İnancımız şudur: Din bir hâl meselesidir. Onunla hâllenmeden, onu üzerimizde taşımadan dine hakiki anlamda bir mensubiyetten ya da kâmil manada bir sadakatten söz edemeyiz. Evet; dinin felsefesi var, ilmi var, teorisi var, düşüncesi var ama nihai gaye onun bir hâle, bir hayat tarzı ve pratiğine dönüşmesidir. Hayata dokunmayan, yön vermeyen bir din algısı eksiktir. Kitapların sayfaları arasında kalan, amele dönüşmeyen bir düşüncenin, ne kadar parlak ve süslü cümlelerle ifade edilirse edilsin, hiç kimseye bir faydası yoktur.
——————————————————————————————–
H.İnanç: Sadece namaza devam edebiliyor olmak bile zamanımızda çok büyük bir mücadele, çok büyük bir olgunluk vesilesi ve alametidir. Bu konuda biraz daha fazla çalışmamız gerekecek. Böyle nasihat eder gibi değil tabii, kimsenin nasihat dinlemeye tahammülü yok. Pek yok yani, asrımız böyle bir asır. . . Ama koluna girip onunla beraber yaşamak lazım. Evladı ele alalım mesela, en önemlisi bu. İbadetin zevkini, dünyevi bir şey beklemeden huzur-ı ilahide bulunmanın neşvesini ona tattırmak ve tatmak önemli.
Bunu bir defa tadarsa insanoğlu -böyle de bir şey var, fazla iyimser gelecek belki- sonradan başına ne gelirse gelsin, hayatın labirentlerinde nasıl kaybolursa kaybolsun, an gelir ve o lezzet insanı bir yere çağırır, kişi nereye tutunacağını bilir. Babalara, annelere düşen en önemli görevlerden biri de bilhassa namaz, oruç ve zekâttaki, birine bir şey vermekteki o tadı evlatlarına çocukluktan itibaren tattırmak ve bunu birlikte yaşamaktır.
——————————————————————————————–
H.İnanç:Allah’tan bunu istemeli, böyle olmayı istemeli, güzel olmayı istemeli güzel kardeşim. Bazılarını görüyorum, adamın cennete gittiği yürüyüşünden belli. Belli ki cennetlik işte, başka bir yere yakışmıyor. E şimdi onun hâline baktığınız zaman çok derin bilgisi olması, ne bileyim her sualinize cevap veriyor olması, ansiklopedi gibi olması gerekmez, geçiniz onları. Adam Meydan Larousse’u ezbere biliyormuş, bana hava atıyor. İki buçuk liralık flash bellekle hallediyorum ben o işi. Ne yani! Ama hâl… Sen bana hâlden haber ver.
B.Develi:Edindiğin bilgiler sana nasıl bir hâl kazandırdı, bunları bilmek seni ne yaptı, oldun mu?
H.İnanç:Evet, evet! Hâl sâridir yani bulaşıcıdır. Elbette kötü hâl hızlı, iyi hâl yavaş bulaşır. İşin tabiatı bu. Doğru, kapılardan sığmaz; yalan, fare deliğinden girer. Model olmak için gayret etmeli. Bakın yaşım elli dokuz; benim böyle hocalık filan yapmam eskidir, on yedi yaşından beri etrafımdakilere, bazen benden yaşça büyük olanlara da hep bir şeyler aktarmak, tattığımı tattırmak isterim. Biri yer biri bakar kıyamet bundan kopar. Ben Mektübât-ı Rabbânîyi okumuşum, kendimden geçmişim, komşum bu lezzetten neden mahrum olsun? Nokta-i nazar budur. Bana getirisi ne olacak? Bana ne getirisinden filan, mesele o değil, mesele paylaşmak..
——————————————————————————————–
B.Develi:..Öyleyse şunu sorayım: Bizde hâl olmadığı için mi cümlelerimizi modifiye etmeye çalışıyoruz? Yani biraz da süslü cümlelerin arkasına bir şeyler mi gizliyoruz, ne dersiniz?
H.İnanc:Tabii, artistlik yapıyoruz. Aslında hiç hoş bir şey de değil, süslemeye hacet yok. Hani anlatırlar, Bişr-i Hâfî Bağdat Meydanı’nda kamçı yiyen, zina suçu işlediği için sırtına seksen kamçı vurulmasıyla cezalandırılan bir delikanlıyı seyreder. Delikanlı ahalinin içinde kamçıyı yiyor ama sanki helva yiyor, yüzünde hiçbir hoşnutsuzluk, olumsuzluk yok. Yaklaşıp soruyor Bişr-i Hafi: “Evladım, bu kamçıyı yiyen at bile bağırıyor, sana ne oldu ki, sen nasıl bir eğitimden geçtin ki gıkın bile çıkmıyor?” Sen Abdülhey misin yani? Delikanlı cevap veriyor: “Sevgilim şu kalabalığın içinde beni görüyorken ben eğer feryat edersem, senin yüzünden acı çekiyorum demiş olurum ve onu üzerim. Onu üzmektense ben burada ölürüm.”
“Evladım, aşkta böyle olur, tamam da… O kızın seni görmesi bu kadar mühimken, sen bunu bu kadar önemsiyorken, âlemlerin Rabbi seni gördüğü hâlde bu günahı nasıl işledin yavrum?” Çocuk bir iki saniye düşünüp “Allah” diyerek şehit oluyor, düşüyor yere. Şimdi Bişr-î Hâfî’nin sözünde süs yok, tasannu yok, süsleme yok, edebiyat yapmıyor -amiyane tabirle söylüyorum. Ama kalbinden vuruyor. Ne o? E kalpten çıkan kalbe gider, ağızdan çıkan kulaktan döner!
——————————————————————————————–
Bilenler söylediler; insanlar cennette oturup konuşuyorlarmış -dünyadan ayrıntı, hatıra nakletmeyi, sohbet etmeyi severlermiş- fakat dünya hayatında yaşanıp da üzüntü bırakan her şey cennete girerken silindiği için -çünkü cennete üzüntülü girmek yasak- geriye hatırlayacak pek bir şey kalmıyor. Biri demiş ki, mesela Hayati Bekir’e, dünyada tatlı olan bir şey hatırlıyor musun? Yok abi yok, diyor, dünyada tatlı ne var, bir şey yok. Düşün düşün…
En son birisinin aklına geliyor: Uyku vardı ya uyku! Hah, diyon bak o tatlıydı! Tamam, gerçekten yahu, o tatlıydı. . . Şimdi gelin düşünelim: Seksen yıllık dünya hayatında uykudan başka cennette hatırlayabileceğin bir lezzet yoksa bu ne demektir? Uyku, ölüme benzediği için tatlıdır. Ruh bedenden biraz ayrılıyor ya, o bakımdan… Tamamen ayrılınca gör sen lezzeti… Lezzet, ruhun bedenden tamamen ayrılmasında.
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber; Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?
Lezzet orada. Ayrılıp kendi mahiyetine dönmesinde…
——————————————————————————————–
Ruhun gıdası namaz. Ruhun namaza o kadar ihtiyacı var ki. .. Bektaşi’ye demişler, “Kırk gün namaz kılsan artık vakit girdikçe için tır tır eder, duramazsın, vallahi hep kılarsın.” “Sen de kırk gün bir terk et bakalım bir daha yaklaşabiliyor musun. . .” demiş. O’nu hatırlamak; işte ilim burada lazım. Ruhun gıdası namaz; anmak, yâd etmek. İnsanın bir tabiatı var: Sevdiğini anar, andığım sever. Namaz da O’nu anmaktır; sistematize edilmiş, şartları belirlenmiş, şekli-zamanı-miktarı ayarlanmış biçimde anmaktır ve anmanın lezzeti hiçbir şeyde yoktur. Aşıklar bunu çok iyi bilirler; isterler ki hep yârdan bahsedilsin, hep 0 sevgili konuşulsun. Leyla sözünün olmadığı yerde Mecnun kısmı yani âşık sıkılır. O yüzden ister ki herkes Leyla’ya meftun olsun, böylece gittiği her yerde o anılsın…
——————————————————————————————–
Her ne denlü o cürmüne hadd u nihâyet yoğ ise
Avni’yâ kat’ eyleme sen azm-i Rahmân’dan ümid
Sultan Fâtih’in şiiri… Çok günahın varsa da Avniciğim, diyor kendisine, Allah’ın rahmetinden ümidini kesme, en büyük kabahat o olur. Çok günahkârsın ama af var, rahmet-i ilâhî var, ümit kesilmedi, ümit kesmek en büyük suç olur. “Lâ teknetü min rahmetillâh”, ümidi kesmeyin ayetine atıfla… Bunu söyleyen adam da, laf aramızda, devlet yöneten bir adam yani.
——————————————————————————————–
B.Develi:Sevgilide bulunan sıfatın benzerini başkasında gören onu da sever. Benzemek önemlidir. İyileri de ancak bu şekilde bulabiliriz; önce sevgiliyi tanımalı, bilmeliyiz. Öyleyse biz Efendimiz’e (s.a.v.) yaşayış biçimi, ahlak ve ibadet bağlamında benzediğimiz sürece kurtulacağız.
H.İnanç: Tabii. Ona benzediğimiz için Allah bizi sevecek.
——————————————————————————————–
B.Develi: Sizin bir bahsiniz vardı buna dair, üç şey olmazsa kendinden şüphelen; zillet, kıllet, illet… Onu hatırlamanın tam yeri sanki.
H.İnanç:Hastalık, fakirlik ve itibarsızlık. Kırk gün geçti üçü de uğramadı. Keyfîn yerinde, hasta değilsin, fakirlik yok, sana hep selam veriliyor, saygı duyuluyor ve kırk gün bu hâl devam etti. Sen o zaman kork.’ Çünkü gözden çıkarılana böyle yapılır. Allah göstermesin! Yani insanın eksiği olur. “Derd ü belâ kemend-i mahbûbdur,” der eskiler. Dert ve bela, sevilenleri çekmek için atılan kementtir. Gül habercisinin diken olduğunu unutmamak lazım. Cenâb-ı Hak gül bahşedeceği zaman diken şöyle bir yoklar. İmtihandır; o anda ne yapacaksın, nasıl davranacaksın.? Bir imtihandan geçersin. Şair Fuzülî şöyle der:
Belâ zımnında râhat olduğun izhâr ider halka Felek bî-hûde bâr-ı huşkden gül-berg-i ter vermez
Belanın, sana gönderilen nimetin ambalajı olduğunu şuradan anlamalısın: Hiç de gözüne hoş gelmeyen, kesip yakmak lazım bunu diye ters ters baktığın çalı -kasım ayında öyle görürsün çünkü- sabredersen mayısta güller verir. Ve anlarsın ki gözüne batan o dikenler aslında gülün habercisiymiş. Bela böyle bir şeydir: Nimetin habercisidir. Sabret, belde, acele etme. Bu dünya iyilerle kötülerin, acılarla tatlıların karıştığı bir yer, varlık sebebi öyle. Yani onun için aceleci, peşinci olmamak lazım. Biraz sabırlı olmak lazım.
Belanın sayısız faydalarından biri bu ise biri de hak ettiğimiz ahiret cezasının dünyada hafîfletilmiş olarak infazıdır ki öyle kazançlı öyle büyük bir iştir.
——————————————————————————————–
O kadar güzel bir şeydir ki tövbe, bunu Hazreti Peygamber (s.a.v.) şöyle anlatıyor: Bütün yiyeceğini, bütün ihtiyacını yüklediği devesinin çölde kaybolduğunu gören bir adam, bir müddet uyuyup tamamen ümidi kestikten ve susuzluktan dudakları parça parça olduktan sonra, artık ölümü beklediği sırada devesini birden bulursa nasıl sevinir? İşte kul tövbe edince Allah o adamdan fazla sevinir. Yahu Allah senin tövbene seviniyor ya, sen gel artık bunu anla ya… Sana nasıl bir aşkı var, nasıl seviliyosun bir anla…
——————————————————————————————–
H.İnanç:“Nefsin arzularına ‘aşk’ adını vermek, altın taç giydirilmiş kel, kör bir başa benzer,” denilmiş. Biz orada bir anlam kaymasına uğradık. Aşk deyince zihin dünyamıza hemen cinsel bir alaka, bir yakınlaşma filan geliyor; çok eksik, çok yanlış bir anlama biçimi. Bir üst değere, bir üst kıymete kendini ram etme, feda etme, vakfetme, hayatını adama hâlinin adıdır aşk. Sonsuza kanat açmaktır. Bir fotoğraf, bir anlık görüntü değil; bir filmdir. Bitmeyen, ebediyete doğru giden bir süreçtir; pişiren, olgunlaştıran, yetiştiren, insana insanlığını kazandıran, hayatını anlamlandıran bir disiplin, bir ateştir.
İnsanoğlu soğana benzer; soğan nasıl ki acıyken ateşte tatlılaşır, insan da aşkla pişerse tatlanır. Yoksa acı, epey acı bir şeydir insan. Aşk, insanı pişiren bir hadise. Görünüşte zayıflatır, sarartır, inceltir, kaybettirir ama haddizatında insanın hayatı o kadar anlam bulmaktadır ki onsuz her şey boşluğa düşer, anlamsızlaşır; mahvolduğunu, kahrolduğunu hisseder insan. Aşkın muhatabı önemli yani.
——————————————————————————————–
B.Develi: İnsan âşık olur…
H.İnanç:Olur, herkes, istisnasız.
B.Develi: Mayada bu var…
H.İnanç:Evet. Şimdi madem böyle bir kabiliyet var, bu kabiliyeti doğru yönlendirme, terbiye etme, ıslah etmedir mesele. Nefsine âşık olur, paraya âşık olur, kadına âşık olur, makama âşık olur, dünyaya âşık olur. . . En sık olanları bu sırayla sayıyoruz. Olur da olur. . . Gençliğinde şehvetin, yaşlılığında şöhretin esiri olur. Ama işte insan olmak, aşkı hakiki sahibine tevcih etme kabiliyetinin adıdır. Her şeyin sahibi olandır sevilmeye layık olan. Aşka layık olan O’dur. İşte bu yola girmek, O’nu tanımaya çalışmak, hakiki sevgiye ulaşmak…
Değil mi ki bütün yaratılmışları, bütün mevcudatı muhabbet ve sevgi adına ve bunların hürmetine yarattı. O hâlde merkezde sevgi var, her şey sevgiyle başlıyor ve bitiyor. O terbiyeye kavuşmak, şu meşhur kaziyeyi hiç unutmamak gerek: “Muhabbetten Muhammed oldu hasıl, Muhammed’siz muhabbetten ne hasıl?” O, sevgiden hasıl oldu. Onun olmadığı yerde sevginin sureti vardır, benzeri vardır, sahtesi vardır ama hakikati yoktur. O Habibullah, onun sıfatı bu; Allah’ın sevgilisi.
Onun hakkında yazılanlar biliyorsunuz kütüphaneler dolusudur, bitmez tükenmez. Bütün peygamberler Allah’a âşık, Allah ona âşık. O sevgi peygamberinin takipçisisin, onun peşindesin. Bu mukaddes, bu tatlı, bu paha biçilemez sevgiyi kazanmak için arzulu olmak, talepkâr olmak, sabırla beklemek ve gereğini yapmak lazım. İşte buraya kadar konuştuğumuz şeyler onun hizmetkârlarıdır, maksat kavuşmaktır. “Kâbe’den maksadın varmaktır yâra, kör gibi tapınma kara duvara. . .”
——————————————————————————————–
Aşkın mertebelerini anlatıyor iki büyük usta, beş mısra okuyacağım; ilk üçünü Şeyh Galip, son ikisini Fuzûlî söyledi:
Vasf-” hüsnü pâk ü müstesnâ bilen ârif deIil
Kadd-i yâri cümleden bâlâ bilen ârif deIil
Öz vücûdîn âlemin Kübrâ bilen ârif deIil
Hikmet-i dünyâ vü mâfîhâ bilen ârif deIil
Ârif oldur bilmeye dünyâ vü mâfihâ nedir
Bu gazel şaheserdir doğrusu. Fuzülî’nin esasen beş beyitlik bir gazelini sonrasında Şeyh Galip tahmis etmiş, şaheser üstü şaheser yapmıştır. Burada beş merhale görülüyor:
1. Vasfı hüsnü pâk ü müstesnâ bilen ârı’f değil: Sevgilisini herkesten kıymetli tutan, onun üstüne hiçbir değer koyamayan kimse iyi yol almıştır, maşallah, aferin; ama arif değildir, iş bitmemiştir. Henüz birinci sınıfı geçmiştir.
2. [Kadd-i yâri cümleden bâlâ bilen ârif değil: Sadece sevgilisinin boyuna bakıyor, diğer güzellikler gözünden -silinmiş… Tamam güzel, bir merhale daha ilerledi, ama bu da işi bitirmedi, arif değildir.
3. Öz vücûdun âlemi kübrâ bilen ârif değil: Kendini tanıdı, kendisinin âlem-i kübrânın bir özeti olduğunu; insanın küçük, âlemin büyük olduğu nüktesini kavradı. Yine mesafe aldı ama bitmedi, üçüncü sınıfı geçti.
4. Hikmet-ı’ dünyâ vü mâfîhâ bilen ârif değil: Dördüncü sınıfta Fuzûlî alıyor sözü: Dünyayı ve içindekileri hikmetiyle beraber biliyor, ilmi çözmüş, tamam aferin; ama arif değil, bitmedi. Bitiş şurada, son mısrada:
5. Arif oldur bilmeye dünyâ vü mâfîhâ nedir: Arif odur ki dünyayı da içindekileri de unutmuştur, bildiklerini unutmuştur, yani aklı aşmıştır.
——————————————————————————————–
Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinde küçük bir hizmetçi, bir çocuk, on yaşında var yok, gece dua ediyor. Hasan-ı Basrî hazretleri işitiyor. Çocuk, “Ya Rabbi,” diyor, “bana olan sevgin hürmetine beni affet.” Hasan-ı Basrî, “Oğlum,” diyor, “herhâlde yanlış söyledin. Allah’ın seni sevdiğini nereden biliyorsun?” “Biliyorum efendim. Bütün ecdadım, aile efradım imana kavuşamadan öldü. Bana ise iman nasip oldu. İman sevilenlerde olur. Beni sizinle, sevdiğiyle tanıştırdı, sizinle beraber etti, açık delil. Gecenin bu saatinde de beni huzurunda tutuyor, ibadet ediyorum; başka delile ne hacet?” Yavrum sen işi bitirmişsin, diyor hazret.
0 Yorumlar