“Zekâtın verilmemesi, karada ve denizde malların telefine neden olur.'(Rudani,Cemu’l Fevaid,c.2,s.291)
Malların telef olması, mal üzerinden kişinin cezalandırılması olarak mütalaa edilebilir. Kişi malın zekâtını kendi rızası ile vermediği takdirde o mal boş yere zayi olur. Niçin karada ve denizde? Bu belirleme, aslında, her yerde bağlamında anlaşılmaya müsaittir. Cezalandırmayı kendi mantığı içinde, yani iktisadi bağlamda ele almak anlamlı olmalı.
Zekât nedir? Kısaca, malın kendinden arındırılması, malın maldan istiğnasıdır… ,
Mal kendinden nasıl arındırılır? Doğaldır ki kendindeki fazlalıkların ondan çıkartılmasıyla… Şayet mal kendinden arındırılmazsa, onun üzerinde birikmiş olarak bırakılırsa; başka bir söyleyişle, o mal topluma aktarıl- mazsa, bu mal toplumdan çekilmiş sayılır. Toplumdan çekilen her birim mal o toplumdaki mal akışının, mal tedavülünün, bunun parasal karşılığının tedavülden çekilmesi demek olur.
Böylece malımızı arındırmadığımız takdirde onun üzerindeki toplumun hakkı olan kısmını piyasadan çekmiş ve sonuçta açlığın, kıtlığın yolunu kendi elimizle hazırlamış oluruz. Burada, yoksulluğun neredeyse küfre denk olduğu uyarısında bulunan bir başka hadis-i şerifi anımsayalım.
Türkçede bir söz var: “Mal canın yongasıdır.” diyor. Bu söz aslmda zekâtla ilgili hadis-i şeriflere de uyarlanabilecek bir manayı içeriyor. Yonga nedir? Yonga, bir ağacın veya herhangi bir nesnenin üzerinden yontarak çıkarttığımız parçacıklardır. Malın canın yongası olması ise: Malımızı kendimizden arındırdıkça, yongalar hâlinde soyup çıkarttıkça kendi özümüze ulaşmış oluyoruz. Yani maldan kendimizi ne kadar arındırırsak, insan olmaya o kadar yaklaşmış olduğumuz anlamını tazammun ediyor bu işlem.
Öte yandan, yonga aslında çok da kıymet izafe edilen bir parçacık değil, onun atılması gerekir yahut bir biçimde kullanılacaksa kullanılması gerekir. Eskiden o yongalarla soba tutuşturulurdu, bir işe yarardı. Demek ki mal canın yongasıysa bunun bir biçimde işe yarayabilmesi için onu yine topluma intikal ettirmek gerekiyor, intikal ettirilmediği takdirde o mal o yongayla beraber ham hâlde kişinin üzerinde ağırlık olarak bırakılmış olacaktır. Daha da vahimi, o yongayı malın kanser hücresi telakki etmek de mümkün, o fazla hücreleri ana gövdeden arındırmak gerekir… Aksi takdirde çürüyerek karada ve denizde telef olmaya, yok olmaya gider.
Zekâtın karşı yüzü: faiz. Faiz, paradan para kazanmaksa, zekât, malı maldan arındırmak… Bu açıdan bakıldığında zekâtla faizin birbirinin zıddı olduğu idrak edilebilir. Zekâta bir bakıma antifaiz demek de mümkün…
Faiz, paradan para kazanmaktır diyoruz; zekât ise mal ve nakit üzerinde birikmiş olan toplumun hakkını top-luma aktarmak, iade etmek demek oluyor. Faizle bir birikim sağlanmış gibi görünmesine rağmen, o birikimin bir üretim karşılığı olmadığını kavramak gerekiyor.
Zekât vermek suretiyle mal veya nakit üzerindeki birikintinin topluma iadesi ve sonuçta tedavül hızının arttırılması sağlanmaktadır. Böylece zekâta toplumun seyyanen zenginliğini arttırdığını, açların doyurulduğunu, yoksulların ihtiyaçlarının giderildiğini görmüş oluyoruz. Üzerinde ısrarla, defalarca durduğumuz hasedin önlenmiş olacağı da bir kere daha ortaya çıkmış oluyor. Haset, evet, bir insan karakteri olarak kabul edilse de, bir yerde de açların toklara duyduğu olumsuz duyguyu da ifade ediyor.
Zekât, malın maldan istiğnasıdır, dedik. Hâlbuki faiz, malın mala göz dikmesi… Hadis-i kutsiye göre, insan her neye göz dikerse o şeyden mahrum bırakılır, her neye istiğna gösterirse o şey onun ardma koşulur. Cafer-i Sadık hazretleri mealen şöyle naklediyor: “Allah Teâlâ dünyaya şöyle vahyetti: ‘Kim senin arkandan koşarsa sen ondan uzaklaş, kim senden uzaklaşırsa sen onun arkasından koş.” Zekâtta da aşağı yukarı bu sözün farklı bir tecellisini görüyoruz.
Aslında zekât vermek suretiyle ne yapılıyor? Bu mal durduk yerde kazanılmadı. Bu mal, bir arada yaşadığımız insanlar sayesinde kazanıldı. Yani benim kazanmış olduğum her birim malın üzerinde toplumdaki bütün fertlerin, benimle, komşumla ilişkisi olan bütün fertlerin bir payı var demektir. Biz zekât vermekle sadece üzerine abanmış olduğumuz bu maldan bir parçayı topluma “lütfetmiş” olmuyoruz, bir lütufkârlık yapmış olmuyoruz; tam tersine, toplumun bu mal üzerinde birikmiş olan hakkım ona iade etmiş oluyoruz.
Zekât, Kur’ân-ı Kerîm’de çoğu yerde namazla beraber zikrediliyor. Efendimizin irtihâlinden sonra, Hz. Ebu Bekir’in hilafeti zamanında bir kabilenin zekât vermekten kaçınmasıyla ilgili bir olay yaşanır. Ebu Hureyre (ra), Efendimizin vefatı üzerine yerine Hz. Ebu Bekir halife seçilip de Araplardan kimileri dinden dönünce Hz. Ebu Bekir’in bunlara savaş açtığını naklediyor. (Bu olaya, “Görünüşe Göre Hüküm Vermek” bölümünde, başka bir münasebetle değindik.) Bu olay zekât vermeyene karşı uygulanacak yaptırımın mahiyetini de göstermektedir. Demek ki, zekât ödemeyene zecri tedbir uygulanabilir, hatta uygulanmalıdır.
Rasim Özdönören – Hadislerin Işığında Hz.Muhammed,syf.109-112
0 Yorumlar