Gece Yürüyüşü: Miraçtaki Sır

mirac37431-1 Gece Yürüyüşü: Miraçtaki Sır

Allah Resulü (sav), “gece yürüyüşü”ne dair bilgiyi başkalarından saklaması gerektiğine, çünkü ona inan­mayacakları ve kendisini alaya alacaklarına dair uyarı­yı işittiğinde, bunun öyle olacağım herkesten daha çok biliyordu. Buna rağmen, Allah’ın adına ant içerek duru­mu tebliğ edeceğini bildirmişti. Bu, bir meydan okuma tavrıydı. Ve aynı zamanda, içinde yaşadığı toplumun [ durağan değerlerine bir başkaldırıyı içeriyordu. Çün­kü Allah’ın bildirisi, Resulü’nün (sav) de içinde yaşadı­ğı toplumu ve dünyayı, bir başından öbür başına sarsa­cak uyarılar ve işaretlerle doluydu.

Ama biz burada konunun biraz farklı bir yönüyle il­gileneceğiz. Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya ka­dar “yürütülmesi” ve oradan da miracın gerçekleştiril­mesi olayı başkalarına bildirilmekle bir sırrın ifşasına mı meydan verilmiş oluyordu? Miracın ifşa edilmesi, açıktır ki, aynı zamanda Allah ile kulu arasında vuku bulan bir sırrın açıklanmasını da tazammun ediyordu. Bu sır ifşa edilmemiş olsaydı, kimsenin böyle bir olaydan haber olmayacaktı. Fakat böyle olmakla birlikte sırrın özü gene de sır olarak muhafaza ediliyordu. İfşa edilen, sırrın sır olarak muhafaza edilen içeriği değildi; ifşa edilen, sır olarak gerçekleştirilen olayın kendisiydi. O günden beri bu olay üzerine yürütülen tartışmaların kesintisiz sür­mesi, aslında, sırrın sır olarak muhafaza edilen yanıyla ilgilidir. Miracın bedenen mi, yoksa maneviyat âlemin­de mi gerçekleştirilmiş olduğuna dair tartışma, olayda sır olarak saklanan içerikle ilintilidir.

Böylece, bir sırrın hem ifşa edildiğini, hem gizli tutul­duğunu ileri sürmüş oluyoruz. Fakat böylece de kendi­mizle bir çelişkiye düşmüş olmuyor muyuz?

► Allah Resulü’nün (sav) “ilân edeceğim” diye meydan okuduğu husus, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülüp orada namaz kıldığına dair bilgidir. Bu işin nasıl olduğu bir sır olarak bırakılmıştır. Hikmet de, iman noktasından burada ortaya çıkıyor. Durum herkes tara­fından bilinebilir ve kabul edilebilir bir düzlemde ifade edilmeye müsait olsaydı, imanın hikmeti ortadan kalkar­dı. Oysa iman olgusunun kendisi bir sınama/sınanma- dan ibarettir. Olay, iman eden için kendi gözüyle gör­düğünden daha bedihidir; iman etmeyen içinse, gözüyle gördüğü bile yanılsama (illüzyon) mesabesinde kalır. Sır da zaten, bu noktada odağım buluyor.

Burada, sırrın iki yüzü olduğu görülüyor. Biri, onun dış yüzü: Ortada bir sırrın var olduğunun bilinmesi; öte­ki de o sırrın içeriğidir. İfşa edilen, sırrın var olduğuna dair bilgidir; saklanansa onun içeriği. Burada içerikten anlaşılması gereken de miraçta vuku bulan mükâleme değil: Bu mükâlemeden bilinmesi gerektiği kadarı zaten bildirilmiştir. Sır olarak saklanan husus, miracın nasıl vuku bulduğuna dair olan bilgidir. Bu bilgi, zaten belki bizzat miracın sahibi için de sır olarak bırakılmıştır. Her ne kadar “gece yürüyüşü”nde Cebrail’in, Burak’ın, Ref- ref’in (hepsine selam olsun) aldıkları pay (rol) anlatılmış olsa da, bu anlatım betimleme düzleminde bırakılmış ve aslında asıl sır da bu suretle şifrelenmiştir.

“Gece yürüyüşü”, aslında bütün yönlerin yittiği ve yönsüzlüğün başladığı, dolayısıyla mekânın ve gene do­layısıyla zamanın ortadan kalktığı bir ortamda gerçek­leştiriliyor. Kıble, içinde yaşadığımız dünyanın şartları çerçevesinde gereklidir. İnsan, bu dünyanın şartlarına tabi olarak yaşıyorsa/yaşadığı sürece, yönünü sabit bir kıblenin mihverinde belirler. Yönünü kıblesine dönerek yolculuğunu başlatır. Daha baştan yönün belirlenmesi gerekmektedir. O kadar ki, yön belirlenmeden yola çık­mak ancak şaşkınlara mahsus bir davranış biçimi olarak ortaya çıkar. Bu dünyanın çerçevesi içinde belirlenme­si gereken yön, aslında, kozmik düzlemde bakıldığında hiçbir şey değildir, bir hiçtir. Ama bu dünyanın şartlan­ma bağlı olarak yaşayan faniler, bütün yönlerin aynı yö­ne ulaştığını görüp anlayıncaya, bu olgunun künhüne  vâkıf oluncaya kadar, belli bir yön kıblenin tayini husu­funda nirengi noktası olarak kabul edilmeli veya onların adına bu nirengi belirlenmelidir. Belki de bu neden­le, iki mescit arasmda gece yolculuğuna çıkarılmış olan Kul’a, mescitlerden önce biri, sonra öteki kıble olarak tayin edilmiştirın

İnceleyin:  Divan-ı Hikmet'te Peygamber Efendimiz (s.a.v)

Harekât, bu dünyada ve bu dünyanın şartları içinde başlatılmaktadır. Öyleyse, harekâtın komutanı, bu dün­yaya, avucunun içinde tuttuğu bir avuç toprak parçası kadar hâkim olmalıdır. Ve gene onu aynı zamanda bir yumurtayı her tarafından görebildiği gibi, açık ve pürüz­süz bir biçimde görebilmelidir. Yön tayininin bu dünya için gerekli olduğunu söylüyorsak da, yön tayini için gerekli olan sezgi (ortssinn) kozmik düzlem açısından da  gereklidir. Her şeyin yerli yerinde (tam olması gerekti-ği yerde) görülebilmesi, dahası gözle görülmediği zamanlarda da görülüyormuş gibi yerinin tayin edilebilmesi ve bunda şaşırılmaması, şaşkınlığa düşülmemesi,  sözü geçen duygunun sıhhatiyle bağlantılıdır. Bu duygûya sahip olanlar bakımından gecenin karanlığı nasıl  ki yönün tayininde engel oluşturmazsa, günün aydınlığı da gözleri kamaştırıp görmeyi önlemez. Görmeyi sağlayan iç’in aydınlığıdır.

Gözle hakikat arasında, rivayet olunur ki, her biri yetmiş bin yıllık yol olan yetmiş bin perde vardır. Ve gene perdelerin arasındaki mesafe de yetmiş bin yıllık yoldur. Bütün yönlerin kaybolduğu veya bütün yönlerin aynı yöne kavuştuğu, başka bir söyleyişle hiçbir yönün bulunmadığı kozmik âlemin ortasında, gene de haki­katin durduğu yere ulaşabilmek için, arşın ve kürsînin, yer aldığı ayakların altından kaymadığını, sabit durdu­ğunu hissetmek gerekiyor. Bu his, ancak yönün hede­finden sapıtmadığına dair taşman bilinçle mümkün kılınabilir. Her ne kadar bütün yönlerin aynı olduğunu ve aynı hakikat kapısına ulaşacağım kabul ediyor olsak da, yön duygusunun yitirilmesiyle sürçmeye maruz kalmak mümkündür. Böyle bir ihtimalle insan dehşete düşebilir. Akıl zail olabilir. Ve kul, o anda, kürsîden düşecek gibi olabilir. Üstelik bütün bunlar, artık, yönün ve mesafenin ortadan kalktığı bir ortamda vuku bulabilir.

[Gene de Kul (sav), oradan, kürsîden düşmeden, ayağı sürçmeden durabilmişse, durabiliyorsa, bu, ancak ken­disine sunulan rahmetten bir damlanın yüzü suyu hürmetinedir Bunu bilmek gerekiyor; Böyle bir rahmetle bu dehşet anlan atlatılınca, evvelin ve ahirin ilmi keşfe açılı­yor: îşte o anda dehşet kaldırıldığı gibi, perde ve perde­ler de aralanıyor. Yerini ferahlık ve doygunluk duygusu alıyor. Hakikatle göz göze geliniyor, “ayn-el yakîn” hâsıl oluyor: Orada kelimeler (lafız) de yok oluyor.

O yakınlıkta bütün perdeler zail oluyor. Orada Kul, hakikatle karşı karşıya durmaktadır. Bir mükâleme ger­çekleşiyor: harfsiz, sessiz, kelimesiz ve dolaysız! Yaratı- cı’dan, Kul’una seslenişi şöyle aktarılıyor:

-Esselâmu aleyke eyyuhennebiyyu ve rahmetulla- hi ve berekâtuh!

Kul’un cevabıysa şöyle biçimlenmiş:

-Esselâmu aleynâ ve alâ ibâdillahis sâlihın!

Ama bu konuşmada yer alan bu sözlerin tarafların dışında kalan bizlere, biz “dünyalıklara” bir tercüme ol­duğunu kabul etmeliyiz. Kelimesiz, harfsiz, hecesiz ve sessiz gerçekleştirilen bu konuşmanın ancak “üçüncü kişiler”in anlamasını sağlamak bakımından zikredilen ’ kelimeler hâlinde biçimlendirildiği telâkkisi yerinde ola­caktır. Sözü geçen karşılaşmada Yaradan ile Kul’u ara­sındaki bütün perdelerin (hicapların) yakıldığı, ortadan kaldırıldığı beyan edildiğine göre, bu perdelerden bir perde olan kelimenin (lafzın) de kaldırılmış olduğunu kabul etmek gerekmektedir.

Deniyor ki, “o anda” bir büyük ayna peyda oldu ve gönül gözü aynasından Yaratıcı’nın “cemal-i bîzevali” anlaşılmayan ve anlatılmayan bir şekilde Kul’una tecel­li etti. Karşılaşma böyle vaki oldu: selâmlaşıldı.

Çıplak hakikat hiçbir kelimenin dolayımından geçi­lerek kendini ifade etmeye müsaade etmiyor, Kelimele­rin dolayımından geçilerek ifade alanında biçimlenen hakikat, aslında, kelimelerin perdesi arkasına gizlenmiş,  kelimelerle örtülmüş hâlde gelir. Kullanılan her kelime t hakikatle onun müşahidi araşma “mesafesi yetmiş bin yıllık yol olan” bir perde koyar. Oysa bu “buluşma” dan maksat, zaten perdenin ortadan kaldırılması maksadına matuf değil midir? Buluşmanın ve konuşmanın kelime­siz olarak gerçekleştirildiğini kavradığımız anda, aslın­da selamlayanın da selamlananın da aynı zat olduğunu kavrayabilir hâle geliriz. Çünkü yaratıcısı karşısında yaratılmış olan sadece Kul’un kendisi değildir, kullanılan kelimeler de Yaratıcı’nın eseridir. Kelimesiz konuşan da, sonra bu konuşmayı kelime hâlinde biçimlendiren de, onu yaratan zatın eseri olarak ortaya çıkıyor. Delilin de, delalet edenin de, medlulün de adresi daima aynı “noktada” birleşiyor.

İnceleyin:  Mümin Kim?

“Miraç, insanın, ait olup da koptuğu yeri ziyaretidir”  de denebilir. Oradan bakınca, içinde yaşadığımız dünyanın hakikatle insan arasında nasıl bir perde olduğu, insanı nasıl körleştirebildiği ve bu dünyanın gerçek değerinin ne olduğu müşahede edilmiştir diye düşünüyo­ruz. Ve asıl şu nokta üstünde durulmalıdır: Miraçta, sı- layırahimin gerçekleştirildiğini söylediğimizde Kul’un kopup ayrıldığı yerin bu dünya olmayıp “hakikat âlemi” olduğu ve bu dünyanın iğreti olduğu, belki bir mi­safirhane mesabesinde bulunduğu, gerçek yurdun ötede bulunduğu da anlaşılabilir hâle geliyor. Böylece bu dünyadan kopma, başka bir düzlemde, bir kavuşmanın eşanlamı oluyor: Kopmayla kavuşma özdeşleşiyor. Mi­raçla, Kul’un bir defa olsun fizik olarak (ruhuyla, bede­niyle) bu dünya şartlarından kopması öngörülmüştü. Ona eninde sonunda bu dünyanın bir parçası olarak yaşadığı yerden (Çünkü bedenin malzemesi bu dünyanın balçığından başka ne ki!) kopabileceğini ve ona ba­ğımlı olmaksızın da yaşayabileceğini göstermek gereki­yordu. Kul’un göklerde karşılaştığı harikalar karşısında dünya, ancak layık olduğu, layık olabildiği bir değerle ölçümlenebiliyordu ve bu ölçümün imkânı elde ediliyor­du. Ama Kul, dönüşünde, gene de bedenen bu dünya­nın şartlan içinde yaşayacaktı. Çünkü kul olmanın şanı buydu. Kul olmanın şanı, gökte Yaradan’a olan teslimi­yet ve biatini tazelemeyi gerektirirken; yeryüzünde fet­hin (cihadın) yolunu açmayı öngörüyordu.

Allah Resulü (sav) “gece yürüyüşü”nün hitamında, o gece Kudüs’e gittiğini ve orada namaz kıldığım bildi­rince, evinde kaldığı yeğeni Ümmü Hani, “Ey Allah’ın Resulü, bunu başkalarına söyleme, çünkü onlar sana ya­lancı der ve seninle alay ederler” deyince, o da şu cevabı verir: “Vallahi bunu herkese söyleyeceğim!”

Anlatılamaz ve inanılamaz olan, kimi zaman, böylesi bir meydan okuma tavrıyla anlatılabilir hâle gelir. Ve böyle bir meydan okuma tavrı anlatılamaz ve inanılamaz olanı anlaşılabilir ve inanılabilir kılar. Böyle durum­larda özür dileyici ve alttan alıcı bir tavrı benimsemek, belki de, inanılması ve anlaşılması gerekeni, inanılmaz ve anlaşılmaz kılardı.

Dikkat edilmiş olacağı gibi, sırla temastan bahsedi­yoruz, sırra vâkıf olmaktan veya ona nüfuz etmekten söz açmıyoruz. Çünkü burada sırrım açması söz konusu olan Yaradan’dır. Kul’un sırrı Yaradan’a zaten malûmdur. Kul’a sırrım açan, daha doğrusu sırrı ile temas imkânı­nı bahşeden Yaradan’dır. Ama Kul’un o sır ile doğrudan temas imkânını bulması, bulabilmesi, kendi zırhını, ka­buklarını soyması; soya soya kendi özüyle baş başa kal­ması, olayın Kul nezdindeki görüntüsüdür. Kul’un nihai safhada kendini soya soya kendi özünden ibaret kaldığı anda, belki işte tam o anda sır ile temas, yani kavuşma, yani vuslat sağlanıyor. Ama vuslat gene de sırrın özün­de, onun özniteliğine nüfuz edememek anlamına geli­yor ve bunu bilmek gerekiyor.

Rasim Özdönören – Hadislerin Işığında Hz.Muhammed,syf.32-39

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir