Dilaver Selvi – İçimizdeki Dünya
“Küçük çocukken ölüp Cennet’in en yüksek yerlerine ulaşmak beni fazla sevindirmez. Beni sevindiren, onu tanıyarak ölmemdir. Bunun için yüce Allah’tan beni uzunca yaşatıp kendisini tanıtmasını isterim.”
İnsanın başına şu dört durumdan biri gelir: nimet, mihnet, musibet, masiyet.
Nimete ulaşınca şükretmelidir. Mihnete ve sıkıntıya düşünce sabretmelidir. Musibete uğrayınca elden gelen tedbiri aldıktan sonra ilâhi takdire rıza göstermelidir. Masiyeti yani günahı istiğfar ve tövbe ile temizlemelidir. Bunları yapan kul, her halde Allah’a yaklaşmış ve başına gelen her şeyden hayırlı bir sonuç almış olur. Aksi durumda, acı-tatlı her şey zarar sebebi olur.
Aslında kula sıhhat gibi, hastalık da kalbini Allah’a bağlamak için verilmiştir. Zenginlik gibi fakirlik de Cennet’e götürme sebebi yapılmıştır. Galibiyet gibi mağlubiyet de kula mârifet ve edep kazandırsın diye takdir edilmiştir. Bütün bunların bir hesabı ve hedefi vardır.
Olaylara gönlün bakışı önemlidir. Yani işleri tatlandıran veya acılaştıran gönüldür. Allah ile hoş olmuş güzel gönüller her şeyde bir güzellik arar; ağzına acı konsa, onu bal niyetiyle yutar. Günah ile kararmış ve tadını kaçırmış gönüller ise Cennet’e girse kusur arar. Ta ki tövbe edip Allah diyene kadar!
İyi-kötü ayırımı insanların işlerinde olur. Bütün işlerin iki yönü vardır. İşler bir yönüyle yüce Mevlâ’ya aittir. Diğer yönü kullara bakar.
“Biz Allah’ın iradesi dışına çıkamayız. Yaptıklarımızı Allah dilemeseydi biz yapamazdık. Her şey bir kadere bağlıdır. Biz, kaderin çizdiği yolda gidiyoruz.”
Bu sözler, doğrudu; fakat onlar kulun işlediği günahlarına karşılık kendini haklı, mazur veya mecbur göstermek için ileri sürebileceği bir özür değildir. İnsan bu şekilde yalnızca kendisini avutmuş ve kandırmış olur. Bu tür düşünce ve sözler, şeytanın süslemesi, vesvesesi ve oyunudur. Mükellef insan, kendisini nura, hayra, taate, ibadete, Cennet’e ve Allah rızasına çağıran davetçiye uymuyor; fakat şeytana’ kulak verip şerre koşuyor. Sonra da “Kader böyle, ben ne yapabilirim ki?” diyerek kendini geri çekip kaderi öne sürüyor.
Bu halde bile yüce Rabb’i insanı bırakmıyor. Ona acıyor, yoluna ve nuruna davet ediyor, tövbesini bekliyor, affını müjdeliyor, Cennet’ini vaat ediyor. Ama isyankâr insan, davet edildiği rahmet kapısını kendi üzerine kapatıyor, ona sırtını dönüyor. Ardından, “Ben o kapıdan kovuldum, mahrum oldum, ne yapabilirim ki, elimden ne gelir?” diyor. Bu, insanın kendine zulmetmesi, âdeta canına kıymasıdır.
İsyana dalıp: “Ben ne yapayım, kaderim bu!” demeyi ne iman, ne ilim, ne akıl ne de tecrübe kabul eder.
İman, Allah’a teslimiyeti, sevgiyi, saygı ve itimadı istiyor.
Kalp gözünün biri şeriat nurlarını, diğeri ise hakikat sırlarını görür. Bazen kalbi, inkâr zulmeti kaplar, kalbin iki gözünü birden örter. Bu hâl, basiretin kör olmasıdır. Bazen kalbi, günahların, nefsani hazların peşinde koşmanın ve hevaya uymanın karanlığı kaplar; bu durumda hakikat gözü kör olur, şeriat gözü zayıflar. Onların ilacı, hakikat gözünü mârifet nuruyla açmak, şeriat gözünü ise günahlardan korumaktır, O zaman kalp, görmeye başlar. Bunun için de kula bu mârifeti ve edebi kazandıracak ârif bir şeyhin sohbeti (manevî terbiyesi) gereklidir.”229 ‘
229 İbn Acibe, el-Bahrü’l-Medid, 3/ 306.
“Evladım, akıl nedir, akıllı kimdir?” diye sordu. İmam Azam, o zaman henüz gençti. Biraz düşündü ve sonra:
“Efendim, iyiyi kötüden seçmeye akıl; bu aklı taşıyana da akıllı denir?” dedi. Hocası Hammad:
“Bu yeterli bir cevap değildir; çünkü hayvanlar da bir dereceye kadar iyi ile kötünün arasını seçebelir. Mesela, bir hayvan, kendisine yiyecekle gelenle sopayla geleni fark eder! Yiyeceği görünce koşarak gelir, sopayı görünce kaçar.” dedi. Bunun üzerine, İmam Azam, hocasına:
“Efendim, sorunuzun cevabını siz lütfedin.” deyince, üstadı şu cevabı verdi:
“Gerçek akıl, iki iyi ve faydalı şey bir araya gelince, hangisinin daha iyi ve daha faydalı olduğunu bilip seçmektir, asıl akıllı da bu seçimi yapan kimsedir.”
Aklın, dengede olanı en iyisidir; ahmak gibi, haddi aşan, ölçüsüz işler yapan, kendini beğenen, insanları küçümseyen, hakka boyun eğmeyen, her işinde isrâfa giden dahiler de dinimizce yerilmiştir.
Büyük ârif, Şihabüddin-i Sühreverdi der ki: “Kimin aklı nefsi tarafına çevrilmiş, yani ters yöne döndürülmüş ise o kimse, aklını eşya ile meşgül edip dağıtır ve dengesini kaybedip hidâyet yolunu şaşırır. Kimin aklı istikamet üzere ise basiretle desteklenir; kâinatın yaratıcısına yol bulur. Sonra, kâinat ve kâinatı yaratanla ilgili bilinecek kısımları tam olarak elde ederek hem yaratanı hem de yaratılan kâinat ve eşyayı tanır. İşte bu akıl, doğru yolu bulacak akıldır. Bu durumda akıl, sahibini, Allah Teâlâ’nın sevdiği şeylere yönelmeye sevk eder ve Allah Teâlâ’nın kötü gördüğü işlerden de men eder. Böylece kul, devamlı Allah Teâlâ’nın sevdiği şeylere tâbi olur ve onun gazabına sebep olacak şeylerden sakınır. Akıl, dosdoğru olup basiretle desteklenince sahibini hidâyet yoluna sevk eder ve batıl yoluna set çeker.”224/
224 Sühreverdî, Avarifü’l-Meârif-Gerçek Tasavvuf, s. 591.
Akıllı kimse, şerefi, Mevla’sına kullukta arar. Bu kulluğu seçen gönlün tadı, aşk ile hizmet yapmaktır. Zevki, cemale bakmaktır. Neşesi, her şeyin önünde, içinde ve sonunda yüce Allah’ın tecellilerini görüp zikre dalmaktır. İrfanı, maddeden manaya, sebepten müsebbibe, kesretten vahdete yol bulmaktır. Yani kime, neye ve nereye baksa onda yüce Allah’ın kudret, hayat ve rahmet tecellisini görmektir. Aklımızı kullanalım da eşyaya kul olmayalım. Bu nur elimizden alınmadan Allah diyelim, Allah!
Her insan aklıyla ölçülür. İnsanın ne kadar akıllı olduğu, edebinden ve amelinden anlaşılır. Hadiste belirtildiği gibi, aynı miktar namaz kılan, zekât veren, hac yapan kimselere, kıyamet günü aynı sevap verilmez; her birine akıl derecesine göre yani ibadetteki mârifeti, şuuru, edebi ve ihlâsına göre sevap verilir.218
217. Söz, Ibn Ataullah-ı Iskenderı ye aıttır. Açıklaması için bk. Ibn Acibe, İkâzü’l imem fi Şerhi’l-Hikem, s. 533 (Beyrut 2005, l. Baskı).
218 ‘Ilgili hadisler içir bk. Beyhakı, Şuabu l-Iman, nr. 4637-4638.
“İlmin yeri kalptir. Kalp deyince bütün azaları idare eden manevî latifeyi kastediyorum. Bu kalp bir ayna gibidir. İlimler orada yansır. Fakat her ayna suret göstermez. Bunun temelde beş sebebi vardır. Bunlar şunlardır:
1. Ayna henüz hazır ve tamam değildir, ayna yapılacak madde külçe halindedir, işlenmemiştir. Parlatılıp ayna şekli verilmemiştir. Bunun için ayna görevi yapamaz.
2. Ayna tamamdır, göstermeye hazırdır; fakat kirletilmiş ve yüzü iyice karartılmıştır. Bu durumda yine bir şey göstermez.
3. Aynanın maddesi tamam, göstermeye hazırdır; fakat gösterilecek yere ve şeye çevrilmezse yine maksat hâsıl olmaz. Mesela, gösterilecek şey, aynanın ön yüzünde olması gerekirken arka tarafına konursa bir şey gözükmez.
4. Ayna tamam ve gözükecek suret aynaya dönük olsa; fakat aralarında bir perde olsa, ayna yine bir şey göstermez.
5. Aynada yansıyacak şeyi bilmemek ve aynayı o şeye çevirmemek de neticeyi olumsuz yapar, istenen şey aynada gözükmez“
İmam Gazâli, bir başka yerde, şu durumu hatırlatır:
“Rahman ve kerim olan Allah’ın nurları bütün âleme yayılmıştır; kimseden kıskanılmamıştır. Bu nurları kalplerden perdeleyen yüce Allah değil, kulların kendileridir. Kullar kalplerini bir sürü boş meşgüliyet ve günah kirleriyle doldurmuştur. Hadiste belirtildiği gibi kalpler birer kap gibidir. Bir kap su ile tamamen dolu olunca oraya hava girmez; aynı şekilde kalpler de Allah’tan gayri şeylerle dolu olunca, oraya yüce Allah’ın mârifet ve muhabbeti girmez.”’7′
l. Kalbi ölü grup: Bunlar için, bütün Kur’ân ve kâinat âyetleri hiçbir şey ifade etmez. Onlar, insanî kalplerini hiç kullanmazlar, bu durumda sanki kalpleri yok gibidir. Onlar için varlığın tek sebebi mide, şehvet ve maddî menfaattir. Buna hayvanî hayat denir. Kur’ân’da belirtildiği gibi, bu kalbin sahibi koyu bir karanlık içindedir. (En’am 6/122; Nur 24/40). Kâfir ve münâfıklar böyledir.
2. Kalbi diri; fakat gâfil grup: Bu grubun kalbi diridir, yani içine iman nuru konmuştur, sahibi mü’mindir, fakat gâfildir. Onun kalbinin düşünme, anlama ve ilahî nuru alma istidadı vardır; fakat sahibi bu istidadı tanımaz, kullanmaz ve geliştirmez, hep başka şeylerle meşgül olur. Dili Mevlâ derken, kalbi dünya derdiyle yanar. Ebedi dosta ulaşma yplu aramaz, hep dünya işlerinin peşinde koşar. Maneviyata bakmaz, akılla bildiği ve bulduğu ile yetinir. Feyiz derdi yoktur. Mübah zevklerle eğlenir. İlme uyup imanın hakikatine ulaşmaz, ömrünü taklit içinde geçirir. Kalbini zikirle mamur etmez, gaflet içindedir. Kendisine okunan Kur’ân âyetleri ve her gün gördüğü kâinat âyetleri üzerinde hiç düşünmez.Kalbini, nuru almaya hazırlamaz. Bu kimse de ilahî âyetlerden gerçek manada istifade edemez, kâinattan ibret alamaz, asıl faydayı göremez. İmanı ve taklitle yaptığı ibadetleriyle kalır.
3. Kalbi uyanık ve nura âşık grup: Ayette belirtildiği gibi (En’am 6/122) bu gruptaki kimsenin kalbi ilahî nurla dirilmiş, uyanmış ve nura yönelmiştir. Onun gönül gözü açıktır. Bu kimse, bir Kur’ân âyeti duysa, hemen kulak verir, kalbini açar, manayı almaya hazır hale getirir, dikkat kesilir. Kâinatta ibretlik her ne görse, aynı şekilde hareket eder. Her şey onun için bir mana ifade eder, mesaj verir, mârifet sebebi olur, muhabbete kapı açar, kalbinin nurunu ve imanı artırır, yakînini çoğaltır. İşte bu grup halkın en hayırlısı ve en akıllısıdır. Resülullah Efendimiz (s.a.v) bu kalp sahiplerini Övmüştür.145 Ayet-i kerimede yüce Allah onları gerçek akıl sahipleri diye tanıtmıştır. (Al-i İmrân 3/190)
****
145 bk. Fîrüzâbâdî, Basâiru Zevi’t-Temyı’z fî Letâı’fi’l-Kitâbi’l-Azîz, 2/321-322. Beyrut, trs. Kalplerin ilahî nur almada nasıl farklı olduklarının açıklaması için bk. Gazâlî, İhyâ, 3/57-58 (Beyrut, 2000).
“Kalp, dört hal içinde döner durur: cehalet, şek, zan, ilim. Cehalet içindeki kalp, sürekli karanlık içindedir. Ondan, hak adına hayırlı bir iş çıkmaz. Şek içindeki kalp, amel eder; fakat yakîn ve samimiyetle değil.Zan içindeki kalp, iki tercih arasında kalır. Bir iyi, bir kötü tarafa döner durur. Ağır basan taraf, kalbe hâkim olur. Kesin ilme ve yakîne sahip olan kalp ise sadakatle amel eder, Hakk’a tâbi olur, doğru yolda gider, hata etmez.”144
“Kalp; öyle bir cevherdir ki kul onu tanıdığında nefsini tanır; nefsini tanıdığında, Rabb’ini tanımış olur. Kul; kalbinin cahili olursa nefsinin de cahili olur. Nefsinin cahili olan kimse, Rabb’inin de cahili olur. Kalbinin cahili olan kimse başkasını tanıma noktasında daha cahil olur. Insanların ekseriyeti, kalplerinin ve nefislerinin cahilidir; nefîsleriyle kendilerinin arasına farkında olmadıkları birçok perde çekilmiştir.”141
“Hakikatte yüce Allah’a itaat eden kalptir. Allah’ı bilen, Allah için amel eden, amel ve ibadetle ilâhî huzura giden, Allah’a yakın olan, Allah katındaki ve huzurundaki şeylerin kendisine keşfedilip açıldığı organımız kalptir. Diğer azalar kalbe tâbidir. Allah’tan başka şeylerden temizlendiğinde, Allah katında makbul olan kalptir. Allah’tan gayri şeylerin düşünce ve derdi içinde kaybolduğunda, Allah’tan perdelenen kalptir. Allah tarafından muhatap alınan ve kendisinden kulluk talep edilen de kalptir. İtaat etmediği zaman azarlanacak ve azap görecek olan da kalptir. Evet, kalp öyle bir azadır ki kul onu manevî kirlerden temizlediği zaman Allah’a yaklaşıp kurtuluşa erer; inkâr ve isyanla kirletip safiyetini bozduğu zaman zarar eder, şakî olur, azaba uğrar.
“Allah Teâlâ’nın insanlar içinde (ilim ve nur taşıyan) kapları vardır. Rabb’inizin bu kapları sâlih kulların kalpleridir. Onların Allah’a en sevimlisi de en yumuşak ve en ince olanlarıdır.”64
Hz. Ali (r.a) bu kalpleri şöyle açıklar: “Bunlar, dinde en kuvvetli, yakînde en temiz ve din kardeşlerine karşı en ince ve hassas olan kalplerdir.” Allame Münavî, bu hadisin şerhinde, kalplerin nura nasıl hazırlandığını ve onu nasıl yaydığını şöyle açıklar:
“Kalp; zikir, tefekkür ve taatla incelip yumuşadığı zaman parlak bir ayna gibi olur. Meleküt âleminin nurları oraya yansıdığında göğüs aydınlanır ve o nurların şualarıyla dolar. O zaman kalp gözüyle Allah Teâlâ’nın halk ve eşyadaki tecellilerinin iç yüzünü görür. Bu onu Allah Teâlâ’nın nurlarını müşahedeye sevk eder. Kul, bu nurları müşahede edince, elde ettiği safa ve safilikle tam olarak süslenir ve yücelir. İşte o zaman bu kalp Allah Teâlâ’nın özel olarak nazar ettiği bir yer olur. Cenâb-ı Hak o kalbe her nazar edişinde kalbin sevinci, sevgisi ve şerefi artar. Mevlâ onu rahmetiyle kuşatır, içinden sıkıntıyı giderir ve manevî ilimlerin
nurlarıyla doldurur.
Hz. Lokman (a.s) oğluna demiştir ki: “Oğlum! Allah’a yönelmiş âlimlerle beraber otur, onların meclisinden ayrılma. Şüphesiz Allah, gökten indirdiği yağmurla kuru toprağı canlandırdığı gibi, nur sahibi âlimlerden çıkan hikmetle de ölü kalpleri diriltir.”65
..
İmam Gazâlî (rah), Tevhid Risalesi’nde, âyetteki benzetmeyi şöyle yorumlamıştır:
“Bu âyette insanın bedeni ve beşeriyet yönü, içine ışık konan bir kandilliğe benzetilmiştir.
O kandilliğe konan lamba tevhid nurudur.
Bu lambanın içinde bulunduğu cam fanus kalptir. Tevhid nuru insanın kalbine konmaktadır.
Kandilliğin beşeriyete benzetilmesi yoğunluk ve kapalılık sebebiyledir ki kapalı yer karanlık olur. Karanlıktaki lamba daha fazla ışık verir, aydınlığı daha çok kendini gösterir.
Tevhîd nurunun, lambanın ışığına benzetilmesi içeriyi ve dışarıyı aydınlatması nedeniyledir.
Kalbin cama benzetilmesi, camın şeffaf ve latif olmasındandır. İçinde ışık bulunan cam fânus nasıl her yeri aydınlatıyorsa, aynı şekilde kalp de içindeki tevhîd nuruyla diğer uzuvlara ışık verir, aydınlatır. Resülullah Efendimiz (s.a.v), kalpte bulunun bir şeyin diğer âzalara sirâyet ettiğini şöyle ifade buyurmuştur:
“Kalbinde huşu olan kimsenin diğer uzuvları de huşü (huzur) içinde olur.”37
Yine camın inci gibi bir yıldıza benzetilmesi onun ışık yaymasına ve parıldamasına; bu yıldızın inci gibi oluşu cevherinin saflığına ve parlaklığının fazlalığına işarettir.
Doğuya ve batıya nisbet edilemeyen zeytin ağacından bahsedilmesi, onun üstün nitelikli saf yağa sahip oluşu ve iyi yanmasından ötürüdür. Tevhîd ağacı da böyle olup doğuya ve batıya nispet edilemez. Yani tevhid ağacı, putperestlik, Yahudilik, Hıristiyanlık, Dehriyye, Müşebbihe, Kaderiyye, Mu’tezile, Cebriyye gibi birtakım fırkalara ait bir şey olmayıp yüce İslâm dinine özgü olup bütün kâinatı saran bir şeydir.
Işığın yağının üretildiği zeytin ağacının doğuya ve batıya ait olmaması, tevhîd ağacının bir yere ve yöne ait olmadığını ifade içindir. O, ne göğe, ne yere, ne arşa ne de ferşe aittir. Tevhid nuruyla aydınlanan kalp de böyledir. O, bütünüyle Cenâb-ı Hakk’a bağlıdır; her şeyi ile ona aittir. Sadece ona yönelir, ondan nur alır, feyizlenir, desteklenir, şeref bekler.
Yine bu ağacın (yani tevhîd ağacının) doğuya veya batıya nispet edilmemesi, tevhide ulaşan kimsenin, dünyayı, dünyevî şeyleri, ahiret ve onun nimetlerini istemeyip sadece Allah’ın cemalini arzuladığı anlamına gelir.
Bunu şu şekilde anlaman da mümkündür: Tevhid ehli mü’min, Cennet’i arzulamaz, Cehennem’den korkmaz. Korku ona galip gelmediği için Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez. Ümit ona üstün gelmediği için Allah’ın mekrinden (imtihanından) emin olmaz. Yani o, korku ile ümit arasındadır. Bu bakımdan mü’min bir kimsenin korku veya ümidi tartıldığı takdirde, her ikisinin de birbirine eşit olduğu görülür.
“Ateş değmese bile neredeyse yağın kendisi aydınlatacak.” âyeti, bu yağın saflığını ve parlaklığını “Nur üstüne nurdur.” ifadesi de yağın nurunun kandilin nuruna, kandilin nurunun da camın nuruna eklendiğini belirtir. Hakk’a âşık muttaki mü’minin kalbi de böyledir. Hak âşığının kalbi öyle bir cevherleşmiştir ki kendiliğinden ışık verir haldedir. Diğer sebep ve sâlih amelleri ile bu nur daha da artar ve parlar. Şüphesiz Allahu Teâlâ dilediğini nuruna kavuşturur.”38
Kendisinde hidâyet nuru bulunmayan kimse, henüz insanlık makamına çıkmamıştır. “Şüphesiz Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en şerlisı’ (zararlısı), inkâr edenlerdir; onlar artık iman etmez.” (Enfal 8/55) âyeti, inkâr karanlığında kalıp hidâyet nurundan mahrum olan kimsenin, varlıklar içinde en düşük seviyede kaldığını belirtiyor. Hidâyet nurundan mahrum kalan insanın iç âlemi karanlık; ruhu, zulmet içinde; kalbi ölü, gönül gözü kör;kulakları sağır, dili lâldır. Bu haliyle o, şekil olarak insandır; fakat hakikat olarak hayvanlardan daha aşağı bir derecededir. Çünkü imansız ve irfansız kimsenin yaptığı tek şey, hayvanlar gibi yiyip içmek, uyuyup dinlenmek ve şehvetini tatmin etmektir. Bunlar, insanlık alâmeti değildir.
İnsanı insan yapan değerler, ilahî aşk, iman, irfan, tefekkür, edep ve yüce Yaratacı’nın razı olduğu sâlih amellerdir. İnkâr, karanlıktır; kâfir, nursuzdur. Edep ve sâlih amel sahibi olmayan kimse de gerçek insanlığın hakikatinden mahrumdur. İman ve sâlih amelin meyvesi mârifet ve muhabbettir. Muhabbetin meyvesi edeptir. Edep, insanı hayvandan ayıran manevi güzelliktir.
Üstad Bediuzzaman, imanla kazanılan şerefi ve inkârla düşülen felaketi açıklarken mana olarak şöyle der:
“İnsan, iman nuru ile âlây-ı illiyyine (en yüksek dereceye ve ilahî yakınlığa) çıkar, Cennet’e layık bir kıymet kazanır. İnsan, küfrün zulmeti ile esfel-i sâfiline (hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye) düşer; Cehennem’e ehil olacak bir vaziyet alır. İman, insanı yüce yaratıcısına bağlar; ona ait yapar. İman bir intisaptır, Hak ile olmaktır. Hak ile olan kimse, bütün şerefi ondan alır; varlıklar içinde en şerefli olur. İnkâr ise bu nisbeti ve bağı keser. Kalp, Hak’tan kopar. Bu haliyle ona ait hiçbir sanatı göremez, okuyamaz, anlayamaz olur. İnsan eti kemiği ile kalır. Kıymeti yalnız maddî yönüyle olur. Madde ise fanidir, geçicidir, kısa sürelidir. Hayvanlara ait bir hayat şeklidir. Kıymeti hiç hükmündedir.”31
..
İmam Kastallani, Buhârî Şerhi ’nde bu hadisi açıklarken demiştir ki:
“Hadiste insana bir şeref ve yücelik kazandırmak için böyle buyrulmuştur. Yoksa hadis, Allah Adem’i zâtıyla kendine benzer bir şekilde yarattı manasında değildir. Hadisin diğer bir manası, yüce Allah Adem’i kemal ve cemalde diğer hiçbir varlığın kendisine ortak olmayacağı bir sıfatta yarattı, demektir. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın özel tecellilerine mazhar olduğu için varlık âleminin özü, hülasası ve meyvesi olmuştur. Yüce Allah, insanı tanıtırken “Biz insanoğlunu çok şerefli yarattık; onu yarattıklarımızın birçoğundan üstün yaptık.” (İsra 17/70) buyurmuştur. Diğer bir âyette ise yerde ve gökte ne kadar varlık varsa, hepsini insanoğlunun hizmetine verildiği belirtilmekte (Câsiye 45/13) ve zâhirî ve bâtınî bütün nimetlerin insanın üzerine akıtıldığı ve önüne serildiği ifade edilmektedir. (Lokman 31/20)
İnsandaki görme, işitme, düşünme, hareket ve tasarruf kabiliyetleri insanî ruhtan kaynaklanmaktadır. Bir şeyi idrâk ve tefekkür bu ruhla olmaktadır. Bu ruhun bedenin her parçası ile irtibatı vardır. Ruhun vücuttaki sarayı, hüküm ve tasarruf yeri kalptir; fakat ruh, bütünüyle bedenin içinde olmadığı gibi, ondan tamamen ayrı da değildir.25 &
“Bütün kâinat karanlıktır; onu yüce Allah’ın zuhuru ve tecellisi aydınlatmıştır. Kim bu kâinata bakar da onun içinde, yanında, öncesinde veya sonrasında Cenâb-ı Hakk’ı müşahede edemezse, o kimse, nurları kaybetmiş, maddeye takılıp mârifet güneşlerinden perdelenmiştir.”23
Yine İbn Acibe der ki: “Gönül gözü açık müşahede sahipleri için bütün kâinat nurdur. Nurun sahibine iman edenlerin her tarafı nurla sarılıdır. Kalpleri perdeli gafiller içinse bütün kâinat karanlıktır. Dıştaki aydınlık onlar için bir şey ifade etmez. Onların niyetleri inkâr, işleri isyan olduğu için, her tarafları manen zulmetle, karanlıklarla çevrilidir.”24
Ayette belirtildiği gibi, kâmil mü’minler nurlar içinde yaşarken, (bk. Nûr 24/35) kâfirler önlerini, yani önlerindeki hak yolu ve binlerce hakikati göremeyecek şekilde koyu karanlıklar içinde hayat sürmektedir. (bk. Nûr 24/40.)
Yüce Allah, bütün varlıklara sıfatına göre değişik şekillerde tecelli etmiştir, etmektedir. Her bir varlıkta hayat nuru vardır. Hayat, ilk yaratılış demektir. Yerde, gökte ne kadar varlık varsa hepsi yüce Allah’ın sonsuz ilim, irade, kudret ve nurunun tecellisi ile var olmuş ve hayat bulmuştur.
Büyük müfessir Fahreddin-i Râzî’nin belirttiği gibi, yüce Allah’ın dışındaki bütün varlıklar, zatları itibariyle karanlıktır; hepsi nurunu Allah’tan almaktadır. Varlık âlemine gelen bütün varlıkların elde ettikleri ilim ve mârifetler de yüce Allah tarafından verilmiştir.18
Allame Alüsî, varlıkların nurla irtibatı hakkında der ki:
“Bütün varlıklar yüce Allah’ın nurunun tecellisinden bir pay taşır. Hatta kesif (cansız) varlıklar bile, vücut bulmaları yönüyle bu tecellinin eseri olup onun nurundan boş değildir.19
“Yüce Allah’ın perdesi nurdur, -bir rivâyette nardzr, yani ateştir- şâyet perdesini açacak olsa, Zât’ının azameti bütün varlıkları yakardı.”(Müslim,İman 292-293..)
…
imam Sindî, birinci hadisin şerhinde der ki:
“Perde, bakan ile görülecek arasına çekilen şeydir. Hadis, bu fani dünyadaki perdeden bahsetmektedir. Bu perde kulların baş gözüyle yüce Allah’ı görmesine engel olmaktadır. Ahirette böyle bir engel yoktur. Sonra bu perde, onun bilinip tanınmasına engel değildir. Bu nur perdesi, bizim bildiğimiz perdeye benzemez. Yüce Allah zâtını izzetinin nurları, celali, azameti ve ululuğu ile perdelemiştir. O Öyle bir perdedir ki, onun önünde akıllar şaşırıp dehşete düşer, gözler kör olur, gönül gözü hayrette kalır. Bu nur perdesi kalkacak olsa, ona bakan bütün varlıklar yanardı.”16
İbn Ataullah İskenderi, bu konuda şu orijinal tespiti yapar: “Cenâb-ı Hakk’ın zâtını perdelediğini ve hiç görülmeyeceğini düşünme. Asıl perdelenen Allah’ın değil, senin zâtındır. Kapalı olan senin kalbindir. Onun perdelendiği nasıl düşünülür ki, 0, her şeyde zuhur etmiştir. Her şey onunla ortaya çıkmış, vücut bulmuş, varlık âlemine gelmiş ve şu anda varlığını onunla devam ettirmektedir. O her şeyden önce vardı, zuhur etmişti. Aslında o her şeyden daha açık ve daha zâhirdir. Onu hiçbir şey perdeleyemez; çünkü o her şeyden önce mevcuttu. O, her şeye o varlıktan daha yakındır.”17
Yüce Allah, Hz. Peygamber’i (s.a.v) bir nur (Maide 5/15)‘2 ve ışık saçan lamba olarak tanıtmıştır. (bk. Ahzap 33/46).
Aynı şekilde Kur’ân-ı Hakîm’in de bir nur olduğu belirtilmiştir. (Şura 42/52).
“Size apaçık bir nur indirdik.” (Nisa 4/174) âyetiyle “Allah’a, Resül’üne ve indirdiğimiz nura iman edin.” (Teğâbün 64/8) âyeti de Kur’ân’dan bahsetmektedir. Kur’ân’a “nur” denmesi; kalbe manevi hayat olması, aklı ve ruhu aydınlatması, icazı, hakkı kesin delillerde ortaya koyması, ilahî hükümleri beyan etmesi, batılı ve dalaleti açıklaması sebebiyledir.
Allah’ın indirdiği şekliyle diğer ilahî kitaplarda da bir nurun bulunduğu belirtilmiştir. (bk. Mâide 5/44, 46).
Muttaki kullara ve mü’minlere verilen nur da (bk. Hadid 57/28) bu kısma girmektedir. Ayrıca, namaz ve zikir başta olmak üzere her sâlih amelin ayrı bir nuru vardır. Bu nurlar kalbin hayat sebebidir. Onu aydınlatır, feyizlendirir, kuvvetlendirir, tatlandırır ve ona manevî bir huzur verir.
İmam Gazâli, yüce Allah’a “en-Nur” denmesini şöyle açıklar: “Asıl nur, kendisi bizatihi mevcut olan ve başkasına vücut veren şeydir. Bu manada yüce Allah nurdur. O, bizatihi mevcuttur ve kendisinden başka bütün varlıkların varlığı ondandır.”7
Allah Teâlâ, bütün nurların kaynağı olduğu için kendisine “Nur” ismini vermiştir. Gözler onun nuruyla görür, kalpleri onun nuruyla doğru yolu bulur. Yahut Allah Teâlâ, her şeyde zahir olduğu ve vücut bulan her varlığı o ortaya çıkardığı için, ona, “Nur” denmiştir.8
Birincisi (İslâm nuru), yıldızın ışığına benzer. İkincisi (iman nuru), kamerin ışığına benzer. Üçüncüsü (ihsan nuru) ise, güneşin ışığına benzer; bunun için sufiler, durumlara göre, “İslâm yıldızı”, “iman kameri” ve “irfan güneşi” tâbirlerini kullanırlar.”4
Nur ile ziya (ışık, aydınlık) arasında fark vardır. Nur, asıldır; aydınlık (ziya), ona tâbidir. Nur, kaynaktır; ziya, ondan yayılan ışıktır. Bunun için yüce Allah’a “’en-Nur” denir; fakat “ziya” denilmez.5 Allah Teâlâ, nurun nurudur; yani bütün nurların kaynağı, yaratanı ve dağıtanıdır.
Her iki nur çeşidini yaratan yüce Allah’tır. Allah bütün nurların, ışıkların, aydınlıkların, hayat sebeplerinin ve hareketlerin yaratıcısıdır. Asıl hayat kaynağı odur. Bunun için yüce Allah’ın güzel isimlerinden biri de “en-Nür”dur.6
“Üç nur vardır ki, gökte parlar. Diğer üç nur ise sırtımda (kalbimde) ışık verir. Gökteki nurlar ay, yıldız ve güneştir. İçimdeki nurlara gelince… Öğrendiğim ilimler, kalbimin yıldızıdır; akıl, onun ayıdır; Rahman’ı tanımak (mârifet) ise parlak bir güneştir.Allah’ın kitabı Kur’ân, rehberim; Allah’ın evi (Kâbe), kıblemdir; dinim, dinlerin en üstünü İslâm’dır. Şefaatçim, Resülullah’tır (s.a.v); Rabb’im Allah ise çok affedicidir; ondan başka ilah yoktur. Allah büyüktür.”2