Bugün kitleleri harekete geçinen şey kopma değil, bulaşmadır
Jean Baudrillard[1]
Toplumsal gözün aynı anda hem izleyip hem de izlendiği sayısız ekran, bedene dair kolektif beklentinin artiküle edildiği bu çağın ortak havuzudur. Beden meselelerinin hastane, klinik ya da spor salonu gibi tipik mekânlardan taşarak; yaşamın her an ve alanına yayılmasını organize eden ekranlarda, —ki bunların içine televizyondan bilgisayar ekranına, dergilerden reklam afişlerine dek tüm ekran modelleri girer, beden ölçüleri güncellenir ve dağıtıma sokulur. Bedene dair tatminsizlik hissi ve bu hisse neden olan karşılaştırmacı / hasetçi ruh, stratejik biçimde en fazla bu ekranlar üzerinden kışkırtılır. Nitekim ekranın çerçevesine giren herkes birer uzman, her görüş birer hakikat gibi anlaşılmaya müsaittir. Buna istinaden ekran objesi olarak beden ve onun sağlık dâhil tüm uzantıları bir tür yozlaşmayı dillendirir.
Ekranlardan dağılan ifadeler, birer zorunlu nasihat gibi evlerden kafelere, aile sohbetlerinden akademik çalışmalara ulaşmakta ve yankı bulmaktadır. Bizimkisi, sağlıktan bahseden bir hastalık toplumudur. Ya da sonsuz yaşamayı arzulayan bir ölüm toplumu. Hakikatin reddedilişi bu açıdan bir bakıma hakikatin kendisini beslemektedir de. Ekran uzmanlarına gelince, onlar bize günümüz modern toplumunda her şeyi düzeltmenin, yeni ve harika başlangıçların sentetik yollarını sunarlar. Bir cümle, görüntü ya da sesle yayılan bu öneriler, kaynağı olan ekrandan koparak, izleyicilerinin birbirlerine hızla bulaştırdıkları iç gıdık- layıcı bir virüsü andırır.
Ekran kültürü, bir yandan uyulduğu takdirde elde edilecek büyük ödülün baş döndürücülügünû, diğer yandan da ihmal edildiğinde gerçekleşecek lanetin kaçınılmazlığını fısıldar. Buna göre gündelik yaşamın her an tedbir almayı gerektirecek ölümcül semptomlarla dolu olduğu söylemleştirilir. Öyle ki her an yeni bulgular, teşhisler ve uyanlar yapılır ve böylece modern toplum hedefi belli ve mutlak olmayan formüllere göre yaşamaya zorlanır. Ekran objesi olarak beden bir türlü tamamlanamayan ve dahi gücünü de tam da bu tamamlanamamazlık- tan alan bir yapbozu andınr. Ekran, bilginin tümüyle bedensel / dünyevi amaçlara koşulduğu anlamdan yoksun ironik bir aydınlanmayı ifade eder.
Bireyleri kitleleştiren ve onları ortak bir yıkımın eşiğine getiren ekran, bugün beden rejiminin kamusal alana ait bir değer olduğu fikrini de üretir. Günün her saati, mekân ayrımı gözetmeksizin, radyodan televizyona, internetten sinemaya kadar her köşede küresel beden politikaları, sağlıklı ve güzel olmanın toplumsal işbirliği halinde kazanılması gereken bir hak olduğunu düşündürür. Bir yandan çılgınca koşuşturan, diğer yandan boş zaman aktiviteleriyle kuşatılan modern birey, bu haliyle beden-için be- den-terbiyesini gerçekleştirebileceği zihinsel hazırlığa tabi tutulur. Sonlu yaşam içinde sonsuzluğa ulaşma arzusunu coşkuyla ve gönüllüce duyumsayan bu bireyler için ekrandan yansıyan her beden figürü, kendisi ile yaşadığı dünya arasındaki ontolo- jik değiş-tokuşun vazgeçilmez gerekliliği olarak okunur.
Bu ekranlar -bunlara beden-ekranları da denilebilir, uzun zamandır eskimekte, yıpranmakta, aşınmakta ve gevşemekte olan bedenin tamir edilmesi gerektiğini hatırlatır. Bu hatırlatma ve hatırlatmanın birey tarafından onaylanışı, her ikisinin birden taşıdığı ölüm endişesinden beslenir. Yani bedene dair yaraları işaretleyen ekranlar, bu yaraların merhemlerini de gösterir.
Bu anlamda sonsuza dek yaşamanın imkânsız umudu gizlidir. İmkânsızdır, çünkü kusursuz beden düşüncesi ne kadar pazarlanırsa pazarlansın; onun son bulmasına engel olacak kusursuz reçete mevcut değildir ve olmayacaktır.
Yine de ekranın cazibesi, maziyi silikleştiren hızından gelir, Şöyle ki, ekran karşısındaki beden-izleyici kasıtlı bellek yitimine uğrar. Alain de Botton, bu bellek yitimi hakkında hastaneler ile televizyon arasındaki analojiye dikkat çeker: “Hastanelerin kaza ve acil servis bölümlerindeki kurumsal bellek yitimi, haber merkezlerinde de vardır: Her gece kan lekeleri silinir ve ölenlerin anısı kaybolur gider”.[2] Kesin ve kalıcı iyileşmeye yer olmayan bu ortamda her ses ve görüntü izleyicinin üstüne alındığı birer mesaj formatında yeniden üretilir. Herkes kendi bedeniyle ilgili en radikal kararlan almaya, en ağır hapları yutmaya ya da gerekirse bazı organlarının belli bölgelerini aldırmaya razı gelir. Bedene dair her çözüm arayışı ve girişiminin çare aradığı sorunlardan daha büyüklerini doğurabiliyor olması bu kontrolsüz tutkuyla alakalıdır.
Sağlık dahi böylesi bir kontrol-dışılığın gölgesinde ve sek- törel beden politikaları içinde ticarileşmekte ve iyi beden mitiyle birleştirilmektedir. Böylece hayatın anlamına dönüşen beden ve beden sağlığı, -hayatın anlamı yapılan her kazançlı şey gibi,[3] kârlı bir endüstri halini alır. Modern kapitalist toplumda iyi bir beden için yapılan tüm harcamalar, bunun sonucu olarak, gider kaleminden muaf tutulur. Ekranın uzmanları sağlıklı ve güzel olma amacına dayalı verdikleri kürleri ve hatta ilaçlan endüstriyel sisteme uyumluca sürekli yenilerler. Beden bu koşullar altında kolektif tüketici davranışı kadar bir tür toplumsal patolojiye de gönderme yapar. Kierkagaard’ın “ölüme götüren hastalık” ifadesini tersine çevirerek “ölüme götüren sağlık”tan bahseden Adorno,[4] bu nedenle pek de haksız sayılmaz.
Bugün tıbbın bile bir şekilde ekran kültürüne indirgendiğini öne sürmek akıl-dışı olmayacaktır. Nitekim bir zamanlar hayır kurumlan olarak çalışan hastaneler, daha sonra belli mekânlarda bilimsel uzmanlık konularına evrilmişse de; bugün itibariyle ağırlıkla ekranlar üzerinden sokağa taşınmıştır. Başka bir deyişle, ekranlar modern bireyin zihnini, içinde sayısız başarı ve yıkım hikâyesinin döndüğü bir tür imgesel kliniğe dönüştürmüştür. Buradaki etki fikir-alışverişinin çok uzağında; duygular, davranışlar ve alışkanlıklar üzerindeki belirleyiciliktir. Uzak bakışları aynı çerçevede buluşturan ekran, beden politikasının küresel dolaşımım tedarik etmektedir.
İdeal bedenin herkesçe kabul edilir ölçülerini benimseyen dağınık bireyler, bu sayede “biz duygusu”na vasıl olur. Burada herkes bir diğerinin ölçüsü gibidir. Öyle ki yalnızlığın yıldırıcılığını, dışlanmışlığın korkusunu ve değişme istencinin meşru övüncünü burada paylaşırlar. Ekranın bu nedenle belli bir uzamdan ziyade bir tür örûntû / ağ olduğu söylenebilir. Reality-show anlayışıyla yapılandırılan bu ağda tıp ve bilimin otoritesi tazelenir, dünyanın geçici ve modern bireyin de kırılgan bedene sahip olduğu düşüncesi yeniden kurgulanır. Bu planda bedeni inciten ya da eskiten en ufak iz dahi, varlığın bütününe yönelmiş merhametsiz bir saldın olarak algılanır.
Gözle görülür panik havasının tecrübe edildiği bu ağ, ekranın dekorundan söylevine, tasarımından felsefesine kadar her noktaya uzanmıştır. Bauman haklıdır: “Pazarın körüklediği korkular,endişeler ve bunun yol açtığı acılar, pazarın sürmesi için vazgeçilmez olan tüketici davranışını ortaya çıkarır ve besler”5 Bu nedenle ekranda bedene dair ya hastalığı / çirkinliği mimleyen sinyallere vurgu yapılır ya da çoğu zaman olduğu gibi yapay sinyaller yaratılır. Ulrich Beck, bu eksende bilimi -burada bilim burada tıp başlığı altında özelleştirilebilir—, toplumu her türlü yıkıcı eyleme teşvik eden risk faktörlerinin yapay üretimindeki önemli aktörlerden biri olarak eleştirir.[6] Buna göre her yerde risk ve tehlike görmek tüketimciliğin özüdür. Ekransa yaşamı tıbbileştirirken; tıbbı da —tıpkı gündelik yaşam gibi— objeleşti- rir. Burada her özgür bireyin üstlenmesi gereken roller ve sorumluluklar belirlenir. Neticede bedenin yüceliğine iman, ekrana tabiiyet ve tıbba itaat esastır.
Bugün beden için bilimin, özelde tıbbın, daha da özelde doktorun taşıdığı anlam, bir zamanlar hayatın sırrını çözmek uğruna binlerce kilometre yürünen bilgelere benzemektedir. Şimdi tüm sır ve çare sanki sadece doktorun elindeymiş gibidir. Gündelik hayatın bedenileşmesi ve bedenin tıbbileşmesi, doktorları içinde yaşadığımız asrın en karakteristik göstergelerinden biri yapmıştır. Çünkü onlar, her ne kadar ölümün kendisini engel- leyemese de onun nedenlerine karşı yürütülen mücadeleyi betimler. Bu ifade şu anlama da gelebilir: doktorun gücü, her biri birer hasta olan modern bireylerin ölüm hakkında duyduğu endişeyle doğru orantılıdır.
Bir sonraki aşamada, tıbbileşen gündelik yaşam ölümün kendisini değilse de; ölme biçimlerini kuşatır. Modern birey, yaşarken olduğu gibi, artık ölürken de bağımsız ve hür değildir. Bir zamanlar ölmekte olanın üzerindeki sıkıntıları dindirmek adına görev ve ayinleri topluca hayata geçiren pastoral ve maneviyat- merkezli toplumlar, bugün sevdiklerini son vakitlerinde çağın din adamları olan doktorlara ve çağdaş mabetler hükmündeki hastanelere teslim etmektedir. Artık yakınlarımız, son anlarını kelimeye dahi dönüşemeyen hissedişlerinin gizemli ve bir o kadar da çileli sessizliği içinde izole yoğun bakım ünitelerinde geçirmektedirler. Modern kültür ölümsüzlüğü mümkün kılamadığı oranda; ölümün alametlerini silme ve ölenin hatıralarını -sanki hiç yaşanmamışçasına- ortadan kaldırma telaşı içindedir.
Selçuk Timur Demir – Ten Medeniyeti,syf:45-51
Dipnotlar:
[1] Kötü lüğün Şeffaflığı, Ayrıntı Yay. ,2016.
[2] Alain de Botton, The News: A User’s Manual, Vintage, 2014, p. 252. (Haberler: Bir Kullanma Kılavuzu, Sel Yay., 2015).
[3] Terry Eagleton, The Meaning of Life: A Very Short Introduction, Oxford University Press, 2008, p. 28. (Hayatın Anlamı, Aynntı Yay., 2012).
[4] Theodor W. Adomo, Minima Moralia, Metis Yay., 2005, s. 60.
[5] Zygmunt Bauman, Yasa Koyucular ve Yorumcular, Metis Yay., 2012, s. 225-226.
[6] Ulrich Beck, Risk Society: Towards a New Modernity. Sage Publicati- ons, 1992, p. 29. (Risk Toplumu: Başka Bir Modernliğe Doğru, İthaki Yay., 2011).
0 Yorumlar