olsun nakledebilmek için batırdılar. Müslümanların hükmettiği cihanın evlatları böyle yetişir.(Mükerrem Mert)

—————————————————
Hipokrat’a göre vücutta dört element olan toprak, su, ateş ve havayı temsil eden dört sıvı vardır. Bunlar kan, siyah safra, sarı safra ve balgamdır. Bu dört sıvının dengede olmasına sağlık, dengesiz olmasına hastalık denir. Teşhis, hangi sıvının eksik veya fazla olduğunu bulmak, tedavi de bu eksikliği veya fazlalığı gidermektir. Klasik tıbba göre mizaç denen bu sıvılar kişiden kişiye değişir, kişinin dış görünüşünü ve karakterini de etkiler.

Dolayısıyla her hastanın kendi mizacına göre farklı bir tedavisi vardır. Hatta aynı hastanın farklı ruh hallerindeki, yerlerdeki, mevsim lerdeki tedavisi bile değişebilir. Modern tıbba göreyse hastanın karakterinin ve içinde bulunduğu halin, çevrenin, zamanın, mekânın tedaviyle ilgisi yoktur. Önemli olan şaşmaz tahliller, yanılmaz labo- ratuvar sonuçları, eksiksiz röntgenler filandır.(Mükerrem Mert)

—————————————————
İmam Gazâlî hazretleri müslümanların ilimlere bakışının nasıl olması gerektiğini şöyle açıklar: “İlimlerin değeri iki şey ile ölçülür. 1. Neticesinin yüceliği, 2. Delilinin kuvvet ve sağlamlığı. Neticesiyle ölçmeye örnek din ve tıp ilimleridir. Din ilminin neticesi ebedî yaşayışı temin, tıp ilminin neticesiyse vakitli yaşayışı sağlamaktır. Buna göre din ilmi tıptan üstündür. Delilinin kuvvet ve sağlamlığıyla ölçmeye örnek matematik ve astronomi ilimleridir. Delili daha sağlam ve kuvvetli olduğu için matematik ilmi astronomi ilminden daha şereflidir. Matematik, tıp ile ölçülürse gayesi bakımından tıp, delili bakımından hesap önce gelir. Fakat neticeyi düşünmek daha doğrudur. Bu sebeple her ne kadar çoğu tahminî ise de tıp ilmi matematikten üstündür.”

Büyük âlim tıp ilmini, dinî ilimlerden sonra en üstün ilim olarak görmektedir. Bununla birlikte çoğunun tahmine dayalı olduğunu da belirtmektedir. Bugünkü modern tıpçılar ise sürekli değiştirdikleri iddialarının tahmine de ğil kanıta dayandığına her nasılsa bizi ikna etmektedir. Sağlık ilmi tarihin hiçbir döneminde kanıta dayalı olmamıştır. Her hastalığın zamanla bir ilacı bulunduğu gibi her ilacın da zamanla bazı zararları bulunmuştur.(Mükerrem Mert)

—————————————————
Filozof, bilgisever demektir. Eskiden matematikten dil bilgisine, ahlâktan tıp öğrenimine kadar her alanda bilgi sahibi bu kişilere “filozof” denirdi. Şimdi “bilgiseverlik” yerini “bilgisayarlığa” bıraktı. Artık öğrendiklerimizin niteliğinden çok niceliği önemli. Kaç kitap okuduk, ne kadar dipnot gösterdik gibi sayısal değerler arasında bocalayıp duruyoruz. Ve bu “bilgisayarlık” hızla “bilgisanırlığa” doğru ilerliyor. İnternette bir günde üretilen yayın belki tarihte bir yüzyılda bile üretilemiyordu. Ama bu bilgi yığını arasından işe yarayacak, doğru bir sonuç almak aslanın ağzından ekmek almak kadar zor. Yalan yanlış, tutarsız, temelsiz fikirleri bilgi diye tüketiyoruz. Zihinlerimizi çöplüğe çeviriyoruz.(Mükerrem Mete)
—————————————————
Meslekler pratiktir. İşe yaradıkları, ihtiyacı karşıladıkları gibi yollarına devam ederler. Ama entelektüellik teoriktir. “Ben kendime bu bilgi alanını seçtim, kalanı beni ilgilendirmiyor” diyemez. Teorik sahada alanlar iç içedir. Tıp matematikten, matematik siyasetten, siyaset sanattan ayrılamaz.Aristo, Fârâbî gibi adamlar bütün ilimleri toplamaya çalışan kitapları boşuna yazmamıştır.

Karl Marksi ele alalım. Bu tek adam çok büyük bir filozof, iktisatçı ve sosyolog kabul ediliyor. Felsefede diyalektiği, iktisatta artı değer teorisi, sosyolojide yabancılaşma teorisi büyük değer görüyor. Onu bir felsefe kitabından okursanız diyalektiğini iyice anlarsınız. Ama artı değer ve yabancılaşma yaklaşımları konusunda pek bir şey öğrenemezsiniz. Aynı tekillik yakanızı bu adamı iktisat veya sosyoloji kitaplarından okuduğunuzda da bırakmaz.İyi ama Kari Marks’in bu üç teorisi iç içedir. Birbirinden bağımsız değildir ki. Yabancılaşmayı anlamayan biri aslında diyalektiği de anlamamış sayılır. Öyleyse Marks’ın felsefesi, iktisadı ve sosyolojisi ayrılamaz.

Biz Marks’a katılmayız. Dünya görüşünü, değerlerini paylaşmayız. Ama hakkını da teslim ederiz. Çok yönlü bir fikir adamıdır. Uzmanlaşmanın kısır penceresinden anlaşılamayacak biridir.(Mükerrem Mete)

—————————————————
Fikirler slogan değildir, televizyonlarda reklam için kullanılan spotlara da benzemezler. Ancak bağlamlarıyla, önceleriyle ve sonralarıyla anlaşılırlar. Tamamen zıt ekollerden iki fikir adamının sadece söylediği sözler yan yana gelince hoş duruyor diye birinden öbürüne bağlantı kuramazsınız. Bir fikri anlamak için mutlaka örgüsünü, dayandığı temeli ele alacaksınız. Mesela, “Anı yaşa” sözünü haz düşkünü bir ateist de söyleyebilir, dindar bir edebiyatçı da. Peki ikisi de aynı şeyi mi kasteder? Sonuçta söz aynı olduğu için kasıt da aynı olmak zorunda gibi saçma bir şey söyleyemeyiz. Evet, çoğu zaman farklı şeyleri kastederler. Hatta belki de zıt şeyleri kastederler.Fikrin bağlamını önemsemeye başlayınca bizi entelektüel yolculuğumuzun gayesine götürecek anahtarı bulmuş oluruz.

Fikirlerin arka planını sorgulamak insanın kendi okuma, öğrenme gayesini de gözden geçirmesine vesile olur. Böylece neyi neden okuduğumuzu daha iyi değerlendirmeye başlarız. “Kitap işte okuyayım, onu da merak ediyordum zaten, bunu şurada duymuştum, bu da yeni çıkmış” gibi rüzgârlara kapılmayız. Önce amacımızı belirleriz. Sonra bizi amacımıza ulaştıracak yolu buluruz. Yavaş yavaş okuduğumuz her kitabı, öğrendiğimiz her bilgiyi, ürettiğimiz her fikri koyacak yerler bulmaya ve yerler arasında uyum sağlamaya alışırız.(Mükerrem Mete)